M. Latif SALİHOĞLU |
|
Başımıza gelenler |
Bir yarış ve imtihan meydanı olan bu dünyada, fenâ haller sadece kötü insanların başına gelmez. İyi kimselerin de zaman zaman fecî durumlara düştüğü oluyor. İyilerin başına belâ ve musibet halleri geldiğinde, onları tanıyanlar bunu hayret ve taaccüple karşılar. Bazan kişinin kendisi de hayretler içinde kalır; "Bu felâket başıma nereden geldi?", yahut "Bu belâ neden benim başıma geldi?" diyerekten... Oysa, bu dünyada hiç kimse hastalıklardan, belâ ve musîbetlerden muaf değildir. Dolayısıyla, hiç kimse kendini "torpilli bir kul" şeklinde görme vehmine düşmemeli. İnsan, hiç ummadığı bir zamanda başına belâ da açılır, hasta da olur, hatta zulme de mâruz kalabilir. Bâzan da olur ki, kişinin başına hiçbir ilgisinin bulunmadığı bir iş açılır, yahut hiçbir dahlinin ve günahının bulunmadığı bir suç isnadıyla cezaya çarptırılır. Böylesine muammalı ve şaşırtıcı bir hale mâruz kalan insanın ne yapması ve nasıl düşünmesi gerektiği hususu, son derece önemlidir. Aksi halde, kişi sıkıntıdan bunalıma düşer, aklını kaybedebilir. İşte, bu tarz sıkıntılı ve karanlıklı hallere düşen günümüz insanına, Bediüzzaman Hazretleri aydınlatıcı projektörler tutarak onu şöylece teselli eder: 1) "Kader, hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık (hırsız) değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir." (Sözler, s. 428)
2) "Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adâleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor." (Emirdağ Lâhikası, s. 173)
3) "Risâle-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adâlet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa, adâletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi, bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi tecellîsidir." (Emirdağ Lâhikası, s. 316)
İşte, bu dersleri bihakkın dinleyen ve anlayan en sıkıntılı, en muztarip insan dahi teselli bulur ve büyük ölçüde bir iç huzuruna kavuşabilir. Esasında, bu tarzdaki ders ve mesajlara hepimizin şiddetle ihtiyacı var. Zira, hemen hepimizin, yakınlarımızın, yahut da iyi bildiğimiz insanların başına benzer hadiseler gelmiş veya gelebilir. Yani, kişi, itham edildiği suçu işlememiş olabilir. Üstelik işlemediği o suçtan dolayı, zulmen cezaya da çarptırılmış olabilir. Böylesi durumlarda, insanların zulmettiği, kaderin de adâlet ettiği noktasına odaklanmalı. Kaderin adâleti ise, hem gizli bir başka suçun cezası şeklinde tecellî eder, hem de bu geçici imtihan dünyasında, mâsum ve makbul kulların ihlâsını yüceltecek, âhiretteki mertebesini yükseltecek çetin imtihanlara tabi tutmak şeklinde tezahür eder.
Tarihin yorumu 28 Ekim 1940
Büyük savaş sınırımıza dayandı
Almanya ile birlikte hareket eden İtalya, 28 Ekim 1940'ta Yunanistan'ı işgal etti. Batıdaki diğer komşumuz Bulgaristan ise, zaten Almanya'nın müttefiki olarak harbe girmiş durumdaydı. Böylelikte, insanlık tarihinin en büyük ve en kanlı çarpışması olan II. Dünya Harbi, Türkiye'nin batı sınırına gelip dayanmış oldu. Bu tehlikeli durum karşısında telâşa kapılan dönemin hükûmeti, bir dizi radikal tedbirleri alma cihetine gitti. Özetle: Trakya genelinde seferberlik ilân edildi. Sınıra yakın bazı yerleşim merkezleri boşaltıldı. İstanbul'da teyakkuz hali ve yarı karartma uygulamasına geçildi. Meriç Köprüsü başta olmak üzere, Alman birliklerinin muhtemel geçiş köprülerinin ayaklarına patlayıcılar bağlandı. Çiftçilerin buğday ve sair hububat ürünlerine devletçe kotalar konuldu. Buğday siloları dolup taşarken ve birçok yerde eski buğdaylar çürümeye yüz tutarken, bir yandan da ekmeğin karne ile satılması cihetine gidildi. Vesaire... Aynı yıllarda Üstad Bediüzzaman'ın kaleme almış olduğu "Karadağ'ın bir meyvesi" başlıklı mektupta, Ve'l–Asr Sûresindeki işaretlere göre, Anadolu'nun harp meydanı olmayacağı, Müslüman ülkelerin bu harbe girmeyeceği ifade ediliyordu. Basiret gözü körleşmiş olan devrin hükümeti ise, bir yandan harp telâşesini yaşarken, bir yandan da Üstad Bediüzzaman'ı mahkemelere sevk ediyor ve eserlerini yasaklatma cihetine gidiyordu. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |