S. Bahattin YAŞAR |
|
Urfa’da, Bediüzzaman müzesi neden olmasın? |
Bediüzzaman tanıtım tırı vesilesiyle…
Şehir, taşıdığı insanla anlamlıdır. Şerefli mekânları şerefli kılan, o mekânda yaşamış olan büyük insanlardır. Onun için pek çok mekân, üzerinde taşıdığı şerefli misafirlerle anılmaktadır. ‘Şerefü’l-mekân bil mekin’ yani ‘Mekânın şerefi o mekânda yaşayanlardadır.’ sözü, bunun için anlamlıdır. Nitekim günümüzde şehirler, bünyesinde barındırdığı tarihî şahsiyetlerle veya halen üzerinde yaşayan kıymetli insanlarla değer kazanır. Tabiî şehrin de o şahsiyetlere sahip çıkarak, aydınlık, yaşanabilir ve renkli bir dünya kurmaları beklenir. Yani şehir değerli insanlarından, o insanlar da şehirlerinden beslenir. Yani şehirlerin tarihî şahsiyetleri birer yıldız gibi, maddî ve manevî hatıralarıyla parlamalıdır. Aslında bu bütün devletler ve milletler için de geçerlidir. Ününü dünyaya duyurmuş bir şahsiyetin, elbette memleketi, doğduğu şehri, hatta giydiği kıyafetleri bile gündem konusudur. Böyle büyük şahsiyetlerin, kendi memleketlerini dünyaya tanıtmada büyük katkıları olur. Onlar adeta birer kültür elçisi gibi, kendi kültürel ve tarihî birikimlerini dış dünyaya taşırlar. Onun için de, gerek yerel anlamda ve gerekse ülke bazında idareciler o şahsiyetlerin isimlerinin yaşaması ve düşüncelerinin yarınlara, yeni kuşaklara taşınması için pek çok adımlar atmışlardır. Türkiye, bu derin zenginliği kendi insanlarına ve dış dünyaya daha etkin takdim etmelidir. Çünkü dün, bir aynadır. ** Bizim ülkemizde de, varlığı ile düşünce ufkuyla, başarılarıyla, fetihleriyle ülkesine ve insanlığa çığır açmış pek çok abidevî şahsiyetimiz mevcuttur. Onların ruhlarını yaşatma ve yarınlara taşıma adına neler yapmaktayız? Onların ruhu ne kadar şu an bizimledir? Şanlıurfa, Bursa, İstanbul, Konya, Çanakkale… Neden görsel eğitimin bir parçası değiller? Oysa bugün yaşanırken, dünden geçilmektedir. Dün ile bugünü sahneleyen bir geçiş koridorumuz yoksa, biz orada yaşamıyoruzdur, sadece ruhsuz bir şekilde orada kalıyorsunuz. Bu, bir yabancının, bir yerlerde çalışıp, bir otel odasında kalması gibi bir şeydir. ** İstanbul… Bir abidevî şahsiyetler müzesidir. Sahabe tablolarından evliyalara kadar nice maneviyat büyüklerini ve nice de devirler kapatıp devirler açan büyük ruhları bünyesinde barındırmaktadır. Bursa… Osmanlı ruhu denildiğinde Bursa akla gelir. O şehirdeki türbelerin birer tarih levhası gibi karşınıza dikildiğini ve şehrin gerçek sahiplerinin kimliklerini, yaptıkları mücadelelerle okuyor ve gönlümüze bir ruhun aktığını hissedersiniz. Şanlıurfa… Peygamberler şehridir. Her adım atışınızda, o öncülerin ayak izlerinin varlığını ve her nefes alış verişinizde, aldığınız nefese peygamberlerin soluk alış verişlerinin karıştığını hissediyorsunuz. Bu yönüyle bakıldığında her şehrimizin nice kahramanlar geçidini izlemek mümkündür. Türkiye… Bu yönüyle insan suretinde melekler arenasıdır. Bu, bir toplum için tam bir iftihar vesilesidir. ** Diyeceğim şu ki, hangi şehrimiz hangi isimlerle abidevileşmişse, anlam kazanmışsa, o şehrimizi o şahsiyetlerle markalaştırmak lâzımdır. Yani dünyevî algılarla, ekonomik kaygılarla değil, o büyük ruhun yeniden o şehirde ihya edilmesiyle… Yani Urfa, peygamberler şehri ise, o zaman o peygamberlerin hayat halleri ve insanlığa getirdiği dersler yeniden okunmalı, özümsenmeli ve yaşanmalıdır. O zaman bu şehir ve insanlarına, peygamber ruhu sinecektir. Yani ne yapıp edip, o ruhların yeniden dirilmesi ve günümüz insanlarının ruhlarının oluşumuna katkıda bulunması için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Nitekim ‘sabır’, ‘hıllet-i İbrahimiye’, ‘Bediüzzaman Mevlidi’ gibi faaliyetler bu ruhun izlerini taşımaktadır. ** Şimdi Urfa’dan yeni bir faaliyet daha bekleniyor. Urfa, aynı zamanda Bediüzzaman şehridir. ‘Âlimler, peygamberlerin varisleridir’ gereği, Bediüzzaman, bu asrın büyük bir âlimidir. O zaman, o peygamber varislerini daha çok anlamalıyız. Her yıl sivil toplum kuruluşları, Bediüzzaman’ın vefat yıldönümünde, Bediüzzaman’ı anma ve anlama faaliyetleri tertip ediyorlar. Onun adına sergiler, mevlidler, paneller, konferanslar yapıyorlar. İşte bütün bu programlar, birer Bediüzzaman ruhlu nesiller yetiştirme programlarıdır. Çünkü ulvî ruhların olmadığı yerlerde, suflî ruhlar bulunacaktır. ** Neden Bediüzzaman müzesi olmasın? Gönlümden geçen şu ki, bütün dinlerin merkezi kabul edilen Urfa’da, Halil İbrahim’in (as), Eyüp’ün (as) varlığı sadece bir mağara, bir Balıklı Göl şeklinde maddî birkaç unsurda kalmamalıdır. O peygamberî ruhu yeni nesle taşımak için ne yapıldığı önemlidir. Bunun yanında bir de, Urfa’yı çok seven; ‘Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir’ diyen ve ‘Urfa’lıların ölüsüne de dirisine de duâ ediyorum’ diyerek talebelerine mektuplar yazan ve neticede de Urfa’da vefat eden Bediüzzaman’ı, bu şehirde özel olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Siz yeni neslinize neyi takdim ederseniz, o takdim ettikleriniz, yeni kuşağın ruhunu oluşturacaktır. Şehirlerimiz, birer vitrin süslemesi gibi yetiştirdiği şahsiyetlerin müzeleriyle birer yıldız gibi parlamalıdır. Şehrin anlamı da budur. Yani ‘aydın’lığını kaybetmiş şehir olmaz. Şehrin kalitesi, yetiştirdiği ‘aydın’larından anlaşılır. Milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olan Bediüzzamanlar, Bediüzzaman ruhlular yetişsin isteniyorsa, ona, ne denli değer verildiğinin gösterilmesi gerekmez mi? ‘Ne yapılabilir?’ denirse, halkı temsil eden sivil toplum kuruluşları ile devleti temsil eden kurumlar bir araya gelerek, Şanlıurfa’nın şanına lâyık bir Bediüzzaman müzesi veya külliyesi, yapılabilir. Bu aynı zamanda devlet-millet kucaklaşmasının da bir göstergesi olacaktır. Böylece, Bediüzzaman’ın yetiştirmiş olduğu, manen şekillenmiş bir neslin yanında, bir de onun maddî hatıralarının bulunduğu bir müze yapılması, zamanın idarecilerinin de Bediüzzaman’a reva gördüğü 23 yıllık hapis ve sürgün gibi pek çok haksızlıkların özrü anlamını taşıyacaktır. Evet, devletler de (yani o zamanlar devletin makamlarında bulunan insanlar aracılığıyla) zaman zaman yanlış adım atmış olabilir. Ama önemli olan geri dönüp bakıldığında bir yanlış varsa, bundan geri adım atmak, aklın galip gelmesidir. Türkiye şu an pek çok konuda bu noktadadır. Geçmişin doğru tercihlerinden ve yaşanmış olumsuzluklarından ders almak ve yarına bu ivme ile yürümek, çağdaş, modern düşünce insanlarının bulunduğu bir ülkeye yakışandır. Durum, Doğu-Güneydoğu problemleri için de geçerlidir. Nitekim başbakanın dilindeki ifadeler, yeni bir sürecin izlerini taşıyor. ** Türkiye’nin şehirleri, birer yıldızlar topluluğunun vitrini gibidir. Bu, varolan, yaşanmış tarihî fotoğraf albümünü, yarınki kuşakların ibretlik seyirlerine vitrinize etmek ve başarılılar tablosunun ruhunu bugüne takdim etmek, demokrasi yürüyüşünü keyifle sürdüren Türkiye’ye yakışır. Türkiye bu onuru ve haklı gururu içinde taşıyor. O ruhu da yaşıyor ve yaşasın. Yani, Türkiye kendi içinde, Ortadoğu’da ve dünyada rolünü oynasın. Dünya, Türkiye halkı, Türkiye’den bunu bekliyor. Osmanlı ruhu, Türkiye’nin kendisinden beklenendir. Ve o ruh ile Avrupa Birliği’ne girmelidir. Nitekim halkın görüntüsü budur. Haydin bakalım… Küçük kıpırdanışlar büyük sonuçlar doğuracaktır. 04.10.2010 E-Posta: [email protected] |