Basından Seçmeler |
EMASYA’nın ruhunu çağıranlar
Son birkaç gündür gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, geçtiğimiz şubat ayında iptal edilen EMASYA (Emniyet, Asayiş, Yardımlaşma. Protokolü) 6. Kolordu Komutanlığı’nca yeniden hayata geçirilmek istenmektedir. Burada dikkati çeken önemli bir ayrıntı da, şu an 6. Kolordu Komutanlığı görevini yürüten Korgeneral Mehmet Eröz’ün, yaklaşık dokuz ay önce EMASYA Protokolü’nün kaldırılmasına yönelik yapılan protokolde de imzası bulunması. Korgeneral Mehmet Eröz, “Buna nasıl cesaret ediyor?” sorusu kadar, onun “Buna cesaret etmesini sağlayan hukuki düzenlemeler neler?” sorusu da önemli bir soru bizce. Zira İl İdaresi Kanunu’nun ilgili maddesine dikkatli bir şekilde bakan sıradan biri bile, bu düzenlemenin askerî vesayet anlayışını yansıtan bir şekilde yazıldığını görecektir. Şu halde, yapılacak en acil işlerden biri, söz konusu kanundaki bu düzenlemeyi de gözden geçirmek olacaktır.
İLLER VE İL İDARESİ KANUNU GÖZDEN GEÇİRİLMELİDİR Anayasa’nın 123. maddesine göre, “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır”. Buna göre, merkezî idarenin teşkilâtlanmasında, “Türkiye, merkezî idare kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır” ilkesi takip edilecektir. Buradaki diğer kademelerle, ilçe ve bucaklar kastedilmektedir. Ama bucaklar, işlevini büyük ölçüde yitirdiğinden bu çerçevede sadece ilçeleri dikkate almak doğru olacaktır. Ayrıca, illerin idaresinde “yetki genişliği” esas alınacaktır, yani illerin idarecisi konumundaki valiler, bazı konularda merkez adına ama her seferinde merkeze danışmaksızın kararlar alma ve uygulama yetkisine sahip olacaktır. (...) İllerin idaresini deruhte eden valilerle ilgili en önemli düzenleme, hiç kuşkusuz, EMASYA Protokolü tartışılırken dayanak olarak gösterilen İl İdaresi Kanunu’dur. Bu kanunda askerî vesayeti çağrıştıran çok sayıda hükümden söz etmek mümkündür. Örneğin, kanunun 4. maddesinin son fıkrasına göre, “İl genel idaresinin başı ve mercii validir” ama “Hâkimler Kanunu ile İcra ve İflas Kanunu’nda yazılı yargıç, cumhuriyet savcısı ve yargıç sınıfında bulunanlarla bu kanunlarda yazılı adalet memurları, askerî birlikler, askerî fabrika ve müesseseler, askerlik daire ve şubeleri bu madde hükmünden müstesnadır”. Yine, aynı kanunun 9. maddesinde, “Vali, dördüncü maddenin son fıkrasında belirtilen adli ve askerî teşkilat dışında kalan bütün devlet daire, müessese ve işletmelerini, özel işyerlerini, özel idare, belediye köy idareleriyle bunlara bağlı tekmil müesseseleri denetler, teftiş eder”. (Burada, yargı kuruluşları ile Silahlı Kuvvetler’in Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nun denetleyemeyeceği kuruluşlar arasında da sayılmış olmasını hatırda tutmak yararlı olacaktır.) Ayrıca, 11. maddenin “Ç” bendinde, “Jandarma, polis, gümrük muhafaza ve diğer özel kolluk kuvvetlerinin...” diye devam eden cümlede jandarmanın ilk sırada zikredilmiş olması da, muhtemelen, ilgili düzenlemeyi yapanların zihinlerdeki bir hiyerarşiyi ifade etmektedir.
ZİHİNLERDEKİ VESAYETİ KIRMAK DAHA ÖNEMLİ 29.08.1996 tarih ve 4178 sayılı kanunun 1. maddesiyle(...) bu kanunun 11. maddesine eklenen bir fıkrayla, EMASYA Protokolü’ne zemin hazırlanmıştır. Buna göre, “Valiler, ilde çıkabilecek veya çıkan olayların, emrindeki kuvvetlerle önlenmesini mümkün görmedikleri veya önleyemedikleri; aldıkları tedbirlerin bu kuvvetlerle uygulanmasını mümkün görmedikleri veya uygulayamadıkları takdirde, diğer illerin kolluk kuvvetleriyle bu iş için tahsis edilen diğer kuvvetlerden yararlanmak amacıyla, İçişleri Bakanlığı’ndan ve gerekirse Jandarma Genel Komutanlığı’nın veya Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sınır birlikleri dâhil olmak üzere en yakın kara, deniz ve hava birlik komutanlığından mümkün olan en hızlı vasıtalar ile müracaat ederek yardım isterler”. Görüldüğü gibi vali, ilde çıkmış veya çıkması ihtimal dâhilinde olaylar için öncelikle kendi emrindeki kolluk kuvvetlerinden yararlanacak ama bu kuvvetlerin yetersiz kalacağı durumlarda diğer illerden yardım isteyecektir. Bu izin, İçişleri Bakanlığı’ndan alınacaktır. Ama bu da yetmezse, Silahlı Kuvvetler’den de yardım istenecektir. Ama “bu durumlarda ihtiyaç duyulan kuvvetlerin İçişleri Bakanlığı’ndan veya askerî birliklerden veya her iki makamdan talep edilmesi hususu, yardım talebinde bulunan vali tarafından takdir edilecektir”. Üstelik “Valinin yaptığı yardım istemi geciktirilmeksizin yerine getirilir. Acil durumlarda bu istek sonradan yazılı şekle dönüştürülmek kaydıyla sözlü olarak yapılabilir”. Buraya kadar belirtilen hükümler, çerçeve hükümlerdir. Devamında, uygulamaya dönük hükümler yer almaktadır. Örneğin, “Askerî kuvvetin müstakilen görevlendirilmesi durumunda; verilen görev askerî kuvvet tarafından kendi komutanının sorumluluğu altında ve onun emir ve talimatlarına göre Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nda belirtilen yetkiler ile kolluk kuvvetlerinin genel güvenliği sağlamada sahip olduğu yetkiler kullanılarak yerine getirilir” hükmü yer almaktadır. Burada vurgu yapılan İç Hizmet Kanunu’nun, öteden beri, askere darbe yapma yetkisini de içerdiği şeklinde yorumlanan hükümler içerdiği zaten bilinmektedir. Şu halde, bu düzenleme, hem sorumluluğu askerî kuvvetlere bırakmanın yolunu açmakta hem de zaten sorunlu bir kanuna referans vererek bu esnadaki hukuki çerçevenin ne olacağını belirlemektedir. Yine, “askerî birliğin belirli görevleri jandarma ya da polis ile birlikte yapması halinde komuta, sevk ve idare askerî birliklerin en kıdemli komutanı tarafından üstlenilir” şeklindeki düzenleme de, hiç kuşkusuz, askerî vesayetin izlerini taşımaktadır. Jandarma ve polis birlikte görev yapmak durumunda kalırsa, sivil bir memurun değil de askerî bir memurun bu işi deruhte etmesini öngörmektedir. Aynı maddeye göre, “Birden fazla ili içine alan olaylarda ilgili valilerin isteği üzerine aynı veya farklı askerî birlik komutanlarından kuvvet tahsis edilmesi durumunda iller veya kuvvetler arasında işbirliği, koordinasyon, kuvvet kaydırması, emir-komuta ilişkileri ve gerekli görülen diğer hususlar yukarıda belirtilen hükümler çerçevesinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı tarafından belirlenecek esaslara göre yürütülür”. Burada belirtilen esaslar, herhalde, EMASYA Protokolü’yle belirlenmişti. Protokol yürürlükten kaldırıldığına göre bunun nasıl olacağı sorusu, biraz da güç dengelerine bağlıdır denilebilecektir. Ayrı bir mesele de şu: “Bu fıkra uyarınca görevlendirilen askerî birlik mensupları hakkında bu görevlerin ifası sırasında işledikleri suçlardan dolayı tâbi oldukları kanun hükümlerine göre işlem yapılır.” Oysa hepimiz biliyoruz ki, askerî yargı sistemi, bizim bildiğimiz manada bağımsız yargı sistemine uygun bir sistem değildir. Son referandumda buna yönelik bazı değişiklikler yapılmış olmasına rağmen henüz Batılı demokrasilerin standardında bir yargı sistemine erişildiğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Bir başka ilginç düzenleme de, “Yukarıda belirtilen hususlar nedeniyle doğan acil ve zaruri ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapılacak harcamalar Bakanlar Kurulu’nca uygun görülecek fonlardan yapılacak aktarmalar ve İçişleri Bakanlığı bütçesine konulan ödenekten yapılır” denilmesidir. Öyle anlaşılıyor ki, bugüne kadar EMASYA Protokolü çerçevesinde yapılan harcamalar, askerî harcamalar içinde değerlendirilmemiştir.
Doç. Dr. Yusuf Şahin, Zaman, 25 Ekim 2010 |
26.10.2010 |
Devletin çocuklarına anne babaları ne karışır?
KIlIk-kIyafet sözkonusu olduğunda üniversite yaşına gelmiş insanların bile tercihlerini yok sayan bir otoriter-ataerkil iktidarı ne kadar özümsemişiz ki, konu çocuklara gelince yıllardır özgürlüğün türküsünü çığıranların sesi soluğu kesiliverdi. Kesilmek ne kelime, otoriter devletin çağırdığı marşa eşlik etmeye bile başladı. Hep beraber yakından takip ediyoruz. CHP başörtüsü yasağının üniversitelerde kaldırılmasına ancak arkasından ortaöğretimde de böyle bir talep gelmeyeceği şartına bağladı. Böyle bir şarta nasıl bağlayabiliyorsa, bu taahhüdü kimden talep ediyorsa ve bu taahhüdü kim verebiliyorsa... Sanki uzayda siyaset yapılıyor. AK Parti’nin parti olarak bu tür talepleri şu anda temsil etme niyeti ve iddiası yok ama böyle bir talebin gelmeyeceğini taahhüt etmeye de ne hakkı ne de imkânı var. Nitekim bu talebin temsilciliğinden uzaklaştıkça bu taleplerin başka zeminlerde kendilerine temsil imkânı arayacağı anlaşılıyor. Bu temsil taleplerinin çözümün ve tartışmanın bu aşamasında hemen provokasyon olarak algılanması demokrasimizin ne kadar ağır yükler altında ve hastalıklar içinde olduğunun semptomu. Yapanların amacı gerçekten de provokasyon olabilir, bilemiyoruz. Provokasyon olduğuna dair en güçlü delilimiz talebin zamanlaması. (...) İyi de, bu alanın provokasyona bu kadar açık olması büyük ölçüde bizim demokratik seviyemizin ne kadar alçaklarda seyrediyor olduğunu göstermiyor mu? O kadar alçak seviyelerde seyrediyor ki, çocuğumuza hangi din ve örfü kazandıracağımıza dair en temel insan hakkımızdan bir anda vazgeçebiliyoruz. Bu hak temel bir insani haktır, BM kabul etmiş olsa da olmasa da, ama şükür ki Türkiye’nin de taraf olduğu ve 1990 yılında yürürlüğe girmiş olan Çocuk Hakları Sözleşmesi de çocukların hangi dini ve etik değerlere bağlı ve hangi kültürle yetiştirileceklerine karar verme konusunda ebeveyni tek hak sahibi kılıyor. Çocuğun belli bir yaştan sonra belli bir dini veya kültürel kalıp içinde yetişmesi, başını örterek veya açarak hayatını sürdürmek üzere eğitilmesi tercihi laik açıdan bakıldığında eşit mesafede karşılanması gereken tercihlerdir. İslam’ın bir şiarı olan başörtüsünün de zaten bir tür eğitim ve sosyalizasyon süreci içinde benimsendiği bellidir, bütün diğer kültürel veya dini kalıplar gibi... Meclis İnsan Hakları Komisyonu Başkanı AK Parti Milletvekili Prof. Zafer Üskül, çocuklarını başörtüsüyle okula göndermekte ısrar eden ebeveynin elinden çocukların devlet tarafından alınabileceğini söylüyor. Demek ki, çocuğa başörtüsü giydirilmesini bir çocuk istismarı ile eşdeğerde görmüş oluyor. Açıkçası bunu anlamak veya kabul etmek mümkün değildir. Çocuğun belli bir yaştan itibaren başını kapatması ile açması arasındaki tercihlerin kategorik olarak laik devletin takınması gereken tutum açısından birbirinden hiçbir farkı yoktur. Buna rağmen birincisini çocuk istismarı veya çocuğa karşı suç kapsamında değerlendirmek oryantalist bir bakış açısının (hadi burada Islamophobia demeyelim) bilincimizin altına veya üstüne ne kadar derinlemesine işlemiş olduğunu gösteriyor. Zihnimizin derinlerine işlemiş olan oryantalist önyargı, batılı kılık-kıyafeti normal diğerlerini anormal ve hatta sapkınlık ifadesi olarak karşılamamızı sağlıyor. Diğer bir önyargı, daha ziyade devletçi otoritercilikle ilgili. Aslında Türk Milli Eğitim sisteminin tamamına hakim olan bir iddia özelikle 28 Şubat’ta sekiz yıllık eğitim düzenlemesiyle birlikte gözümüzün içine sokularak hissettirildi. Ebeveyn çocuklarını istediği şekilde eğitemezdi, çünkü zaten ebeveyn çocukları devlet adına, devlet için yapar, yetiştirir ve devlet istediği zaman ona teslim ederdi. 15 yaşına kadar Kuran kursu veremez, devletin istediği eğitimden geçirir, 20 yaşına geldiğinde de şehit kınasını yakıp askere de yollardı. Ebeveyn devlete vekâleten, devlet adına ve devlet için çocuğa sadece bakıcılık yapmakla yükümlüdür. İsmet Berkan’ın dünkü Hürriyet Gazetesi’ndeki “Çocuğunuz sizin mi, devletin mi?” başlıklı yazısını çok yerinde ve anlamlı buldum. 28 Şubat yıllarında bu düşünceye kapıldığını söyleyen Berkan gibi ben de o yıllarda aslında bu düzenlemelerle devletin bize sürekli bu mesajı vermeye çalıştığını yazmıştım. Oysa artık BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin de baskısıyla devlet bu anlayışı terk etmek zorundadır. Aslında devlet terk etmesine terk ediyor da, bizim de bu anlayışa kendimizi alıştırmamız da gerekiyor. Baksanıza, anadilde eğitimi boykot etmek üzere çocuklarını okula göndermeyen Kürt babaların veya din dersini boykot ettiren Alevi ana-babaların tutumu “sivil itaatsizlik” olarak, taş atan çocukların tutumu bir empati konusu olarak karşılanabiliyor ama başını örten çocuk konusunu bir “çocuk istismarı” konusu olarak karşılamamız isteniyor. Bu işte bir gariplik yok mu sizce de.
Yasin Aktay, Yeni Şafak, 25 Ekim 2010 |
26.10.2010 |