Ali OKTAY |
|
Kimi dosta varır, dosta bend olur!... |
Yahya Soyyiğit’e rahmet niyazıyla…
Pazar günü, akşama doğru telefonum çaldı. Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nun değerli sanatçısı Bahri Güngördü idi arayan. “Yahya’yı kaybettik” dedi. Sesi titriyordu. Bir an için söyleyecek bir şey bulamadım. Uzun bir zaman gibi geldi o geçen 2,3 saniyelik suskunluk. “Bahri abi başımız sağolsun. Allah rahmet etsin” diyebildim. Bahri abi “Yahya ile en son 15 gün önce provada idik. Pek iyi görünmüyordu. Ondan sonra da gittikçe kötüleşmiş. Gözleri görmez olmuş. Etrafındakileri de tanıyamıyormuş artık. Nihayet Pazar günü Hakkın rahmetine kavuşmuş” diye anlattı devamla. O üzüntüyle san'atçı dostum Ender Doğan’ı aradım. Ender, aynı zamanda Yahya abinin eniştesidir. O da oldukça üzgün bir sesle telefonu açtı. O’na da başsağlığı diledim. Allah’tan (c.c) sabırlar niyaz ettim. Pazartesi günü ikindi namazında son görevimizi yapmak için Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii'ndeydik. Caminin avlusu tamamen dolmuştu. Ne çok seveni vardı. Ahmet Özhan, Tuluyhan Uğurlu, Bahri Güngördü, Mehmet Kemiksiz, Hakan Aykut, Hüseyin Sert, Cem Murat Dişçi , Yurdal Tokcan gibi daha pek çok san'atçı dostu da oradaydı. Cenaze namazını kıldık. Mikrofonu alan bir hocaefendi oldukça içli, ağlamaklı ve yürek yakan bir sesle, “Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber / Sana gönlünü açmış duruyor Peygamber, Yahyaa” dediğinde cami avlusunda ağlamalar, tekbirler yükselmeye başladı. Namazın ardından Ümraniye mezarlığına doğru son yolculuğuna uğurladık Yahya Soyyiğit’i. 2004 yılında Dervişane albümünde beraberdik Yahya Ağabeyle. O, Veysel Dalsaldı ve Ender Doğan’la ilâhî seslendirmişlerdi. Konserlerde zaman zaman aynı sahneyi paylaştık. Birkaç yıl evvel Dost Tv’de program yaparken konuğum olmuştu. En son birkaç ay evvel Zeytinburnu Belediyesi Kültür Merkezi’nde İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nun konserinde izleyebildim. Her zaman olduğu gibi kasideleri yine Yahya Soyyğit’e okuttular. O müthiş ses, o güzelim yorum ne yazık ki hastalığın tesiri ile oldukça yıpranmıştı. Sağ tarafına inen felç sebebiyle sol koluyla sağ kolunu tutuyordu konser boyunca. Bütün rahatsızlığına rağmen yine sahnede idi. Gerçekten Yahya’sız koro artık çok eksik. Kasidelerden o eski tadı almak eminim imkânsız olacak. Her zaman tebessüm eden siması, konser salonunu çınlatan güzelim sesi hep hafızamda olacak. Bence Yahya Soyyiğit, Türkiye’de kasideyi hakkını vererek en güzel okuyan insandı. O ses ve yorumu, insanın içini coşturan Kur’ân tilâvetini başkasından bir daha aynı güzellikte dinleyebileceğimi pek sanmıyorum. Veysel Dalsaldı ile birlikte okudukları “Kimi dosta varır” ilâhisindeki kaside icrasını her dinleyişimde hep duygulanırım. Yahya Soyyiğit hafızdı. İlahiyat mezunuydu. Uzun yıllardır Ahmet Özhan yönetimindeki Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu’nda ses san'atçısı olarak görev yapıyordu. Pek çok ülkede konserler verdi. Bestekârdı, ses san'atçısıydı. Gazetemiz yayınları arasında çıkan Sada-yı Envar albümünde de kaside icra etmişti. Biri 6 yaşında olmak üzere 3 çocuk babasıydı. Son birkaç yıldır beyin tümörü dolayısıyla ameliyatlar olmuştu. Henüz 45 yaş gibi en verimli çağında aramızdan ayrıldı. Fani dünyadan ayrılıp baki dostuna kavuştu. Onu tanıyan herkesin hemfikir olduğu üzere kimseyi incitmemiş, kimseyi kırmamıştı. Halim selim bir insandı. Bu ülke çoğu zaman olduğu gibi, ne kaybettiğini belki çok sonraları anlayacak. San'atçı geçinen onca insanı nezle olsa yarım sayfa haber yapan, ama Yahya Soyyiğit gibi bir değeri tanımayan, bir haberi bile çok gören bütün medyayı -muhafazakâr medya da dahil– kınıyorum. Mekânı cennet olsun. Allah (c.c) rahmet etsin. 28.10.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
H.İbrahim CAN |
|
Rumlara onbeş milyon avro tazminat! |
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 19 Rum’un talebini kabul etti ve Türkiye’yi mahkeme tarihinin en yüksek tazminat miktarına mahkûm etti. Türkiye’nin “iç hukuk yolları tükenmedi, başvuruları Taşınmaz Mal Komisyonuna gönderin, daha önce benzeri dâvâlarda yaptınız” savunmasını da hiç dikkate almadı. Bu arada “hükümetin cevapları kabul edilemez; zira adil tatmin konusunda savunma verme süresinin sona ermesinden uzun zaman sonra sunulmuş ve Büyük Dairenin Demopoulos dâvâsındaki kararının tebliğinden neredeyse iki ay sonra sunulmuştur” gerekçesi de kararda yer aldı. “Ayrıca mahkeme başvuruyu kabul ettikten sonra, iç hukuk yolları tüketilmedi itirazı da yapılamaz” dedi. Kararda yer alan bir diğer husus ise Taşınmaz Mal Komisyonunun kanunla kurulmuş olmasına rağmen, bu komisyona başvurmayan dâvâcıların iç hukuk yollarını tüketmediğinin kabul edilmemesi oldu. Peki bütün bunların ne anlamı var? Konuya birkaç açıdan bakmak gerekiyor. Birincisi; Taşınmaz Mal Komisyonu iç hukuk yolu olarak kabul ediliyor; ancak bu komisyonun kurulmasından önce AİHM tarafından başvurusu kabul edilenler için bu durum geçerli değil. Zira iç hukuk yollarının tüketilmesi, ancak başvuruların kabulü aşamasında ileri sürülen bir ön şart. Geçen Mart ayında verilen kararda olduğu gibi, bu komisyonun kurulmasından sonra yapılan başvurular için Taşınmaz Mal Komisyonu’na başvurulmuş olması şartı aranacak. İkincisi; bizi temsil eden avukatlarımız hükümetin savunmasını mahkemeye zamanında ulaştıramamışlar. Bu yüzden savunma dikkate alınamıyor. Hukuken dâvâya bir etkisi yok bu gecikmenin. Zira savunmanın özü yukarıda belirtildiği üzere iç hukuk yollarının tüketilmediğine dayanıyor. Halbuki dâvânın esastan görüşüldüğü bu aşamada bu savunmanın anlamı yok. Üçüncüsü; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, güya mülkiyet hakkını yüceltme pahasına, tarihinin en yüksek tazminatlarına hükmederek, bir bakıma Türkiye’ye karşı önyargılı bir tavır sergilemiş oldu. Dördüncüsü; Taşınmaz Mal Komisyonunun kurulmasından önce kabul edilmiş diğer başvurularda da Mahkeme benzer şekilde tazminata hükmedebilecek. Mahkeme kararının kısa değerlendirmesi bu şekilde. İşin siyasî yönüne bakıldığında ise; Türkiye’nin bu tazminata mahkûm edilmesinin sebebi, 2005 yılına gelinene kadar AİHM yolunu Rumlara kapatacak böyle bir komisyonun kurulması adımının atılmaması. Çözümsüzlüğü politika olarak benimseyen geçmiş yönetimlerin bu tavrının bedelini şimdi ödüyoruz. Bu mahkeme kararı vesilesiyle vurgulanması gereken bir husus da AB ile imzaladığımız ve bütün AB üyelerine limanlarımızın açılmasını öngören Ankara Protokolü’nü uygulamamanın, ileride benzeri sorunlara yola açabilecek olması. Bunu önleyici adımların şimdiden atılması gerekiyor. Yaklaşık 15 milyon avro önemli bir miktar. Ama daha da önemlisi, artık Kıbrıs sorununun çözümünün vaktinin gelip geçtiğinin bir kez daha bize hatırlatılması. Umarız iki toplumlu bir çözüme en kısa sürede ulaşılır ve kangren olmuş bir yara daha şifa bulur. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hasan GÜNEŞ |
|
‘Ölmeden önce ölme’ye ‘farklı bir bakış’ |
Osmanlı tarihinin en ilginç padişahlarından birisi de Sultan II. Murad Han’dır. Padişahlığı kendi rızası ile, ileride Fatih Sultan Mehmed nâmıyla meşhur olan oğlu II. Mehmed’e bırakmıştı. İçeride isyan eden şehzadeleri ve Anadolu beylerini susturmuş, Osmanlı’yı Orta Asya’ya, geri kalan Müslümanları da Arabistan çöllerine sürmek isteyen Haçlıları mağlûp edip izzet ü ikballe saltanattan çekilmişti. O koca dünya saltanatını bıraktığında kendisi öyle yaşlı da değildi. Tarihî kayıtların çoğuna göre, saltanatı bırakıp Manisa’ya çekildiğinde kendisi kırk; şehzade II. Mehmet ise, sadece 12 yaşındaydı. Devleti hangi düşüncelerle bıraktığını tam olarak bilemiyoruz. Kendisi şehzade iken, tarihçilere göre daha on iki yaşında, birkaç tane önemli isyanı bastırmıştı. Şüphesiz Osmanlı, sistemi iyi kurmuştu ve yanındaki devlet adamlarının rolü büyüktü, ancak şehzadedeki kabiliyet dikkatleri hemen çekmişti. İyi yetişmişti ve daha o yaşlarda ciddî bir ilmî birikime sahipti. Tahta çıktığında da on dokuz yaşlarındaydı. Fetret devrini takip eden çok önemli yıllarda vazife yapmış, devleti derleyip toparlamıştı. Belki de kendisinin aynı yaşlarda gösterdiği başarıları hatırlayınca, oğlu II. Mehmed’in de aynı başarıyı sağlayacağını düşünmüştü. Ya da, şehzade kavgalarından, Bizans entrikalarından ve diğer beyliklerden çok çektiği için bunların önünü kesmek istemişti. Gerçekten bizde iç kavgalar tarih boyunca neredeyse hiç eksilmemiştir. Malûm, en çok iftihar ettiklerimizden birisi de tarihte bu kadar çok devlet kurmamızdır. Bu kadar çok devlet kurmamızın en önemli sebeplerinden birisinin de; o kadar çok bölünüp yıkılmamız olduğunu unutmamak gerekiyor. Devleti mera ve yayla olarak gören Orta Asya ve bozkır geleneği, en nihayetinde arazilerin şehzadeler arasında paylaşılması ile sonuçlanıyordu. Halk da bunu her şehzadenin tabiî hakkı olarak görüyordu. Ancak İslâmiyet’ten sonra kavramlar değişmişti. Millet de artık hizmetin ve ideallerin, birlik ve beraberliğin devamını istiyordu. Bölünmenin ve parçalanmanın zararları, Haçlı saldırıları ve Moğol istilâsı gibi korkunç felâketlerle sonuçlanmıştı. Tabi asırların kalıntılarını temizlemek kolay olmuyordu. Sultan Murad belki de söylendiği gibi yorulduğu için değil, bütün bunları düşünerek; Avrupa’nın, Doğu Roma’nın ve beyliklerin karşısında, kansız kavgasız, bölünmeden parçalanmadan gözlerinin önünde, sağlığında bir saltanat değişimi istiyordu. Ferman edildiğinde de imdada hazır olacaktı. Şehzadeler arasındaki kavga endişesiyle gözleri açık gitmek istemiyor, huzur-u kalble ölmek istiyordu. Kim bilir, belki de yedi sene sonra, bir devlet adamı için çok genç denilecek yaşta vefat edeceğini hiss-i kable’l-vuku ile sezmiş ve hazırlık yapıyordu. Her ne ise bilindiği gibi, Sultan Murad’ın muradı gerçekleşemedi. Saltanattan çekilir çekilmez, Haçlılar dev bir ordu kurup Osmanlı topraklarına doğru yürüdüler. Bir kısım beylikler harekete geçtiler. İkinci Murad göreve çağrıldı. Reddedince de, padişah fermanı ile Osmanlı ordularına komutan tayin edildi. Zaferden sonra devlet ricalinin ısrarı ile padişahlığı tekrar kabul etti. Her ne kadar Sultan Murad’ın hedeflediği değişim sağlığında gerçekleşmedi ise de, Fatih Sultan Mehmed ihtilâflardan uzak rahat bir padişahlık yaptı. İç kavgalara maruz kalmadı. İstanbul’u, Balkanlar’ı, Kırım’ı ve Anadolu’nun kalan kısımlarını fethederek Osmanlı’nın adını tarihe altın harflerle yazdırdı. Ordusuyla birlikte, Peygamberimizin (asm) medh ü senasına mazhar oldu. Bu neticeye bakıldığında Sultan Murad için maksat hâsıl olmuş denilebilir. Zaten Osmanlı padişahları sağlıklarında şehzadeleri sancaklara gönderir, orada küçük yaşlarda devlet yönetimini öğrenmesini sağlarlardı. Demek ki, onlar bu işin şuurunda idiler. Konumuz tarih olmadığı için belki de bütün bunları niçin anlattığımız merak edilecek. Bütün bunları Emirdağ Lâhikası’ndaki “Ölmeden önce ölünüz!” hadis-i şerifi ile ilgili konuyu okuyunca hatırladık. Biz bu hadis-i şerifi hep, dünyanın geçiciliğini, faniliğini hatırlayıp; nefsin istek ve arzularından vazgeçip ahirete çalışmak ve ahiretimizi kurtarmak olarak anlardık. Meğer bir de padişahlıktan, krallıktan, parti başkanlığından ve daha nicelerinden de vazgeçmek de varmış. En nihayet ölüm mukadder olduğuna göre, geride kalanların da yönetime bir şekilde hazırlanması için önünü açmak da bu mânâya dâhilmiş. Günümüz siyaset manzarasına bakıldığında, ölmeden önce ölmenin kaçınılmaz olan gerçek ölümden daha da zor olduğunu fark etmek mümkün. Neyse biz siyaseti bir yana bırakarak Risâle-i Nur’daki konuyu anlamaya çalışalım ve dersi öncelikle kendi nefsimize okuyalım. Bediüzzaman Hazretleri mektubunda şöyle diyor: “Size hayatımda vefattan sonra elinize geçecek manevî malımı ve hukukumu size vermeye ve ‘Ölmeden önce ölünüz!’ sırrına binâen, ölümden evvel sizi bilfiil varis yapmaya dair bir Nur şakirdi sordu ki: ‘Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kalacaksınız.’ “Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakikî ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre her birisi maldan bir kısmına hakikî mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden evvel vârislere verilse; emvâl-i uhrevî gibi her birisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; her birisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in irsiyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu olmaz, belki tam bir genç Said olur. Meselâ o emval, emvâl-i Nuriye, farazâ bir hazine kadar olsa, binler Nurculara tevziâtta, taksimâtta yirmişer, yüzer altun düşebilir; fakat vefat etmeden onları onlara vermek, bir sırr-ı azîme binâen, her birine istidadına göre, haslara bir milyon birden düşebilir. Bu sırrın bir sırrı var, şimdi izah edemem.”* Bediüzzaman Hazretleri, burada İhlâs Risâlesi’nden aşina olduğumuz lâmba misalini vererek, sevapların, hizmetlerin ve hâsıl olan neticenin bölünmeden parçalanmadan herkese aynı miktarda aksedeceğini, yansıyacağını beyan ediyor. Osmanlı, demek ki, bu sırrı bir nebze anladığı için, şehzadelerin eğitimlerinde ve sancaklarda yetkilendirmeleriyle asırlarca dünyaya hükmetmişler. Aksi takdirde diğerlerinde olduğu gibi her birkaç nesil değişiminde beyliklere bölünüp yok olup giderlerdi. Konuyu daha iyi anlamak için mektubun tamamını İhlâs Risâleleriyle birlikte dikkatlice okumak gerekiyor. Tarihten sunduğumuz kesit ise sadece bakış açımızı biraz daha genişletmek ve zenginleştirmek içindir.
Dipnot: * Emirdağ Lâhikası, s. 182. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yolsuzluktan çıkış |
Cemiyeti kemiren, ‘vücudun içine giren kurt’ olarak görülmesi gereken ciddî bir hastalıkla karşı karşıyayız. Bu hastalık belki de ‘kanser’den daha fazla zarar veriyor, ama maalesef farkında değiliz. Farkında olmadığımız bu manevî hastalık ‘yolsuzluk’ olarak isimlendirilmiş. Elbette o da bir ‘yol’dur, ama ‘doğru yol’ olmadığı herkesin bildiği bir durum. Teknoloji gelişip her köşe başına bir ‘kamera’ yerleştirilebildiği halde yolsuzlukla başa çıkmak mümkün olmuyor. Bu durum sadece Türkiye’yi ilgilendiren bir problem de değil. Az çok bütün dünya ülkeleri bu hastalıkla karşı karşıya ve çare arayışı sürüyor. Hemen ifade edelim ki, bu hastalığa karşı tek çare var: ‘Kamera’ları sokaklara ya da odalara değil, ‘kalp’lere yerleştirebilmek! Akla hemen şöyle bir soru gelebilir: “Yolsuzluk yapanlar arasında da ‘mütedeyyin’ olarak bilinen insanlar var, buna ne demeli?” Böyle ciddî bir sorunun fıkhî cevabını ilahiyatçı hocalarımıza bırakıp şu kadarını söyleyebiliriz: “Dünya bir imtihan yeri. Her ‘insan’ nefis taşıyor ve üstelik insanları kötülüğe sevk eden ‘şeytan’ gibi bir büyük düşmanla karşı karşıyayız. Dolayısı ile herkes bu tehdit ve tehlike ile karşı karşıya. İnanç ne kadar sağlam olursa, yolsuzluk o nisbette azalır.” Hemen her gün birbirinden daha fecî yolsuzluk haberleriyle karşılaşıyoruz. Bu durum, vatandaşın güvenini de sarsıyor. Yolsuzlukla suçlananların hak ettikleri cezayı alıp almadıkları da ayrı bir tartışma konusu. Türkiye’nin bu konudaki ‘karne’sinin hiç de iyi olmadığı ortada. Şeffaflık Derneği yöneticileri, Türkiye’nin 2010 yılı yolsuzluk algı endeksinin, 178 ülke arasında geçen yıla göre değişiklik göstermediğini ve 4,4 oranında olduğunu açıklamış. (AA, 26 Ekim 2010) Yani, ülkemiz; 10 üzerinden 5 bile alamamış! (Alınan puan düştükçe, yolsuzluk artıyor.) Yolsuzluktan sınıfta kalan ülkeler arasında Türkiye’nin de 56. sırada yer almış olması bizi ciddî ciddî düşündürmeli değil midir? Araştırmalar, gelişmekte olan ülkelerde yolsuzluğun daha çok olduğunu da ortaya koyuyor ki, bu da ayrı bir dert. Zaten Türkiye’nin hâl ve gidişine bakıldığında ‘devlet imkânları’nın yolsuzluğa değil de, ‘yolunda’ gitmesi halinde fakirlik zincirinin kısa sürede kırılacağı söylenebilir. “Yolsuzluk”tan çıkıp, işleri ‘yoluna’ koyabilirsek sıkıntılarımızı aşmamız mümkün. Ama şunu unutmamalıyız: Kameraları, kayıt cihazlarını sokaklara ve odalara değil; insanların kalplerine, akıllarına ve ruhlarına koymayı başarmalıyız. Bunun yolu da imanlı ve inançlı nesiller yetiştirmekten geçiyor. Başka bir çaresi olan varsa söylesin; onu dinleyelim! 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
İlelebet yaşayacak cumhuriyet |
Bir fazilet rejimi olarak tarif edilen Cumhuriyet, seksen yedinci yılına önemli tartışmalar eşliğinde giriyor. Kanıyla canıyla savunduğu ülkesinin idaresini kendisine teslim eden cumhuruna arkasını dönerek Cumhuriyet projesini hayata geçiren kurucu iradenin ulus-devlet ve laiklik temellerine oturtmaya çalıştığı Cumhuriyetle ilgili sorulması gereken bazı temel sorular vardır. Bu soruların -gocunmadan, gücenmeden- hakkı teslim etme çabasıyla cevap bulması huzur iklimlerinin de ilk adımı olacaktır. “Cumhuriyet mi faziletli insanı doğurur, faziletli insanlar mı cumhuriyeti inşa eder?” sorusu, üzerinde yaşadığımız toprakların hangi sistemle yönetilirse yönetilsin fazıl bir cumhur olmadan huzura kavuşamayacağı ile ilgilidir. O halde kanını, canını, malını ve ömrünü bu ülke için feda eden fazıl insanların kurucu irade tarafından neden yok sayıldığı, bununla neyin amaçlandığı pratik uygulamalarla anlaşılmış olsa da, cevaplanması ve ders çıkarılması gereken bir sorudur. Zira, “Oğul, insanı yaşat ki devlet yaşasın” öğüdüne ram olmak için Şeyh Edebali’nin önünde diz çöken Osman Gazi’ye fazıl imparatorluğun yolunu açan anlayışın temelleri ruh güzelliğinin yansıması olan faziletle bezenmiş insanlarla atılmıştır. İslâm ahlâkından beslenen bu anlayış, herkese iyilik yapmayı ve adaletli davranmayı insan olmanın gereği sayan insanların yaşadığı huzur toplumlarını da beraberinde getirmiştir. Bundan yoksunluk ise acı çöküşlerin, kopuşların, yozlaşmaların ve yok oluşların başlangıcı olmuştur. Bugünkü fotoğraf bundan ibarettir. O halde “Fazilet hissi insanlarda, Allah korkusundandır” mısraında kendini bulan anlayışın, bütün rejim tartışmalarını ve arayışlarını ortadan kaldırarak huzur tohumlarını ekebileceği göz ardı edilmemelidir. Can alıcı diğer bir soru; Cumhuriyet projesinin dayandığı entelektüel zeminin beslendiği kaynakların ne olduğu ile ilgilidir. Bu kaynaklarda ısrarlı olunup olunmayacağı hususu son derece önemlidir. Koskoca bir imparatorluğun çöküşünü hızlandıran sefihliğin taklit edildiği Batı medeniyetinin sefih unsurları, kurucu iradenin çağdaşlık algısıdır. Bu algı, öz değerlerden uzaklaşmayı, kendi değerlerini reddetmeyi beraberinde getirmiştir. Bugün iki medeniyet arasında eşikte gezinen bir milletin bu dualiteden nasıl kurtulacağı sorusu, topyekûn bir öze dönüş hareketinin de nasıl gerçekleştirileceği ile ilgilidir. Bu bağlamda bir cumhuriyet denemesi olarak sayılabilecek Meşrûtiyet’e din adına sahip çıkan ve gerçek cumhuriyetin nasıl olması gerektiği dersini veren Bediüzzaman’ın ombudsmanlığı önerilebilir. Batı medeniyeti ile Kur’ân medeniyetinin ayrılma ve birleşme noktalarını çok iyi tesbit ve tahlil eden Bediüzzaman’ın yol haritası, ilelebet yaşatılacak bir cumhuriyetin de anahtarıdır. Buna yanaşmayanlar şu soruyu da cevaplamalıdırlar: Din dışılığa yaslanan katı bir laiklikle birlikte, milliyetçilik ve Atatürkçülük gibi ideolojik yaklaşımlarla inşa edilen cumhuriyet; bu zihniyetin uyguladığı projelerle nasıl bir başarı elde etmiştir? On yılda on milyon genç yaratma iddiasıyla yola çıkanlar, mukaddesata sırtını dönenler, sık sık “cumhuriyetin kazanımları”ndan söz edenler, seksen yedi yıllık sergüzeştin genel manzarasından memnun mudurlar? Değerlerini yitirmiş kaybedilmiş nesiller, ahlâkî yozlaşmayla birlikte gelen kokuşmalar, her alanda yaşanan yozlaşmalar, hayat gayesini unutmuş insan tipleri, çılgınlıklar, cinnetler, anarşik ruh halleri… çözülemeyen Kürt sorunu karşısında bölünme tehlikesi, etnik tartışmalar, tartışılan kurumlar, tartışılan bir cumhuriyet… Bediüzzaman’ın yol göstericiliğini kabul etmeyenler hiç olmazsa şunu anlamalıdırlar: “Adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” temellerine dayanan bir cumhuriyet ve milletin hissiyatına ve değerlerine sahip çıkan “toplumsal sözleşmeler”i imzalayacak bir meclis; ancak bu değerleri içselleştiren bir insan tipiyle mümkün olabilecektir. Bu yoksa, cumhuriyetimiz de şekil ve resimden ibaret kalmaya mahkûmdur. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Hz. Cercis (as) üzerine |
Mustafa Bey: “Cercis Aleyhisselâm hakkında bilgi verir misiniz?”
Cercîs Aleyhisselâm Îsâ Aleyhisselâm’ın dîni üzere gelmiş ve Îsâ Aleyhisselâm’ın dînini tebliğ etmiş nebîlerdendir. Filistin’in Remle kasabasında doğdu, Filistin ve Şam civarında yaşadı. Şehirleri gezer, ticâret yapardı. Hıristiyanların St. Georges adıyla tanıdığı Cercîs Aleyhisselâm gezip gördüğü şehirlerde Hazret-i Îsâ’nın dînini yaymaya çalışırdı. Vazifesi esnasında bir çok kişi ona tabi olarak Müslüman oldu. Cercîs Aleyhisselâm fakîr, fukara ve yoksul için ticâret yaptığını söyler, yıl sonu geldiğinde kazancını hesaplar, sermayesini yanında alı koyar, kazancının tamamını fakir fukaraya dağıtırdı. Derdi ki: “Benim çalışmam fakir fukara içindir. Ben çalışayım ki, onlar rahat etsinler. Eğer bu maksudum olmasa, bütün malımı fukaraya baştan yağma ettirirdim. Kendim de bir köşede oturur, Allah’a ibâdet ederdim.” Cercîs Aleyhisselâm ile ona uyan Müslümanlar başlangıçta çok gizli hareket ettiler, kâfirlerin şiddetlerini üzerlerine çekmemeye çalıştılar. Çünkü o devirde puta tapıcılık ve kâfirlik çok şiddetli idi. Günlerden bir gün Musul şehri Kralı Dâdiyan som altından bir put yaptırmış, halkı puta tapmaya çağırmıştı. Halk da bölük bölük gelmiş, Eflun denilen bu puta tapmıştı. O sıralarda Musul’da bulunan Hazret-i Cercîs (as) bir gün Dâdiyan’ın huzuruna çıkmaya karar verdi. Arkadaşlarına: “Bu gizlilik içinde ne zamana kadar kalacağız? Kişi dini yolunda gerekirse ölmelidir! Kâfirler yanında zelil yaşamaktan iyidir. Ne kadar malım varsa size veriyorum. Fukarayı gözetin. İhsanınızı eksik etmeyin. Ben bugün Kralın huzuruna çıkıp hakkı tebliğ edeceğim. Eflun’a tapmanın yanlış olduğunu bildireyim. Gittiği yolun batıl olduğunu haber vereyim. Müslüman olmasını teklif edeyim. Ola ki, Hak Teâlâ ona insaf vere de Müslüman ola! Cümleniz de onun belâsından emîn olasınız! Yahut da gazapla bana işkence ede ve öldüre!” dedi. Allah’a sığındı ve Kral Dâdiyan’ın huzuruna çıktı. O sırada Kral, Eflun’a tapmayanların da bulunduğunu haber almış, kızgınlığından küplere binmiş vaziyetteydi. Cercîs Aleyhisselâm dedi ki: “Ey Kral! Allah’ın kullarına kızarsın! Oysa sen de Allah’ın bir kulusun! Onlar da Allah’ın kullarıdırlar ki, Allah onları senin elinde kıldı. Ve sana muhtaç eyledi. Bu halkı secde etmeye çağırdığın put mel’undur! Senin Allah’ın vardır ki, seni ve bütün varlıkları O yaratmıştır. Bütün mahlûkat O’nun kullarıdırlar. Bütün mahlûkata O rızık verir. Bütün mahlûkata hayat veren, diri eden, yaşatan ve öldüren O’dur. Seni yaratan Allah’ı bırakıp senin gibi bir mahlûku altından ve gümüşten düzdürüp, ilâhımdır dersin! O nedir ki, ona ilâh dersin? Ne faydası vardır, ne zararı? Sen gel de Müslüman ol. Bak ne büyük fayda göreceksin! Küfrü terk et. Eflundan vazgeç.” Kral Dâdiyan kızgınlığından ağzı köpürmüş vaziyette Cercîs Aleyhisselâm’a baktı ve bağırdı: “Sen kimsin behey adam? Sen nice kişisin? Nereden geldin ki bana anlaşılmaz sözler söylersin?” Cercîs Aleyhisselâm gayet sakin cevap verdi: “Ben Cenâb-ı Allah’ın zayıf ve hakir bir kuluyum! Geldim ki seni Allah’a dâvet edeyim! Sana hakkı tebliğ edeyim ki, puta tapmaktan ve halkı puta taptırmaktan vazgeçesin de artık Allah’a dönesin. Allah’a ibâdet edesin!” Dâdiyan daha da sinirlendi. Fakat Cercis Aleyhisselâm’ın fikirlerini aklınca çürütmeden onu cezalandırmayı makamına uygun bulmadı. Dedi ki: “Senin övdüğün ilâh eğer gerçekten de dediğin gibi olsaydı, seni böyle aç ve sefil bırakır mıydı? Görmez misin benim ilâhım bana nice mertebeler verdi! Bu gördüğün halkın içinde nice zenginler vardır. Cümlesi de bu Eflun’un uğurlu inancıyla zengin oldular...” Cercis Aleyhisselâm: “Allah isterse bu dünyada verir, isterse âhirette verir. O verdiği zaman ebedî olarak verir. Bu dünya geçicidir. Kaç günlük krallığın var? Hiç düşündün mü? Devlet dediğin ebedî olmalı! Nimet dediğin sonsuz olmalı! Lezzet ve keyif dediğin hesapsız olmalı! Senin sahip olduğun bütün varlıklar ise yok olmaya mahkûmdur!” Cercis Aleyhisselâm Kral Dadiyan’a tebliğini yaptı, fakat bedelini canıyla ödedi. Kral ona dayanılmaz işkenceler yaptırdı. Ağaçlara bağlattı. Mübarek vücudunu demir taraklarla tarattı. Ateşten ve kaynar sulardan geçirdi. Cercîs Aleyhisselâm her türlü işkenceden mu'cize eseri sağ olarak kurtuldu. Mücadelesinden yılmadı. Fakat nihayet bir gün bu işkencelerle şehit oldu.1 Bediüzzaman Hazretleri, bütün çilelere katlandığını ifade ederken Hazret-i Cercis’ten (as) örnek veriyor: “Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.”2 Keza; Bediüzzaman, sabır ve şükrü tavsiye ederken Cercis Aleyhisselâmı hüsn-ü misal gösteriyor: “Kemâl-i sabır içinde şükür etmekle mükellefiz. Ve cildleri ve derileri soyulan Cercis Aleyhisselâm gibi, binler, milyonlar hakikat mücâhidlerinin hakaik-ı imaniyenin kudsî hizmetinin bir nümûnesine mazhar olan Nur Şakirtlerinin çektikleri zahmetler, o eski zatların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde, İnşâallah birdirler ve beraberdirler.”
Dipnotlar: 1- Tarih-i Taberî, 2/186. 2- Emirdağ Lâhikası: s. 455. 3- Tarihçe-i Hayat, s. 509. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Hayata, hayat katmak! |
Hayata hayat katmak için, hayata son vermeli! Ne demek? “İntihar mı edelim yani?” “Hayır, asla!” Bu, şu demek: Hayata son vermek fiilen değil, fikren olmalı. Bediüzzaman’ın deyimiyle “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmeli”. Hazret-i Peygamberimiz (asm): “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” 1 diyor ya, işte, bunu yapmalı. Sonu olan bir dünya hayatı için sonsuz emel beslemek, iz’ânın harcı değil. Peki, hayata, nasıl hayat katılır? Risâle-i Nur’da: “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz” 2 deniyor, bir formül sunuluyor! Bunu yapsak yetecek. Aksi hâlde: İnsan zihnen, fikren dünya hayatına râm olursa, memâta yer kalmıyor. Halbuki mevt ahiretin, ebedî hayatın kapısı. Bunun için, önce mevti, akibeti düşünmek ve hayatı da ona göre tanzim etmek gerekiyor. Her şeyin bir sonu olduğunu; her şeyin geçici, zeval bulucu bulunduğunu aklından çıkarmayan insan, teyakkuzda bulunur. Bağlanmaz fânilere. Öyle olunca, tadılanlar, gerçek tat; sürdüğü de, gerçek hayat olur daima. Günlerini, aylarını, yıllarını; hülâsa, ömrünü israf etmemeye gayret gösteren insan, “hakikî ömür” olan elindeki zamanı, içinde bulunduğu ânı iyice değerlendirir, ondan da tam tat alır. Böylece, hayatı, hayatlanır. “Ömrün israfı olur mu?” diye sorulacak olursa, verilecek cevap elbette ki, “Evet”tir. Günleri gün etmek, yarını düşünmemek; ibadeti, tâatı aksatmak, hatta ihmal etmek; zevkle sefayla debdebeli hayat sürüp emirden, tekliften uzak durmak; o güzelim yılları harman gibi savurmak ömrü israf etmek değilse, nedir? Demek ki, ahiret endişesi, ölümü sık düşünmek, onunla hemhâl olmak hayatın kalitesini arttırıyor. Daha izzetli, daha iffetli, daha lezzetli bir hayat yaşamayı netice veriyor ölümü anmak, onu zikretmek. Dolayısıyla, hayattaki yanlışlara bir durakta son vermek, kayda değer mertliktir. Aklın şe’ni de budur! Durdurmak mümkün değil, seyelan ediyor zaman. Her nefeste Rabbini yâd edebilen insan, bir cihette zamanı ibkâ etmiş sayılır. Namaz, niyaz, hüsn-ü amel mü’minin “kıymet”leri; bunlarla hayatlanan hayatın, zînetleri. Onun için, “Daha ölmeden önce ölmek” gerekir. Hayata, hayat için…
Dipnotlar: 1- İbni Mace, Zühd: 31. 2- Sözler (yt), 134. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Başımıza gelenler |
Bir yarış ve imtihan meydanı olan bu dünyada, fenâ haller sadece kötü insanların başına gelmez. İyi kimselerin de zaman zaman fecî durumlara düştüğü oluyor. İyilerin başına belâ ve musibet halleri geldiğinde, onları tanıyanlar bunu hayret ve taaccüple karşılar. Bazan kişinin kendisi de hayretler içinde kalır; "Bu felâket başıma nereden geldi?", yahut "Bu belâ neden benim başıma geldi?" diyerekten... Oysa, bu dünyada hiç kimse hastalıklardan, belâ ve musîbetlerden muaf değildir. Dolayısıyla, hiç kimse kendini "torpilli bir kul" şeklinde görme vehmine düşmemeli. İnsan, hiç ummadığı bir zamanda başına belâ da açılır, hasta da olur, hatta zulme de mâruz kalabilir. Bâzan da olur ki, kişinin başına hiçbir ilgisinin bulunmadığı bir iş açılır, yahut hiçbir dahlinin ve günahının bulunmadığı bir suç isnadıyla cezaya çarptırılır. Böylesine muammalı ve şaşırtıcı bir hale mâruz kalan insanın ne yapması ve nasıl düşünmesi gerektiği hususu, son derece önemlidir. Aksi halde, kişi sıkıntıdan bunalıma düşer, aklını kaybedebilir. İşte, bu tarz sıkıntılı ve karanlıklı hallere düşen günümüz insanına, Bediüzzaman Hazretleri aydınlatıcı projektörler tutarak onu şöylece teselli eder: 1) "Kader, hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık (hırsız) değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir." (Sözler, s. 428)
2) "Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adâleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulmediyorlar. Fakat kader, senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor." (Emirdağ Lâhikası, s. 173)
3) "Risâle-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adâlet tecellî eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa, adâletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi, bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin bir nevi tecellîsidir." (Emirdağ Lâhikası, s. 316)
İşte, bu dersleri bihakkın dinleyen ve anlayan en sıkıntılı, en muztarip insan dahi teselli bulur ve büyük ölçüde bir iç huzuruna kavuşabilir. Esasında, bu tarzdaki ders ve mesajlara hepimizin şiddetle ihtiyacı var. Zira, hemen hepimizin, yakınlarımızın, yahut da iyi bildiğimiz insanların başına benzer hadiseler gelmiş veya gelebilir. Yani, kişi, itham edildiği suçu işlememiş olabilir. Üstelik işlemediği o suçtan dolayı, zulmen cezaya da çarptırılmış olabilir. Böylesi durumlarda, insanların zulmettiği, kaderin de adâlet ettiği noktasına odaklanmalı. Kaderin adâleti ise, hem gizli bir başka suçun cezası şeklinde tecellî eder, hem de bu geçici imtihan dünyasında, mâsum ve makbul kulların ihlâsını yüceltecek, âhiretteki mertebesini yükseltecek çetin imtihanlara tabi tutmak şeklinde tezahür eder.
Tarihin yorumu 28 Ekim 1940
Büyük savaş sınırımıza dayandı
Almanya ile birlikte hareket eden İtalya, 28 Ekim 1940'ta Yunanistan'ı işgal etti. Batıdaki diğer komşumuz Bulgaristan ise, zaten Almanya'nın müttefiki olarak harbe girmiş durumdaydı. Böylelikte, insanlık tarihinin en büyük ve en kanlı çarpışması olan II. Dünya Harbi, Türkiye'nin batı sınırına gelip dayanmış oldu. Bu tehlikeli durum karşısında telâşa kapılan dönemin hükûmeti, bir dizi radikal tedbirleri alma cihetine gitti. Özetle: Trakya genelinde seferberlik ilân edildi. Sınıra yakın bazı yerleşim merkezleri boşaltıldı. İstanbul'da teyakkuz hali ve yarı karartma uygulamasına geçildi. Meriç Köprüsü başta olmak üzere, Alman birliklerinin muhtemel geçiş köprülerinin ayaklarına patlayıcılar bağlandı. Çiftçilerin buğday ve sair hububat ürünlerine devletçe kotalar konuldu. Buğday siloları dolup taşarken ve birçok yerde eski buğdaylar çürümeye yüz tutarken, bir yandan da ekmeğin karne ile satılması cihetine gidildi. Vesaire... Aynı yıllarda Üstad Bediüzzaman'ın kaleme almış olduğu "Karadağ'ın bir meyvesi" başlıklı mektupta, Ve'l–Asr Sûresindeki işaretlere göre, Anadolu'nun harp meydanı olmayacağı, Müslüman ülkelerin bu harbe girmeyeceği ifade ediliyordu. Basiret gözü körleşmiş olan devrin hükümeti ise, bir yandan harp telâşesini yaşarken, bir yandan da Üstad Bediüzzaman'ı mahkemelere sevk ediyor ve eserlerini yasaklatma cihetine gidiyordu. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Hoş bir seda |
Hayat bu… Birçok hâli vardır. İnsan fıtratı değişiktir. Birini yüzüne karşı övmek hiç makbul sayılmamıştır. Onu mahvetmek olarak da kabul edilmiştir. “Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez” buyuruluyor Nisa Sûresi 36. âyette. “Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ” demişti Bediüzzaman. Ve “Kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez“ denilmektedir. Şanlı Yavuz’un şu hâli ibretliktir: Mısır seferinden dönerken Üsküdar’da onu büyük bir debdebe ile bekleyenlerin haberi kendisine ulaştığında, bundan hoşlanmamış; bir gece vakti maiyeti ile gizlice Topkapı Sarayı’na ulaşmıştır. Tarih bunun bir çok örnekleri ile doludur. “Büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir” sözünü buna ekleyebiliriz. Buhârî buna şununla katkı yapar: “Kendini övmek, rüzgârla karın doyurmaya benzer” Shakespeare’nin şu sözü de enfestir: “Yaptığını öven, yaptığını yıkar” der. Kibir hiçbir zaman sevilmez. Böyle bir insanın yanında bulunmak her samimî insanı sıkar. Bunu dile getiren birçok atasözü de vardır: “Kendi kendini metheden itibardan düşer.” “Övüngen adam sonunda önüne bakar” “Sahibini övmekle at yarış kazanmaz.” “İyilik et kele, övünsün ele.” Şimdi hayatlar böyle şeyler ile dolu. Kusur ve noksanlar ile dolu insanın kendini övmesi kadar basit bir şey olamaz. Mekke’den Medine’ye hicret eden Fahr-i Kâinat’ı (asm) insanlar büyük bir sevgi ve kasideler ile karşılarken, o (asm) başını devesinin sırtına doğru eğmişti. Buna “tevazu” denildi asırlarca. “Büyük görünme, küçülürsün” de denilmişti. Simone Weil ise, buna bir başka bir yorum getirir: “Zeki oluşu ile övünen insan, hücresinin büyüklüğü ile övünen idam mahkûmu gibidir.” Epikür de söyle seslenir: “Basit bir ruh mutlaka övünür; felâketle de yere serilir.” Ve böylesine uzayıp gider. Övünenler unutulur, hatta tahkirlerle yâd edilir. Öğünmeyenler ise tarihe altın harfler ile yazılır. Hoş bir sadâ bırakırlar. Yaptıklarını dünyada bitirmezler onlar. Siz onları simalarından tanırsınız. Öyle bir hâlle karşılaştıklarında yüzleri kızarır. Edep ve haya timsalidirler. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Kirli gizli savaş”a seyirci… |
Türkiye, Afganistan’da ve Irak’ta Amerikan işgaline tam destek verirken, bu iki ülkedeki işgal, katliam ve zulme dair “gizli belgeler” dünyayı sarsıyor… Bilindiği gibi, “Kalıcı özgürlük operasyonu” paravanında Asya ve Hazar Havzasındaki enerji rezervleri ve hatlarını ele geçirme adına Afganistan’ı çeyrek asra yakındır işgal eden ABD, bölgesi dışında istimal edilen NATO perdesi altında bu kirli savaşı sürdürüyor. Önce bir milyon Afganlının öldürülmesine varan “savaş plânları”ndaki ABD’nin “Afganistan işgal projesi” ortaya çıktı. İşbirlikçi Karzai yönetimini dahi “şoke” eden “Afganistan’ı istikrarsızlaştırma faaliyetleri” ile ilgili olarak Wikileaks internet sitesinde Amerikan ordusunun “gizli Afganistan savaşı”nın 92 bin belgesi deşifre edildi. Amerikan kamuoyunu ve işgal ortağı İngiltere’yi sarsan Amerikan tarihinin en büyük gizli bilgi sızıntısına göre, işgalciler, “yeni dünya düzeni” maskesi altında, türettiği “Taliban” bahanesiyle çoğu “kaza” sürü verilen baskınlar ve saldırılarla işgale karşı direnen ve hatta Bush’un “Bize taraf olmayan düşmanımızıdır!” ayırımıyla işgali alkışmayan sivil Afganlıları ve Pakistanlıları garip ve sistemli olarak katledildiği kaydedildi. Güya “Taliban sanılarak”, her defasında çoğu çocuk ve kadın yüzlerce sivilin çeşitli yöntemlerle acımasızca ve hunharca öldürüldüğü ortaya çıktı. Yolcu otobüslerinin tarandığı, düğün yerlerinin ve köylerin bombalandığı, tamamen silâhsız mâsum halktan oluşan konvoylara hava saldırılarının düzenlendiği, seri suikastlarle cinâyetlerin işlendiği belgelendi.
İŞGALCİLERİN İPLİĞİ Bunun önemli bir kısmının da hâlen “gizli” kaldığı, dahası sözkonusu 92 bin belgeli raporda açığa çıkan tertip olaylarının, öldürülmelerin, ancak binde biri olduğu bildirildi. Nitekim peşinden “gizli savaş”a dair 15 bin belge daha sızdırıldı… Üstelik işgalciler, Afganistan’daki bu soykırımda yüzbinlerce coninin harcamalarını, Afganlılara sıkılan kurşunların, silâh ve bombalama masraflarını NATO paravanında kendisine destek veren NATO üyelerinden tahsil ettiği belirtildi… Ancak kirli “gizli savaş”ın Afganistan’la sınırlı kalmadığı anlaşılmakta. “Barış ve özgürleştirme” sloganıyla, “kitle imhâ silâhı” ve “El Kaide” yalanıyla Irak’ı işgalle iki milyon Iraklıyı katledip petrol ve enerji kaynaklarını talân ederek kargaşa ve kaosa sürükleyerek bölünmenin eşiğine getirdiği Irak’ta da işgalciler, aynı kirli “gizli savaş projesi”ni işleme koydukları ortaya çıkmakta. ABD’nin Afganistan’daki kirli çamaşırlarını ortaya seren 92 bin gizli belgeyi Temmuz ayında yayınlayan Wikileaks sitesi, tarihin en büyük istihbarat bombalarından birini patlatarak, Irak’ta yaşanan sivil katliamları, tecâvüz ve işkence gibi olayları ortaya seren 392 bin belgeyi gözler önüne sermekte. Ne var ki bu dehşete karşı Washington’un tavrı, “sirkatini söylemek”ten öteye geçmemekte. ABD Savunma Bakanlığı, Amerikan ordusunda görevli birçok kişinin bile kolay kolay ulaşamadığı bu belgelerin sızması üzerine, öncelikle Irak halkından ve bütün dünyadan “özür” dilemek yerine, belgeleri ortaya çıkaranları hesaba çekmekte. Bağdat’ın doğusunda görev yapan “ABD’nin diplomatik ve askerî sırlarıyla çok gizli belgeleri yayınlayıp Amerikan ordusunun itibarını sarstığı” suçlamasıyla, 23 yaşındaki Amerikalı askerî istihbarat uzmanı er Bradley Manning’i tutuklayıp yargılamakta! Bu “gizli savaş” vahşetini işleyenler değil, “gizli belgeleri” ifşa edenler, “ABD’nin ipliğini pazara çıkardığı için” cezâlandırılmakta!
KİRLİ SAVAŞA VE İŞGAL Doğrusu, Manning’in Wikileaks’le ilk bağlantısını sağlayan ABD’de yaşayan Adrian Lamo irtibat kurduğu bilgisayar korsanı “Bradass87” takma adlı kişinin internette yazdıkları, insanın kanını dondurmakta. “İnsanların gerçekleri görmesini istiyorum. Çünkü elinizde bilgi yoksa halk olarak doğru kararlar alamazsınız. 8-9 ay boyunca gizli dosyaların arasında çalışırsan, inanılmaz şeyler, berbat şeyler görürsen, bunları aslında halkın bilmesi gerektiğini, Washington’daki karanlık bir odadaki serverda saklanmaması gerektiğini düşünürsen... Sen ne yaparsın? Guantanamo, Bagram, Bucca ya da Taci... Burada olanlar 6.7 milyar insanı etkiliyor. 2004-2009 arasında Irak’ta olanlara dair yarım milyon belge...” ifâdeleri, işgalci zâlimlerin yaptıklarını su yüzüne çıkarmakta. Aslında “gizli belgeler”deki “Türk özgürlük savaşçıları” nın 15-20 Kasım 2003 tarihleri arasında İstanbul’da HSBC binası, İngiltere Başkonsolosluğu ve iki ayrı sinagogu hedef alan intihar saldırılarını organize eden El Kaide üyeleri olabileceği ön bilgisi, ABD’nin küresel “gizli kirli savaşı”nın işgal altındaki Afganistan ve Irak’la sınırlı kalmadığının itirafı. 57 kişinin öldüğü, 700 kişinin yaralandığı İstanbul’u kana bulayan bombalamaların “gizli belgeleri”, işgalci zâlimlerin küresel egemenlik ve çıkarları uğruna neleri yapabileceğinin “belgesi” olmakta… Ve bütün bunlar olurken, Ankara’dan ses sedâ çıkmamakta. ABD’nin en yakın işgal ortakları ve en ileri müttefikleri bile rahatsızlıklarını iletip Afgansitan’dan askerlerini çekerken, Türkiye hâlâ bu menhus kirli savaşa ve işgale ortak olmakta! AKP iktidarı, ek askerî birlik gönderip Mehmetçiği conilere kalkan yaparak cepheye sürüp Müslüman Afgan halkına karşı “savaş ortağı” yapıp ateşin içine atmakta! Irak işgaline Türkiye’deki üsleri açan ve “Irak’ta savaşan bay ve bayan kahraman Amerikan askerlerinin ülkelerine sağ-sâlim dönmeleri için dua ettiğini” söyleyen “Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı” Başbakan’dan ve hükûmetten hiçbir açıklama gelmemekte! Türkiye’yi bu kirli savaşın parçası haline getirilmekte! Peki neden? 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Münih-Augsburg notları |
Birlikte olamadığımız günlerde, hafta sonunda Münih’te düzenlenen “Üstadı anma programı” için gittiğimiz Almanya’daki okuyucularımızın bir bölümüyle beraberdik. Bildiğiniz gibi, bu ülkede Üstadı anmak için her sene iki ayrı toplantı yapılıyor. Bunlardan biri ve geniş katılımlı olanı, ilkbahar sonuyla yazın başına tekabül eden günlerde, Almanya’nın ve Avrupa’nın her köşesinden gelen okuyucularımızın iştirakiyle Köln’de gerçekleşiyor. Diğeri de güzün, daha ziyade Güney Almanya ile Avusturya’yı kapsayacak şekilde organize ediliyor. Bu ikinci programlar önceleri Köln toplantılarının ertesi günü, Stuttgart ve civarı ile Karlsruhe ya da Münih gibi farklı merkezlerde yapılıyordu. İki yıldır sonbahara ve Münih’e alındı. Bu yılki Köln programı, 50. vefat yıldönümü vesilesiyle, Üstadın hayattaki bütün talebeleriyle, hizmetin öncü emektarlarının da çağrıldığı bir kapsamda organize edilmişti. Ama davetlilerin epeyce bir kısmı vize engeline takıldığı için, bazıları da sağlık sebepleriyle iştirak edemedi. Buna rağmen Abdülmuhsin Al Konavî (Muhsin Alev), Ali Demirel, Selâhaddin Akyıl, Hasan Okur, Cemil Çelik gibi isimlerin katılımı, programı çok farklı bir heyecan atmosferine soktu. Ki, bunu o günlerde toplantıyla ilgili olarak gazetede çıkan geniş haberle, birlikte paylaştık. Yine hatırlayacağınız gibi, vize başvurumuz vaktinde cevaplandırılmadığı için biz de o toplantıya katılamamıştık. Sonrasında, okurlarımıza genişçe anlattığımız sürecin ardından vizemizi aldık ve böylece Münih programına gittik. Toplantıdaki konuşmalarda altı çizilmesi gereken noktalardan biri, Almanya Cumhurbaşkanı Wulff’un İslâmı Alman toplumunun bir parçası olarak niteleyen müsbet çıkışının, orada da yankı ve destek bulmasıydı. Bu yöndeki mesaj, Mikail Yaprak’ın açık konuşmasında verildi. Biz, 11 Eylül’den sonra birilerince gündeme getirilen İslâm eksenli çatışma senaryolarına karşı Üstadın ortaya koyduğu yapıcı ve barışçı vizyonun temel parametrelerini özetleyip, bu noktada Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki potansiyel işbirliği alanlarına dikkat çektik; ayrıca Almanya’daki genç gurbetçi nesillerin karşı karşıya olduğu inanç problemlerini ve oralarda da iman hizmetine duyulan ihtiyacı vurguladık. Köln toplantısına da katılmış olan Müslüman Alman konuşmacı Ahmed Aries ise, Alman toplumuna İslâm adına en doğru mesajları verme konumunda olan Nur Talebelerini bekleyen görev ve sorumluluklara dikkat çekerek, “Topluma ve medyaya açılın” çağrısını seslendirdi. Gurbetteki Nur nesillerinin sevimli temsilcilerince okunan ilâhi ve vecizelerin süslediği toplantı, her zamanki gibi Bahri Güngördü ve arkadaşlarının tasavvuf musikîsi konseriyle renklendi ve hanımların hazırladığı ikramlarla tatlandı. Ve aynı günün akşamında, Almanya’nın en eski ve tarihî yerleşim birimlerinden biri olan, yakınlarda 2000. kuruluş yıldönümünü kutlayan ve orijinal tarihî kimliğini halen de korumakta olan Augsburg’daki nur sohbetine iştirak ettik. Ertesi gün yine orada, Yeni Asya International’daki Almanca sayfaları düzenli ve istikrarlı bir şekilde devam ettirmek için yapılan çalışmaları, ilgili arkadaşlarla birlikte değerlendirdik. Bu Almanca sayfaların ilk denemeleri geçtiğimiz aylarda söz konusu gazetede yayınlanmıştı. Şimdi bunları, “deneme” olmanın ötesine taşıyıp, kalıcı ve istikrarlı bir sisteme oturtmanın hazırlıkları sürüyor. Bunun için birçok genç ve kabiliyetli arkadaşımız yoğun bir gayret içinde. Öncelikle hem Türkçeyi, hem de Almancayı çok iyi bilmeyi gerektiren bu hizmetin inkişafı için büyük fedakârlıklarla yürütülen çalışmaların olumlu neticeye bağlanıp istikrarlı bir yapıya kavuşması, Aries’in sözünü ettiği açılım bağlamında da son derece büyük bir öneme sahip. Bu olursa, Risale-i Nur’u Alman toplumuna ulaştırmak için yeni bir yol daha açılmış olacak. 28.10.2010 E-Posta: [email protected] |