02 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ahmet BATTAL

Kanun yazmak ve devrim yapmak


A+ | A-

Bu sayfanın sağ üst köşesinden sol alt köşesine ulaşmaya çalışan bir salyangoz düşünün. Nasıl bir hat çizer? Ve şimdi düşünün; yazılar “bizim için” önemli ve biz, salyangozun hiçbir haberin ya da yazının üzerinden çaprazlama geçmesini istemiyoruz. Bu yüzden de yoluna engeller koyuyoruz.

Yolu ne kadar uzar, ne müthiş ve mânâsız bir engelleme ile karşı karşıya kalmış olur, değil mi?

Şimdi kendinizi düşünün:

Bir metro istasyonundan çıktınız. Kuş uçuşuyla topu topu iki yüz metre ötede kalan bir otobüs durağına gideceksiniz. Ama bunun için bir “kamusal yeşil alan”dan geçmek zorundasınız ve parkın içerisinde belirlenmiş olan yaya yolundan gitmeye kalkarsanız üç yüz metre yürümeniz gerekecek.

Özetle “şehir plancısı” öyle bir park planı yapmış ki, aslında ona “hayat zulümcüsü” diploması daha layık düşer.

Ya uçacaksınız veya çimlere basacaksınız… Ya da mânâsız yasaklara uyup yolu uzatacaksınız.

Zaten vatandaş da yolunu kendisi açmış. Patika da olsa en kısa yolu çizmiş otların üzerine.

Basit ve basic (beyzik) sonuç: Kalabalıklara kuvvet dayanmaz ya da “fıtrî meyelân mukavemetsûzdur”.

Hakiki ve girift neticeye gelince:

Vatandaşının önüne engeller koyan zulümkâr devlet, “hizmetkâr devlet” olamaz.

Vatandaşını dönüştürmeye çalışan devrimci devlet de demokratik devlet olamaz…

Devrimciliğin bir devrin modası olduğu ve fakat günümüzde demokrasi rüzgârlarının bu modayı görüntüden sildiği açık.

Amma bu güne o eski modadan ne kaldı derseniz, işte orada ilginç bir durum var. Şöyle:

Yazılı kanun dediğimiz, makul örf ve âdeti onaylar ve yazıya geçirip genelleştirerek, herkes tarafından kolayca bilinir hale getirir. Aynen halkın açtığı ve yıllardır kullandığı stabilize yola devletin gelip asfalt dökmesi gibidir.

Elbette devlet, sigara yasağı örneğinde olduğu gibi, bazen örfü tashih ve tadil eder. Ama bu da yine efkâr-ı ammenin müftülüğüyle olacak bir iştir.

Devlet kudretini kullananların ve iktidar sahiplerinin, topluma hizmet etmek iddiasıyla ortaya çıkıp da toplum için kural yazdıkları durumlarda, aynen yukarıdaki “zulüm plancısı” gibi davrandıklarını görüyorsanız, bilin ki, devrim modası aslında onların zihninde ve dolayısıyla icraatlarında devam ediyor.

Üstelik bunu yaparken, milletin kanunu diyebileceğimiz örf ve âdetlerle ve muhafaza edilmesi gereken bütün değerlerle açıkça ya da dolaylı olarak çelişiyorlarsa, yazdıkları aslında “kanun” bile değildir.

Ama bu, azıcık aklı olanlarca dahi kolayca teşhis edilir. Aynen, yeni planlanan parkta parkın içindeki yolun en uygun ve en kısa yerden yapılmadığını anlamak gibi.

Asıl zorluk ise şu: Bir zamanların dayatmacı modasının topluma neredeyse korse giydirir gibi ve zorla giydirdiği değer yargılarını sorgulamaya ve değiştirmeye sıra geldiğinde, “Geçmişi kurcalamaya gerek yok, önümüze bakalım” diyecek miyiz?

Yani yeni parkları halk için ve halka göre yapalım, tamam, ama ya eski ve engelli parkları, yapıları? Onları görmezden mi geleceğiz?

Birileri bize o eski yapılardaki hataları göstermeye başladığında, “dur şimdi, pişmiş aşa su katma” mı diyeceğiz.

Evet ise nereye kadar? Devrim modasının arka plan etkileri ne zamana kadar içtimaî hayatımızı ve zihnimizi zehirlemeye devam edecek? Bu sorunun cevabına hangi gazetenin patronu ya da yazı işleri kadrosu karar verecek!

Not: Edipler edepli olmalıdır.

Bu yazının hangi olaydan dolayı ve hangi saikle yazıldığını belî ki az çok tahmin ediyorsunuzdur. Zira “yazar” değilseniz de “okur”sunuz. Ama ben yine de güncele dair kısmını boş bıraktım ki; yazı vesilesiyle yapılabilecek olan verimli bir “ilke” tartışması, “olay” konuşmasının ya da “kişi” dedikodusunun gölgesinde kalmasın.

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Bir göz açıp kapamak


A+ | A-

Bir göz açıp kapamak tabiri; kısa bir zaman dilimini, bir lâhzayı, bir ân-ı vahidi anlatmak için kullanılır. Ama o kısa ânın içerisinde binlerce güzellik, faaliyet ve sanat yerleştirilmiş.

Varlık âlemine gelip yaşadığımız zaman dilimi içerisinde perde perde verilen güzellikleri, sanatları, nimetleri fark edip anlamak, düşünüp yorumlayabilmek için, bütün dimağımızı kuşatmış bulunan ülfet perdesini yırtmamız gerekiyor. Birbiri içinde yerleşmiş mahlûkatın ve mevcudatın hikmeti, rahmeti, önemi, özelliği farklı oldukları halde birlikte dayanışıp yardımlaşarak bir noktaya, bir gayeye yönelmeleri; bütün bunların insanların hizmetine sunulması gayet manidar ve düşündürücü.

Hayata gözleri kapalı olarak gelen ve akıllı, şuurlu bir insana bir bakışlık şans tanınsa ve o nazarının ulaşabildiği kadar uzakları tarassut etse... O kısa bakışta: Gökyüzünün engin, lacivert, kadife maviliklerinde uçuşarak, canlılara su taşıyan beyaz ve gri bulutların savrulduğunu görecektir. Biraz aşağısında gökyüzü ile bulutların birleşip kaynaşmış vaziyette ufuklardaki sıradağları ve güneşin aydınlattığı ormanlıktaki ağaçları seyreder. Rüzgârın esmesiyle onlardaki hareketi, kuşların ötmesiyle canlılığı, renkli çiçeklerle, yeşil çimenlerle, otlarla, çalılarla, sarmaşıklarla, kenger dikenleriyle, taşıyla, toprağıyla velhasıl güzelliklerle bezenmiş, düzenlenmiş, yaratılmış, işleyen bir sistemi tarif eden manzaraları görecektir. İlk defa temaşa ettiği bir bakışlık zamanda ve mekânda gördüğü süslerle, renklerle, desenlerle meydana getirilmiş sanat harikalarının bütününü gönül dünyasına genişçe yansıtacaktır. Bir bakışta gördüklerini kendi iç dünyasında uzun süre tefekkür ve tahlil ederek hayran kalacaktır.

Saatte108 bin km hızla hareket eden içinde bulunduğumuz dünyamız, bir göz açıp kapayıncaya kadar, dakikada bin 800 km mesafe yolu kat ediyor. Avrupalı bilim adamları, kâinatın başlangıcından sadece 600 milyon sene sonra yaratılmış eski bir galaksi keşfetmişler. UDFy ismi verilen galaksinin ışığı dünyaya 13 milyar yıl sonra ulaşmış. (Işık saniyede 300 bin km mesafe kat ediyor. Bu da yılda 10 trilyon km. anlamına geliyor.)

Bu büyüklük, genişlik ve zaman dilimi içerisinde cirmi, cismi ve varlığı bir toz zerresi kadar dahi bulunmayan; yaşadığı süre göz açıp kapamadan daha kısa olan insanlara verilen değer, yüklenen misyon itibariyle, arzın halifesi, eşref-i mahlûkat ve muhatab-ı İlâhî olması binlerce küllî şükrü, duâyı, ubûdiyeti ve itaati gerektirdiğini bir an bile akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Yukarda bahsettiğimiz manzaralardan, galaksilere kadar her şeyde, her yerde sinema perdesi gibi durmadan mahiyetinde, şeklinde ve yapısında değişiklikler, yenilenmeler, hareketler, tazelenmeler, devam edip gidiyor. Zerrelerden, hücrelerden, atomlardan ta kürelere, galaksilere kadar her şey belli bir plan ve program içersinde, nizamlı, intizamlı, hikmetli, sanatlı, süslü, binlerce güzellikler içinde ölçülü bir şekilde bir anda yaratılıp tazelendiriyor, sistemli olarak işletiliyor. Bunların hepsini Bediüzzaman veciz bir şekilde ifade ediyor:

“Halık-ı Rahim, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor; O sani’-i Hakim aynı kanunla, her sene Küre-i Arz’ın libasını (elbise) tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. Hem hangi kanunla zerreyi, mevlevî gibi tahrik (hareket) ederse; aynı kanunla Küre-i Arz’ı meczub ve semaa kalkan mevlevî gibi döndürüyor ve o kanun ile âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyratın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. Hem O Sani’-i Kadir, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihya eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihya eder ve o kanunla Küre-i Arz’ı yine o baharda ihya eder ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihya eder (diriltir).”1

Dipnot: 1. Mektubat, 24. Mektup

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Resepsiyon sonrası


A+ | A-

Köşkteki 29 Ekim resepsiyonunda tanıştığımız THY Genel Müdürü Temel Kotil, sohbetimizde rötarlı uçuş şikâyetlerini azaltma noktasında hayli mesafe aldıklarını, ama henüz istenen noktaya gelemediklerini söyledi.

Ve Pazar gecesi 45 dakikalık Ankara-İstanbul seferi için, önce 20 dakika olarak duyurulan gecikme süresinin bilâhare ikiye katlanması ile, bu durumu bir kez daha yaşamış olduk. Kaptan pilot gecikmeyi “bağlantılı uçuş”la izah edip “sabır ve anlayışımız için” teşekkür etti, ama görünen o ki, sorunun yakın vadede çözümü yine zor.

Kotil son dönemde epeyce konuşulan, “Bölgedeki askerî havaalanı da devredilip Yeşilköy havalimanı genişletilsin” bahsinde olumlu bir noktaya gelindiğini, ama bunun da yeterli olmayacağını, devirden sonra mevcut alanda sadece yüzde 20 civarında bir genişleme sağlanacağını, bunun da sür'atle artan hava trafiğine bağlı olarak büyüyen ihtiyacı karşılamaya kifayet etmeyeceğini ve sorunun ancak İstanbul’a üçüncü bir havaalanı inşasıyla aşılabileceğini ifade etti.

Bakalım, Ulaştırma Bakanının Silivri’ye yapılacağını açıkladığı bu geniş kapasiteli yeni havaalanı ne zaman tamamlanıp hizmete girecek?

Resepsiyonda görüştüğümüz İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş’le, terör meselesindeki “sükûnet”i medar-ı bahs etmiştik ki, Pazar günü Taksim’de gerçekleşen canlı bomba eylemi bir defa daha Türkiye’nin yüreğini ağzına getirdi

Öncelikle polisi hedef alan, ama sivilleri de vuran eylem kimin işi, henüz belli değil. PKK, evvelce ilân ettiği eylemsizlik kararını bilâhare 31 Ekim’e kadar uzatmıştı. Saldırının tam da sürenin son gününde yapılması, ilk anda “Yine PKK mı?” sorusunu akıllara getirdi. Ama geçen Eylül’de Hakkari Geçitli’de sivilleri vuran mayınlı saldırı için yapılan yorumların bu olayda da geçerli olabileceğine dikkat çekenler de var.

Bu noktaya işaret edenler, Murat Karayılan’ın daha geçen hafta “Artık sivillere saldırı yok” sözü verdiğini (Radikal, 28.10.10) hatırlatıyorlar.

Böyle olunca, örgüt içinde var olduğu söylenen ve “derin PKK” olarak da isimlendirilen “kontrol dışı unsurlar” tekrar gündeme geliyor.

Bakalım, demokratik açılım projesindeki atalet ve durgunluk hâlâ aşılamazken KCK dâvâsının da çok yönlü provokasyonlara açık bir şekilde devam ettiği bu çok kritik ve kırılgan süreçte, terörün bir defa daha şehirlere yönelerek tırmanışa geçmesi, ne gibi sonuçlar doğuracak?

Taksim saldırısından sonra yapılan açıklamalarda, bu tür provokasyonların demokratikleşme yolundaki ilerleme azmimizi kıramayacağı söylemleri güçlü ve vurgulu ifadelerle yine tekrarlandı. Ama artık bunlar toplumda mâkes bulmuyor ve inandırıcı olamıyor. Çünkü insanlar lâf değil; kararlı, dengeli, gerçekçi ve cesur icraat bekliyor. Özellikle de, bir seneyi aşkındır gündemde olduğu halde ilerleme kaydedemeyip Habur’daki “yol kazası” ile iyice tıkanan demokratik açılım sürecinin canlandırılmasını istiyor.

Çankaya resepsiyonunda en çok konuşulan ve yoğun eleştirilere konu olan “komutanların boykotu”na gelince: Bu tavır, askerî cenahta yine değişen birşey olmadığını ve “türbana odaklı” anlamsız takıntının devam ettiğini gösteriyor.

Gül ve eşi resepsiyondaki katılıma işaret ederek “Türkiye’nin bütün renkleri burada” derken, askerlere “Kendinizi toplumdan soyutluyorsunuz” anlamını içeren ince bir mesaj gönderdiler.

Ancak bu, komutanların umurunda mı?

Yeri geldikçe “TSK milletin bağrından çıkmıştır” diyen Genelkurmay’ın, bu mesajla çelişen tavır ve yaklaşımlarını nasıl izah edeceği, elbette, cevabını bulması gereken suallerden biri.

Ama onun yanında, Özal ve Demirel dönemlerinde, hattâ Sezer’in ilk yıllarında sorun olarak görülmeyen “resepsiyona başörtülü katılım” konusunun, yedi yıldır niçin böyle abes bir gerilime yol açar hale geldiği de çok iyi tahlil edilmeli.

Bütün boyutları ve detaylarıyla birlikte...

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Hakan YALMAN

Cumhuriyet ve bekçisi


A+ | A-

Cumhur kavramı neyi ifade eder? Bu soruyu araştırdığımda, pek de bu kavram üzerinde detaylı çalışılmadığını, ancak genel olarak kabul edilen karşılığın Arapça cem kelimesinin topluluğu ifade eden şekli olduğunu gördüm. Genel hatları ile ‘Bir yerde toplanmış halk’ şeklinde tercüme edilmiş. Vikipedia’da ise, cumhuriyet kavram ile ilgili şunlar yer alıyor: “Cumhuriyet, hükümet başkanının, kamu tüzel kişiliğini temsil eden bir heyet tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu oligarşi kavramının zıttıdır. Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir isimdir. Arapça CMHR kökü ‘bir araya toplanma, topluluk oluşturma’, bu kökten türeyen cumhur ise ‘cemiyet, toplum, kamu’ anlamına gelir. 18. yüzyıl Avrupa’sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayan Latince respublica ile Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisi olarak benimsenmiştir. Latince respublica klasik kullanımda ‘kamusal olan’ anlamındadır. Bir topluluğa onları birleştirmek sûretiyle halk olma özelliğini kazandıran, kamusal nesne anlamına gelir. Bu hal monarşiye karşı, devlet başkanının halk tarafından seçildiği ve halk iradesince meşrûlaştırıldığı devlet şekli anlamında kullanılmıştır. Osmanlı Devletinde cumhuriyet fikri ilk defa 1870’li yıllarda Genç Osmanlılar ve Mithat Paşa tarafından (açıkça savunulmaksızın) tartışılmıştır.”

Birbirlerini tamamlayan cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının ortak ve ayrı oldukları noktaları ile ilgili kısa bir çalışmada demokrasi kavramı ile ilgili hemen önümüze şu tanımlar çıktı: “1. Demokrasi: Halkın kendi kendini yönetmesine denir. Halk kendi yöneticilerini kendisi seçer.

“2. Demokrasinin Temel İlkeleri: Millî egemenlik, hürriyet ve eşitlik, siyasî partiler.”

Bu tanımlarda ortaya çıkan sonuç cumhuriyetin daha genel bir kavram olduğu ve demokrasinin ön planda yönetim biçimi ile ilgili bir kavram olduğu idi. Bu anlamda halkın genel eğilimlerini nazara alan farklı yönetim biçimleri de cumhuriyet tanımı içinde belki ele alınabilir, ancak demokrasinin olmazsa olmaz gereği parlamenter sistemdir sonucu ortaya çıkıyordu.

Bediüzzaman ise, en farklı yaklaşım ile arzî alanda yapılan bu tanımlamalar ve yaklaşımların semâvî boyutunu ortaya koymuş; bu anlamda belki de İslâm dünyasının yitik malı olan ve en güzel hâlini Asr-ı Saadet’te almış olan hürriyet ve cumhuriyet hakikatlerinin en doğru tanımını da yapmıştır.

Bediüzzaman’ın, Münâzarât isimli eserindeki: “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir; göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de, mağlûp bîçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimâlarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nurânînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz” cümleleri, ferdin hâkimiyeti karşısında halkın ve cumhurun genel eğiliminin hâkimiyetinin neden daha sağlıklı ve hakka yakın olduğunun en sağlam ve semavî dayanağıdır. Burada ortaya çıkan ‘efkâr-ı âmme-i millet’, yapılabilecek en güzel cumhuriyet tanımıdır. Üstad, bu fikrin gerisinde hissiyât-ı İslâmiye’nin olduğunu ifade etmektedir. Bu his ise, herkesin kalbindeki Rabbi ile irtibattan kaynaklanan bir şefkat ve İlâhî nurun kişinin kalbine yansımasından kaynaklanmaktadır. Bu anlamda, cumhuriyet, her bir ferdin kalbinde yer alan hamiyet-i İslâmiye duygusunun ahenk ile bir araya gelmesinden hâsıl olan bir sonucu ifade eder.

Bu anlamda diyebiliriz ki, cumhuriyet hakikatinin temeli, milletin kalplerinin sâfiyeti içinde İlâhî iradenin aranmasıdır. Bu anlamda, reyin şahsîliği ve milletin ortak kanaatinin hiçbir etki altında kalmadan ortaya çıkması, cumhuriyetin esasını teşkil eden en önemli ve en kudsî dayanaktır.

Dolayısıyla, cumhuriyetin bekçisi, cumhurun kendisi olmalıdır. Çünkü bu iradenin kaynağı semâvîdir ve bu anlamda arayış semâvî olana en yakın olanıdır. Ne bir parti, ne önemli bir şahsiyet ya da devlet büyüğü, ne de bir kurum cumhuriyetin bekçisi olamaz ve kendisine bu rolü yüklememelidir. Cumhuriyetin bekçisi, bizzat cumhurun yani halkın kendisi olmalıdır. Bir parti ya da onun önde gelenleri, cumhuriyetin ve halkın temsilcisi olmaya kalkışmamalıdır. Bu, kudsî iradenin belirli bir zümrenin himayesine sokulmaya çalışılması ve kudsî mânâsından uzaklaşması anlamına gelir. Bu sebeple; ordu, cumhuriyetin değil, cumhurun bekçisi olmalıdır. Çünkü cumhuriyete asıl anlamını veren cumhurdur. Ordu bu büyük hakikatin efendisi değil hizmetçisidir. Bu büyük iradenin oyları ile belirlenmiş meşrû temsilcisine ve cumhurun başkanına itaat etmediğinde millete ihanet etmiş olur. Millet iradesi ise, arzî alanda İlâhî iradenin en net temsilcisi olduğundan, muhtemeldir ki, böyle bir itaatsizliğin ve ihanetin tokadı semâvî olacaktır.

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

NATO-Rusya el ele: Haydi uyuşturucu savaşına!


A+ | A-

Yıllarca süren Rus işgali, Afganistan’ı harap etmişti. Mücahitlerin bütün dünyadan sempati gören kahramanca mücadeleleri sonunda Rusları ülkeden kovmayı başardılar. Bunda CIA’nın, Pakistan İstihbarat Örgütü ISI aracılığıyla kurulmasına katkıda bulunduğu ve hatta Tora Bora mağaralarını inşa ettirerek bin Ladin’e karargâh yaptırdığı el Kaide ve Taliban’ın da önemli katkıları oldu. Böylelikle ABD, Afganistan’ın Rus işgalinden kurtulmasını sağladı.

Sonra da aynı el Kaide bahane edilerek Afganistan bu defa ABD ve müttefikleri tarafından işgal edildi. Dokuz yıldır süren bu işgalin en önemli işbirlikçisi de Afganistan Devlet Başkanı Karzai oldu. O zamanın ünlü mücahitleri de yeni yönetimin önde gelen bakanları oldular. Ancak Karzai ardına ABD’yi almanın avantajını kullanarak, ülkesinde her türlü yolsuzluğu yaygınlaştırmaktan kaçınmadı. Bu arada ailesi sayesinde Afganistan haşhaş tarlasına döndü. Dünyanın uyuşturucu hammaddesinin önemli bir kısmı bu ülkede üretilir oldu. Yani ortaya tuhaf bir kısır döngü çıktı: En çok uyuşturucu tüketilen ülke ABD’nin en büyük tedarikçisi, onun işgali altındaki Afganistan idi.

Bundan şikâyet edenlerin başında da Rusya geliyordu. Zira Rusya’da hızla yayılan uyuşturucu alışkanlığını besleyen kaynak da, Afganistan başta olmak üzere Asya ülkelerinde üretilen uyuşturucu idi. Afganistan’da üretilen uyuşturucu dağlardan Rusya’ya ulaşıyordu. İki milyon uyuşturucu bağımlısıyla bu ülke, dünyada üretilen uyuşturucunun yüzde 21’ini tüketiyor.

İşte tam bu sırada hiç beklenmeyen oldu:

NATO güçleri, Rus ajanlarının da katılımıyla Pakistan-Afganistan sınırında uyuşturucu operasyonu yaptılar. Dört uyuşturucu laboratuvarı ile 56 milyon dolar değerinde bir ton eroini ele geçirdiler. İşin tuhaf tarafı güya operasyonu yönettiğini sanan Afganistan hükümetinin bundan haberi yoktu. Gerçi operasyonun kendisinden de haberi olduğu biraz kuşkulu. Aksi halde bir ton eroini kaybetmek istemezdi Karzai. Ancak NATO-Rusya yakınlaşmasının bir örneği daha yaşanmış ve Rus ajanları operasyonun istihbaratını sağlamakla kalmamış, operasyona da katılmışlardı.

Karzai buna isyan etti. “Hiçbir kurumun topraklarımızda, Afganistan İslâm Cumhuriyetinin izni olmaksızın böyle bir askerî operasyon düzenleme hakkı yoktur” dedi.

Peki şimdi ne olacak?

Uyuşturucu laboratuvarlarına yönelik bu işbirliği, bundan sonra ABD’nin bir türlü bulamadığı bin Ladin’i bulmak için de sürdürülecek mi? Hatta bir adım ileri gidip, Ruslar bu kere onların ülkeden atılmasını sağlayan Amerikalıların yanında bin Ladin’i arama operasyonlarına mı ! Katılacak.

Hiç sanmıyoruz.

Zira bin Ladin’i buluverirler de, Obama’nın bu ülkeyi—ve hatta yanıbaşındaki Pakistan’ı—kontrolü altında tutma stratejisini bozuverirler. Bu yüzden bütün işbirliğinin bu sınırlı operasyondan ibaret kalacağını düşünüyoruz.

Gördüğümüz kadarıyla ABD’nin büyük ölçüde kontrol altında tuttuğu Yemen’den yüklendiği iddia edilen bombalar bulunarak, sözde “teröre karşı savaş”ta yeni bir aşamaya geçilmek isteniyor. Yani Obama’nın içeride azalan popülerliğini, yine terör bahanesiyle İslâm ülkelerine saldırmaya devam ederek, soğuk savaş sonrası yeni düşmanını bahane ederek güçlendirmeye çalışacak. Karzai ise işletme zararını, diğer laboratuvarlarda üretilen uyuşturuculara zam yaptırarak karşılatacak.

Kısacası; göstermelik NATO-Rus işbirliğinin ardında hangi gerekçeler var bilmiyoruz; ama ABD’nin Afganistan ve Yemen’deki sözde teröre karşı savaşını yeni bir aşamaya taşıyacağını düşünüyor ve bundan orada yaşayan masumlar adına korkuyoruz.

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Özür sırasına giriniz!


A+ | A-

Hakkın, hukukun ve adaletin hüküm sürdüğü ülkelerde olmayan bazı uygulamalar; ne yazık ki ülkemizde oluyor. “Bilgi”yi ölçmesi gereken imtihanlar bile çoğu zaman başka maksatlara âlet ediliyor. “En çok bilen” değil de, az bilmekle beraber, “keyfî kurallara uyan”lar kazanıyor.

Hepimiz biliyoruz ki, lise mezunlarının üniversiteye girmeleri için yapılan imtihanda, sorulan bütün soruları cevaplandırdığı halde istediği üniversitede okuma hakkı kazanamayan ‘başarılı’ öğrenciler var. Kısacası, bütün soruları doğru cevaplandırdıkları halde ‘kaybeden’ler listesine adları yazılan öğrencilerin olduğu bir ülkedeyiz.

Son yıllarda atılan bazı adımlarla bu mağduriyetler giderilmeye çalışıldı, ama tam olarak sona erdiği söylenemez. Bu çarpıklık, bir üniversitenin açılış merasiminde “Türkiye’yi idare edenler”e de hatırlatıldı. Muş Alparslan Üniversitesi’ni tercih eden başörtülü bir öğrenci, aldığı puanla ‘daha meşhur’ üniversitelere kayıt yaptırma imkânı olduğunu, ama ‘başörtüsü yasağı’ sebebiyle bunu yapamadağını ilân etti. Yeni açıldığı halde, başörtüsü yasağı uygulanmadığı için Muş Alparslan Üniversitesi’ni tercih eden başarılı öğrencimiz, açılış töreninde yaptığı konuşma ile de ‘yöneticileri’ ağlatmış. İnsanî duygularını kaybetmediklerini gösterip ağlayabilen yöneticileri tebrik ederken, onların ağlamak değil, icraat yapmak durumunda olduklarını da hatırlatmak isteriz...

Başörtülü öğrenciye kucak açan Muş Alparslan Üniversitesi rektörü de başka bir yaraya parmak basmış. Röktör Prof. Dr. Nihat İnanç, yasaklar sebebiyle binlerce gencin yurtdışına bir anlamda sürgüne gönderildiğini belirterek, “Şimdi bu gençlerimizden, çocuklarımızdan bir özür dilememiz gerektiğine inanıyorum” demiş. (Yeni Asya, 31 Ekim 2010)

Gerçekten de, göçmen kuşlar gibi; okumak için dünyanın pek çok ülkesine ‘hicret’ eden başörtülü öğrencimiz var. Bu hadise de tek başına çözülmesi gereken bir problem. ‘Yasakçılar’ bunu nasıl izah edecek? Başörtülü olarak okuyabilmek için başka ülkelere göç eden öğrencilerimiz, konu ile ilgili soruları gönül rahatlığı ile cevaplandırabiliyorlar mı? Ya da verdikleri cevapları duyan ‘yabancı’lar bunu nasıl karşılıyor?

Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç, Türkiye’nin atması gereken adımı özetlemiş: Türkiye, başörtüsü yasağı sebebiyle mağdur ettiği, ‘hicret’e zorladığı öğrencilerden özür dilemelidir!

Doğrudur, ama ‘özür’ bile yetmez. Daha doğrusu sadece başörtüsü yasağı sebebiyle mağdur olanlara özür dilemek yeterli değil. Özür dilenmesi gereken o kadar kişi ve grup var ki! Başörtüsü sebebiyle mağdur edilenler başta olmak üzere, onların aileleri ve yakınlarından da özür dilenmesi lâzım. Özür sonrası, yasak sebebiyle kaybedilen hakların tazmin edilmesi de gerekir. Öyle ya, uygulanan bu kanunsuz yasak sebebiyle binlerce kişi okuma imkânını kaybetti. Çok sayıda öğrenci, son sınıftayken okulunu terketmek durumunda kaldı. Bunların hakları da tazmin edilmeli.

Nasıl mı? Bu durumdaki öğenciler yeniden okumak istiyorsa, bu hak kendilerine verilmeli. Ya da maddî tazminatlar ödenmeli. Hiç kimse, “Köprünün altından çok su aktı, artık böyle şeyler olmaz” demesin. Bakınız, iki yıl önce “Başörtülülerden özür dilendiği günler gelecek” denildiğinde inanmak isteyen çıkar mıydı? Bugün özür dileniyorsa (ki, buradaki özrü ‘rektör’ değil, ‘sistem’ dilemiş oluyor, öyle kabul etmek lâzım) yarın da tazminat ödenmek durumunda kalınır.

Bugün için hayal gibi görünse de, günün birinde bu haklar ve tazminatlar ödenecek. “Demokrat”ların “yapılacak işler” listesinde bunlar olmalı. Kim ki mağdur olmuş, bu mağduriyetler sona ermeli ve maddî ya da manevî tazminatlar ödenmeli. Hak ve hukuk yolunda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları da bunun için gayret göstermeli.

Yasakçılar, özür dileyecek o kadar fazla icraata imza atmış ki!

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da fitne


A+ | A-

Eyüp Bey: “Fitne Kur’ân’da hangi anlamlarda kullanılmıştır?”

1-Fitne kimi âyette, imtihan ve deneme anlamında kullanılmıştır:

“Onlar Süleyman’ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Halbuki Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Asıl kâfir olanlar, insanlara sihir öğreten şeytanlardı. Onlar, Bâbil’deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirilen sihir ilmini elde edip öğretiyorlardı. O iki melek ise, ‘Biz bir fitneyiz (imtihan sebebiyiz). Sakın sihir yaparak inkâra sapmayın’ demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki o sihir yapanlar, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye bir zarar verebilecek değillerdi. Böylece kendilerine fayda değil, zarar verecek şeyleri öğrendiler.”1

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Hayır ve şer fitneleriyle (hayırdan ve şerden imtihan vesîleleriyle) sizi imtihan ederiz. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.”2

“Olur ki, tehdit edildiğiniz şeyin gecikmesi, sizin için bir fitne (imtihan) ve belli bir vakte kadar elinize verilmiş bir fırsattır.”3

“Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınıza fitne (imtihan vesilesi) kıldık. Sabredecek misiniz? Rabb’in her şeyi hakkıyla görür.”4

“İnsana bir zarar dokunduğunda Bize duâ eder. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, ‘Bilgim sayesinde bu bana verildi’ der. Halbuki o nimet bir fitnedir (imtihan sebebidir). Lâkin çoğu bunu bilmez.”5

“Biz onlara fitne (imtihan) olarak bir dişi deve göndereceğiz. Sen onları gözetle ve sabret!”6

“Ey Rabb’imiz! Bizi kâfirler için bir fitne (imtihan sebebi) kılma! Bizi onlara mağlup düşürme ki, bizim zayıflığımıza bakıp inkârlarını haklı bulmasınlar. Rabb’imiz! Bizi bağışla! Muhakkak Sen Azîz ve Hakîm’sin.”7

“Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihan sebebidir). Mükâfâtın büyüğü Allah katındadır.”8

Fitneyi imtihan mânâsında aldığımızda kadın erkek için, erkek kadın için, çocuklar anne ve baba için, dünya malı ve nimetler insanlar için birer fitne olur. Çünkü bunlar birer imtihan sebebi veya imtihan konusudur.

2-Fitne şu âyette belâ ve musîbet mânâsında kullanılmıştır: “Öyle bir fitneden (belâ ve musîbetten) sakının ki, geldiği zaman içinizde sadece zâlimlere isâbet etmez. Şunu da bilin ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”9

3-Fitne şu âyetlerde kargaşa, anarşi, terör, kötülük ve bozgunculuk mânâlarında kullanılmıştır. Ki, fitnenin en yaygın kullanılışı bu mânâlarda olmuştur.

“Firavun ve kavmin ileri gelenlerinden başlarına bir fitne (kötülük, düşmanlık, belâ) gelir diye korktukları için, Mûsâ’ya, kavminin bir kısım gençlerinden başka îmân eden olmadı. Firavun ise, o memlekette büyük bir zorba idi ve ilâhlık iddiâsında bulunarak haddi aşmıştı.”10

“Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi Mekke’den nasıl çıkardılarsa, siz de onları oradan çıkarın. Fitne, katilden (öldürmeden) daha şiddetlidir. Onlar sizinle çarpışmadıkça, siz de Mescid-i Haram yanında onlarla çarpışmayın. Eğer çarpışacak olursanız, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezâsı işte böyledir.”11

Bu âyette Müslümanları hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin, çıkardıkları bozgunculukla, estirdikleri terör ve zorbalıkla ve ortaya koydukları fitne ile hukûken ölümü hak ettikleri anlatılmıştır. Ardından gelen âyet ise, şirki ve savaşı bırakan müşriklerin bırakılmasını ve affedilmesini öneriyor.12 Demek müşriklerin azgınlıkları devam ettiği sürece Müslümanların karşı koyma hakları vardır. Müşriklerin azgınlık ve bozgunculukları, Müslümanların hukuk çerçevesinde karşı koyuşlarından daha yıpratıcı ve daha dehşetlidir.

Nitekim Bediüzzaman’a göre, nifak, imanın aksine, akraba ve mü’minler arası ilişkileri bozar. Bu ise şefkati yok eder. Şefkatin yok oluşu bozgunculuklara kapı açar. Bozgunculuklardan fitne çıkar. Fitneden hainlik doğar. Hain kişi ise, aslında zayıftır.13

Demek nifak, fitne sebeplerinin başında geliyor.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 102

2- Enbiyâ Sûresi: 35

3- Enbiyâ Sûresi: 111

4- Furkan Sûresi: 20

5- Zümer Sûresi: 49

6- Kamer Sûresi: 27

7- Mümtehine Sûresi: 5

8- Enfâl Sûresi: 28

9- Enfâl Sûresi: 25

10- Yûnus Sûresi: 83

11- Bakara Sûresi: 191

12- Bakara Sûresi: 192

13- İşaratü’l-İcaz, s. 104

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“Mescid-i dırar”ın verdiği ders


A+ | A-

Önce “mescid-i dırar” nedir, onu kısaca aktaralım:

Bilindiği gibi münafık; içi başka, dışı başka; söylemi başka, inandığı başka olan ve kâfirden şiddetli olan kimsedir.

Medine münafıkları, Peygamberimizin (asm) Medine’ye gelişini, İslâmın yayılışını hazmedememişti. Her fırsatta Kur’ân, Peygamberimiz (asm) ve Müslümanlar aleyhinde dessasane çalışmalar yapıyorlardı. Ancak, gizli faaliyetlerini rahatlıkla sürdürecek, aynı zamanda münafıklıklarını kamufle edecek bir işin peşinde idiler.

Ebû Âmir er-Râhib/el-Fâsık (Hz. Peygamber, onun er-Râhib lakabını ‘el-Fâsık’ şeklinde değiştirmiştir), münafıklara, mescid şeklinde bir merkez kurmalarını hararetle tavsiye ve teşvik etti. 630 yılında Sâlim b. Avf Oğullarının bölgesinde, Kubâ Mescidi’ne yakın bir yerde, sözde bir mescid inşâ ettiler. Ve Hz. Peygamber’e (asm) müracaat ederek, “Yaşlılar, özürlüler devamlı mescide gelemiyor. Biz de yağmur-çamurda cemaate katılamıyoruz. Namazları kendi bölgemizde cemaatle kılabilmemiz için bir cami inşa ettik. Bu mescidde namaz kıldırarak açılışını yapar mısın?” teklifinde bulunarak, resmen açılışını ve meşrûiyetini tasdik ettirmek istediler.

Hz. Peygamber (asm), Tebûk Gazvesi’nin hazırlıkları ile meşgul olup sefere çıkmak üzere olduğundan, seferden döndükten sonra gelebileceğini belirtti. Seferden dönerken Medine yakınlarında Tevbe Sûresi’nin 107-110. âyetleri nazil oldu. Bu âyetlerde, söz konusu mescidin “zarar vermek (dırâr), Müslümanlar arasında fitne, tefrika çıkarmak” için inşâ edildiği; daha önce de Allah ve Resûlü’ne (asm) karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlama gayesiyle yapıldığı; münafıkların bu niyetlerini gizlemek için “Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk” diye yemin ettikleri ve yalancı oldukları beyan edilir:

“Ey Nebî! Bu mescitte asla namaza durma. Şüphesiz ki, başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescidde namaz kılman daha hayırlıdır. O mescidde kendilerini maddî ve mânevî kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah kendisini temizleyenleri sever. Binasının temelini Allah’tan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir uçurumun kenarına kurup da onunla Cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır? Allah zalimler güruhunu doğru yola sevketmez. Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescid daima bir şüphe kaynağı olarak kalblerinde kalacaktır. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.”1

Diğer taraftan münafıklar, açılış için Hz. Peygamber’in (asm) seferden dönmesini bekliyorlardı. Medine’ye dönünce, gerçek mahiyeti konusunda bilgilendirdiği birkaç sahabeyi “Dırar mescidini yıkmak”la vazifelendirdi. Onlar da, onu yıkarak ortadan kaldırdı. Böylece münafıkların belli bir merkezde üslenerek faaliyette bulunmalarına fırsat vermedi. Şüphesiz, o günden kıyamete kadar bütün Müslümanlara ve çağlara ölümsüz bir ders vermiş, “münafıklara aldanmamak” için ikazda bulunmuş, bunu fiilen de göstermiş ve şu hususa dikkat çekmiştir:

İslâm düşmanları, münafıklar, dessas zalimler, menfaatini başkalarının zararında görenler, haince emel ve hedeflerine ulaşmak için İslâm’ın temel kaide ve müesseselerini bile kullanmaktan çekinmezler! “Aldatmak”la iş gören âhirzamanın dehşetli şahıslarını düşününüz…

“Dırar mescicidinin yıktırılması” hadisesinden, bugün de alacağımız çok dersler, ibretler olmalı. Ferasetli, uyanık ve müdakkik bir mü’min, münafıkların oyunlarını sezer, ona göre tavır alır.

Dipnot:1- Tevbe Sûresi: 107-110.

02.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Terörün taban desteği


A+ | A-

Taksim Meydanını kana bulayan "canlı bomba" hadisesi, etrafa korku ve dehşet vermesine rağmen, esasında terör dalgasının toplumdaki taban desteğini bütünüyle kaybetme noktasına geldiğini gösteriyor.

Bu bir kuvvet gösterisinden ziyade, sadece ses getirecek bir eylem olduğu âşikâr.

PKK dahil, bilinen, tanınan, yahut az buçuk bir toplumsal desteği olan hiçbir örgüt, bu kanlı eylemi sahiplenmiyor.

Dahası ve en sevindirici olan, hemen herkes, bu kalleşçe saldırıyı kınayıp lânetliyor.

Dolayısıyla, bu bombalı saldırının maksadı ne olursa olsun, zihinlerde, vicdanlarda, nefretten başka hiçbir karşılığı yok.

Yaşanan bütün acılara, elemlere, üzüntülere rağmen, madalyonun diğer yüzünde böylesine sevindirici, güven verici, endişeleri izâle edici bir realite var.

Yeni partinin ismi

Numan Kurtulmuş liderliğinde 1 Kasım itibariyle kurulmuş bulunan yeni partinin ismi "Halkın Sesi Partisi" olarak ilân edildi.

Amblemi güneş olan partinin kısaltılmış ismi ise, "Has Parti" şeklinde ifade edildi.

Kısaltılmış da olsa, "Has Parti", avantajlı bir mânâyı ifade ediyor.

Tıpkı "Adalet ve Kalkınma Partisi"nin kısaltılmışı olan "Ak Parti" gibi...

Bu noktalar, iki parti arasında bir nazire ve bir rekabet durumunun söz konusu olduğu fikrini uyandırıyor.

Aydınlatıcı "ampül"e karşı "güneş" ve "Ak Parti"ye karşı "Has Parti."

Anlaşılıyor ki, Numan Bey, siyaset sahnesinde Erbakan'dan ziyade Erdoğan'la rekabete girip yarışacak.

Bu arada, Erdoğan liderliğindeki partinin kısaltılmış ismini "Ak Parti" yerine AKP şeklinde kullananların, Kurtulmuş'un partisi için de "Has Parti" yerine HSP kısaltılmışını kullanması gerekir.

Vicdanî olan şudur: Vatandaş, bir partinin kısaltılmış ismini telâffuz ederken, o isme ayrıca bir mânâ izafe ederek söylemek zorunda bırakılmamalı.

Realite ise şudur: Siz ne yaparsanız yapın, bazı kimseler Ak Parti veya Has Parti diyecek; bazı kimseler de AKP ve HSP demeye devam edecek.

Zira, tam isim zaten bir mânâ taşıyor; tutup kısaltılmış isim için de bir avantajlı mânâyı dayatmak, toplumda farklı reaksiyonlara yol açar.

Tarihin yorumu 2 Kasım 1918

İttihatçılar gitti, beterin beteri kaldı

Mondros Ateşkes Antlaşması (31 Ekim 1918), Osmanlı hükûmetinin yenilgiyi kabullenmesi anlamına geliyordu.

Mağlubiyetle neticelenen bu savaşın (I. Dünya Harbi) sorumlusu olarak da, İttihat–Terakki Fırkasının üst düzey kademesi görülüyordu.

"Hatalar, günahlar başa verilir" kaidesini onlar da kabul etmiş olmalı ki, İttihatçı liderler olarak bilinen Enver, Talat ve Cemal Paşalar, 2 Kasım (1918) gecesi bir Alman denizaltısıyla gizlice yurdu terk ettiler.

Ardından, İttihatçıların tevkifine başlandı. Kaçan liderler için de, bulundukları yerde yakalanıp mahkemeye sevk edilmesi emri çıkartıldı. (Eski Sadrâzam Said Halim Paşa ise, İstanbul'un işgalinden sonra Malta'ya sürülmüş, oradan da İtalya'ya geçmişti.)

Ne var ki, gidenlerin, kaçanların hiçbiri yakalanamadığı gibi, yurda bir daha dön(e)mediler.

1) Talat Paşa, Berlin'de bir Ermeni terörist trafından, vurularak öldürüldü. (15 Mart 1921)

2) Said Halim, Roma'da bir Ermeni terörist tarafından vurularak katledildi. (7 Aralık 1921)

3) Cemal Paşa, Türkiye'ye dönme hazırlıkları içindeyken, Tiflis'te iki Ermeni komitacı tarafından vurularak öldürüldü. (21 Temmuz 1922)

4) Enver Paşa, Buhara taraflarında Bolşevik Ruslarla Müslüman Türkler arasında yaşanan bir çatışma esnasında, Rus bombardımanı altında şehit düştü. (4 Ağustos 1922)

Görüldüğü gibi, yurt dışına kaçan İttihatçı liderler, gittikten sonra birlikte hareket etmediler, birarada hiç bulunmadılar.

Demek ki, onları da ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor. Zira, birbirinden farklılık arz eden yönleri var.

* * *

İttihatçı liderlerin gitmesiyle, Türkiye'de İttihatçılık hareketi sona ermedi. Bu zihniyet, tarihe gömülüp gitmedi.

Aksine, İttihatçıların tortusu şeklinde görülebilecek en bozuk kesimi içerde kaldı.

Bunlar, o derece bozuk ve muzır kimseler idi ki, hataları, günahları başa vermek yerine, bütün iyilikleri, güzellikleri, hatta büyük zaferleri dahi iki–üç şahsa inhisar etme cihetine gittiler.

Aynı zihniyetin sahipleri, hata, günah ve mağlûbiyetleri ise, orduya ve millete mal ederek, aslında en büyük cinayeti irtikâp etmiş oldular.

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Mihenk mihverinde dönmek


A+ | A-

Her sözde tevile yeltenmeli, her cümleye yorum getirmeli, her kelimeyi, kavramı evirip çevirmeli mi? Mânâ ap apaçık ortada dururken ona bir şeyler izafe etme, bir yerlerle bağlantı kurma, bir yerleri onunla karalama veya yüceltme nedendir?

Neresinden bakarsanız bakın, anlam sağlam bir zeminde yükselmişse ona tâbi olmaktan, ona tutunmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Silik sözlerin, cilâlı cümlelerin cirit attığı hikmetsiz dönemlerde her söylenenin kalbe girmesine mani olmak elbette ki gereklidir ve yerindedir. Zira “Hiçbir müfsit ‘Ben müfsidim’ demez” der Bediüzzaman; kimsenin “Ayranım ekşidir” dememesi gibi. Görüntünün hâkim olduğu günümüzde söylenenleri mihenge vurmadan almak ve kabullenmek saf hakikate ulaşmayı engeller; müfsitliği aşikâre olmuşları tevil etmekse adaleti gölgeler, hakikati perdeler.

Konunun ehemmiyetini vurgulamak, işin ciddiyetini göstermek için iddialı bir sözle devam eder Said Nursî; “Hatta benim sözümü ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz.” Bediüzzaman bile söylüyorsa, mihenge vurmadan kabul etmeyin demek istiyor olsa gerek.

Devam ediyor Üstad; “Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” Üstad bundan Üstad olsa gerek; açık, net, tevilsiz ve takıntısız konuşuyor; sözünü yaşıyor, yaşadığını söylüyor.

Tevillerle, yorumlarla suyun üstüne yağ gibi çıkmak isteyen mihenksizlere, dengeli ve tutarlı bir yol gösteriyor: Mihenge vurunuz. “Size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” Cesarete bakınız, cesaretini cahillikten alanlar, bu sözü mânâ-yı hakikisiyle anlayamaz. “Teneke” demiyor “bakır çıktı ise, gıybet ve bedduâ ile geri gönderin”; Said Nursî’nin neden Üstad ve Bediüzzaman olduğu daha açık ortaya çıkıyor değil mi?

Nefsini dizginlemiş, şandan şöhretten geçmiş saf hakikat peşinde gidenlerin şiârıyla konuşuyor. Çoğu zaman, onu anlamamışlıkla mübarekliğine ve tevazuuna verip geçiyoruz. Söylediğinin arkasında bir ömrü geçirmişliğini derk edemiyor, idrak sınırları içerisine tam giremiyoruz.

Bazen risâle dairesindeki birileri için “Hiçbir müfsit ‘Ben müfsidim’ demez” kullanılıyor, ama devamı olan “Belki ben de müfsidim” es geçiliyor, tevil ve yorum yoluna gidiliyor. Çünkü nefsin işine gelmiyor. Onun için olsa gerek, saf hakikate erişilemiyor, tevil gölgelerinde geziniliyor, yorum yorgunluğundan ilerlenemiyor.

“Yazdıklarımı, bakır çıktı ise bedduâ ve gıybetle geri gönderin” diyecek kadar cesur değilim; bırakın bakır çıkmayı teneke bile çıksa hayır duâyla geri gönderin. Zira saf hakikate erişmiş “mihenkli” bir Üstad’a talebe olmak duâsıyla yazılıyor bu yazılar.

“Ay Işığı”, güneşe muhatap olan aydan ışık alma duâsı, Ayın mihverinde mihenkli dönme cabası, size de bu mihvere davet ve hatırlatma gayreti.

Kusurlarımızın affı, Ayın karanlık tarafının aydınlanması için bin duâ isteğiyle…

02.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Eylemsizliğin” bedeli ne?


A+ | A-

Tam da terör örgütünün Ankara’ya koştuğu “şartlar” için nihaî tarih verdiği 31 Ekim’de ve Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Tuğluk’un İmralı’da terörist başı Öcalan’la “eylemsizlik” kararı görüşmesi öncesinde, Taksim’deki intihar saldırısı dikkat çekici.

İşin perde arkasında, her ne kadar resmen üstlenmezse de, saldırının zamanlaması, terör tehdidi ve “eylemsizlik” şantajında bir “gözdağı” olduğu kanaatini veriyor. Ve köklü bir zemine oturmadan siyasî iktidarın “açılım projesi”nin vardığı vartayı açığa çıkarıyor.

Zira en son Karayılan’ın “Metropoller de eylemlerde bundan sonra PKK saldırılarında sivillere zarar gelmeyecek” sözlerine uygun olarak, terör örgütü son eylemi üstlenmedi. Doğrusu, terör örgütü hiçbir zaman sivillerin, köylülerin, halkın katledildiği saldırılara sahip çıkmadı. Ancak, çoğu “sorunlu” tiplerin sınırı geçerek büyük şehirlerde bu tür eylemleri tek başına yapamayacakları, örgütün tertibiyle ancak bu tür saldırıların olabileceği, ortada.

Bu açıdan bir yandan “terör örgütü”nün terörü tehdit ve şantaj olarak kullanırken, diğer yandan, meçhul mahfillerden “PKK’nın terör örgütü ile ilgisinin olmadığı” ve saldırının örgüt içinden “süreci sabote etmek isteyen gruplar”a fatura edilmesi, çarpıtmanın bir başka örneği.

En son yollara döşenen mayınlar ve polis karakollarına saldırılarla çiğnenen “tek taraflı ateşkes”in başta “özerklik” olmak üzere “terör tehdidi ve şantajı”nın Ankara’ya dayatılan “talepler”de kullanıldığı görülüyor. Her ne kadar terör örgütü hâlen üstlenmezse de bu tür metropol intihar saldırılarının terör örgütünün işi olduğu, saldırı öncesinde ve sonrasındaki açıklamalardan anlaşılıyor…

“GÜVEN VERİCİ ADIMLAR”!

Belli ki referandum öncesinde olduğu gibi seçim öncesinde de siyasî iktidara avanataj sağlayan “eylemsizlik” gibi kamuoyunun da hoşa gidecek bir süreç işletiliyor. Hiçbir ayırım yapmadan yarısından fazlasını teşkil ettiği 32 yaralının verildiği polisleri hedef alan saldırı, “imaj çalışması” içindeki terör örgütünün kırsal kesimde kamplara çekildiği kış dönemine denk gelmesi tesâdüf değil. Öcalan’ın daha önce savurduğu tehdit ve şantajla ülke çapında özellikle büyük şehirlerde bombalama ve orta ölçekli isyan provaları ve terör olaylarıyla “şehirlerdeki eylemlerle ortalığı cehenneme çevirecek ses getirecek eylemler” taktiği içinde. Terör ve şiddetle isteklerini kabul ettirme sürecini başlatıyor.

Aslında “Kandil”deki terörist başı ve terör örgütünün sivil yapılanması KCK yürütme konseyi başkanı Karayılan’ın, “sürekli ateşkesi ‘güven verici adımlar’ın atılmasına bağlaması, bunun açık itirafı. (Ertuğrul Mavioğlu, Radikal, 10/28/2010 ) 

Terör örgütünün “dağdan inme” ve “bütünüyle Kuzey Irak’a çekilme” söylentilerine dair Karayılan’ın, “Şehirde de varız ama dağda da varız. PKK Kolay oluşmadı, kolay da çözülmez. Ben kendim yüzlerce operasyonla karşı karşıya gelmişim. Biz kendimizi bu dağlarda koruyacak ve yaşatacak tecrübeyi kazanmışız. Arazinin bütününü tanımışız. Kürdistan’ın diğer parçalarında da yaşayacak tecrübemiz var. İstenirse şiddet yolu devam ettirilir, bu durumda inanın PKK yine daha güçlenir. Son seçenek olarak ona da gidebilir. Ama teslim olması ya da şiddet yoluyla tasfiye edilmesi mümkün değil” demesi ve “devletle yenişememek”ten bahsetmesi, “eylemsizlik” kararının bir aldatmacadan ibâret olduğunu ve terör örgütünün süreci bir “tehdit ve şantaj aracı” olarak istimal ettiğini bir defa daha te’yid ediyor.

KİMİN “PROJESİ?

Ve Öcalan’ın avukatları aracılığıyla açıkladığı, Başbakanlığa ilettiği ve Kandil’e gönderdiği mektubundaki “yol haritası”ndaki “çözüm perspektifi”nin mâhiyetini deşifre ediyor. Karayılan’ın kaygılı olduğunu söylediği ve hiçbir surette boşa düşürmeyeceğini bildirdiği “koşullar”la sözünü ettiği “diyalog sürecinin stratejisi” bu.

Herkes biliyor ki, İmralı, Kandil, BDP ve KCK’nın “eylemsizliğin şartı” olarak öne sürdüğü “güven verici adımlar”dan kasdı, daha önce defalarca açıklanan Türkiye’nin “federatif sistem”le özerk bölgelere bölünüp, eğitimden sağlığa, din işlerinden güvenliğe kadar ayrı “özerk Kürdistan projesi” gelmekte.

Kısacası, yanlış parametrelerle “terörü tasfiye” ile “akan kan durması ve anaların gözyaşlarının dinmesi” sloganlarıyla başlatılan “açılım”, tefrika fitnesine âlet edilmekte. Türkiye’nin özerk bölgelere ayrıştırılmasıyla, “Kürt sorunu”nu özgürlükleri, demokratik kültürel hakları aşan, “egemenlik ve toprak talebi”ne varan ve tıpkı bir asır öncesinde olduğu gibi, ecnebilerin parmak karıştırmasına zemin hazırlayan, ırkî ve bölgesel ayrıkçılıkla vatan ve milletin parçalanması politikalarına malzeme edilmekte.

Daha “avukatı” Tuğluk’la Öcalan’ın görüşmesinin sonuçları açıklanmadan, terör örgütüne yakın bir internet sitesinde, “eylemsizlik kararının seçimlere kadar uzatıldığı” haberinin uçurulmasının anlamı bu.

Sahi en bâriz bedeli, “özerklik” olarak peşinen ilân edilen “eylemsizliğin” akıbeti ne olacak? Öcalan ve Karayılan’ın ortaya attığı bu “çözüm önerisi” gerçekten bir “PKK-Öcalan reçetesi” mi; yoksa Başbakan Erdoğan’ın şiddetle reddettiği “Amerikan projesi”mi?

02.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.