Selim GÜNDÜZALP |
|
Yürüdüğüm yolun bir bedeli var |
Yürüdüğüm yolun bir bedeli var, bir kuralı var. Arabaların vızır vızır geçtiği bir yoldan yürüyemem; yaya kaldırımını izlemek zorundayım. Kullandığım arabanın, yürüdüğüm yolun bir kuralı olur da yaşadığım hayatın bir kuralı olmaz mı? Hemen hemen bütün Avrupa’nın 18. ve 19. yüzyıl edebiyatı romanlarına damgasını vuran bir gerçeklik var: Hareket, hız ve sürat. Güya hayatı çok hızlı ve çılgınca yaşamalıymışız. İnceden inceye bir telkin söz konusu bütün o devrin san'atında. Ne kadar hız, o kadar haz. Temsilcisi çok eski olmakla beraber, yeniden hortlayan bir hedonizm. Dinlenmek yok, bir koşuşturmaca… Şehirler arası, memleketler arası, en nihayet kıt'alar arası seyahatler... İmkânlar, vasıtalar ona göre gelişiyor. “Hayatı delice yaşamalıyız.” sloganı hâkim o günden bu güne. Hatta daha daha delice… Ama bu arada, kaçan fırsatlardan kimse söz etmiyor. Sür'atle geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insanın, vardığı yerde göreceği ne olabilir ki? Hayat, yaşanıp tüketilecek bir şey değildir. Her ne kadar içinde inişleri çıkışları olsa da, hayat çok çabuk tırmanılıp, hızlıca çıkılıp, tepesine bir bayrağın dikileceği zirve de değildir. Yaratan öylesine güzel yaratmıştır ki hayatı, siz o güzelliği ağır adımlarla yürürken de görebilirsiniz. Omuzunuza dökülen, elinize düşen bir yaprakta da hissedebilirsiniz. Hatta taşların üzerinde ayağınızın yürürken çıkardığı mûsıkîde bile... Bizi hiç kendimize bırakmıyorlar. Bir hedef koyuyorlar önümüze, “Oraya yaklaş, oraya var.” diye. Sanki hayat, göğüslememiz gereken bir yarış ipiymiş gibi, baş döndürücü bir sür'atle geçiyoruz bütün güzellikleri. Bahçeler, ağaçlar kırgın. Böcekler, sinekler, çiçekler dargın. “Ne çiçek açtığımızı görüyorsunuz, ne yapraklardan soyunduğumuz günkü güzelliği. Siz göresiniz diye böyle güzeliz, bu kadar harikayız, böylesine şahaneyiz. Bizler Yaratanın eserleriyiz.” Bulutlar bile; “Geçmemiz gerektiği için geçmiyoruz, geçmemizi göresiniz diye geçiyoruz. Ama siz öylesine hızlı geçiyorsunuz ki hayattan, ne bizi, ne kendinizi görüyorsunuz.” diyor. Sonra bir köşe başında oturup kalbinizi tutuyorsunuz ve semâya doğru bakıp ağlıyorsunuz. “Ben yılları nerede kaybettim? Ömrümü hangi çeşme başında sebil ettim?” diye. Hani eski eşyaları çıkarıp da başımızdan def ederiz ya, hurdacıya veririz, para bile istemeyiz üstüne… Bu kadar harika bir hayatı, Yaratıcısının istediği gibi kullanmayanın sonu işte böyledir. Yaratanına armağan edilmeyen bir hayat, sana da yâr olmaz. Aldırma boş sözlere, “Keyfince hayatını yaşa, delice yaşa!” diyenlere. Hayat, delice değil, dikkatlice yaşamak içindir. Yoldaki kurallara, ışıklara, işaretlere dikkat etmeyenlerin, sonunda varacağı yer belli. Pişmanlıklar denizinin ortasında küçücük bir ada ve hiçbir şeye ulaşamayan yalnız başına bir insan. İşte, modern hayatın getirip sunduğu bu. Bu lüzumsuz hızı, sür'ati durdurmak gerek. Varacağı yer kendisi değilse insanın, neresidir? Bize zirve diye takdim edip yutturdukları, sakın ola ki uçurumlara açılan kapılar olmasın?! Nice aklına güvenenler, hayatına ‘benimdir’ diyenler gittiler bu yolda. Kimi şöhret peşinde, kimi zevk, sefa peşinde, kimi de adını anmaya değmeyen nice hiçler peşinde… Güzellikleri yaşarken ve ağır ağır seyrederken görmeli insan. Şair ruhlu insanlar nedense ibadethanelerden, camilerden, mescitlerden son derece büyük bir haz alırlar. Zamanın orada iki ayrı boyutu vardır: Bir, hem çok hızlı geçer; iki, hem de çok yavaş. Aslında zıt gibi görünen şeyde bir terslik yoktur. Kendi atmosferinin haricinde bir şey düşünmeye izin vermez oraları. Ve insanı kendine benzetir, ruhanî bir kimliğe büründürür. Her yerde bu tip yapıları büyük bir imkân ve cennete açılan kapılar olarak görmüşümdür hep. Hayatı anlamsız bir koşu olmaktan çıkarıp, anlamlı bir yürüyüşe sokar oraları. Tempoyu düşürür, ritmi ayarlar ve ahenkli sesler çıkmaya başlar hayatımızdan. İçimizi baştan ayağa bir huzur kaplar. Hayatın sırrı, ibadetlerde ve ibadethanelerde gizli. Orada aynı duyguyu paylaştığımız insanlarda gizli. Yüzyılların hatırası, sevabı, havası orada gizli. İzin vermeyin hayatınızın başka eller tarafından kurgulanmasına. Sloganlara aldanmayın. Hayatı delice değil, dikkatlice yaşayın. Boş sözlere aldanmayın. Şayet sıkılıyorsa içiniz, daralıyorsanız, yolunuzu bir vakitliğine olsun bir cami bahçesine, bir mescidin köşesine düşürün lütfen. Hayatın yol ayrımıdır oraları. Hayat oradan başlar. Yeniden bir ayar bulur, yeniden hayat bulur hayatımız orada. Gizli bir el, yaralı bir yanımızı okşar, sarar. Kıyamda şifa bulursunuz, ayaküstü tedavi olursunuz. Secdelere düşmeyen alınların, bükülmeyen dizlerin, başka yerlerde değil, oradadır şifası. Nereye gidiyorsun ey insan, nereye? Geçtiğin yollardaki güzellikleri görmeden nereye? Şeytan niye peşinde, niye ayartmak ister seni? Taşıdığın yükün incilerden, elmaslardan, en değerli hazinelerden daha değerli olan şeylerin sahibi olduğunun farkında mısın? Sana haz veren, sana gaz veren sesleri dinleme! Onların dâvet ettiği yolun sonu, çıkmaz sokak. Hemen dön; ardındaki kalabalıkları da döndürmeye çalış. Durdur. Durduramıyorsan da bir işaret fişeği at, bir gören olacaktır. Hayat, delice değil, dikkatlice yaşamak içindir. Her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır. Önce bulunduğu yerin, geçtiği yolun hakkını vermelidir insan. Dolduruşa gelmeyin, sloganlara aldanmayın. “Tadilat var, kapatıyoruz.” Yıllardır hep aynı sözler… Taktik, aynı taktik; şeytan, aynı şeytan. Ama yutan, yine hep aynı insan. Şükür ki, bir uyaran var; hayatımıza dikkat etmemizi öğütleyen bir Yaratan var. Acele edelim. Hayatın her anı bir karar zamanı. Rüzgârdan kanatları olan günler, aylar, ah, ne de çabuk geçiyorlar… Bir ışık oyunu, bir rüya gibidir hayat. Bu dünya bizi nereye götürüyor? Bu yollar bizi nereye sürüklüyor? Bir arının bile çiçek arayışı boşuna değilse, bir isteği olmalı, mutlaka bir amacı olmalı yolumuzun, yürüyüşümüzün. Hayatı süresince her şeyi seçen insan, kendisi de sonunda elbet bir gün seçilecek. İnsan, seçişiyle seçilir. “İnsan, ahiretteki evini, ölmeden önce dünyada yapar” diyor Hz. Ali (kv). Hayatın her anı, bir karar zamanı. Anı yakalamalıyız. Yarın hiçbir zaman gelmeyebilir. “Günlerini ‘Yarın yaparım’ diye boş geçiren, aldanır.” diyor Seriyyüs Sakatî. Zamanın ne işe yaradığını, insan zamanı kalmadığı zaman anlar. Evet, en önemli vakit, içinde bulunduğumuz vakittir. Sadece o an bir şey yapabiliriz işte… Soru sor, cevap ara. Güneş ne için, kimin için doğuyor her gün? Kimse farkında değil ah, bu müthiş akışın. Görmek için durmak gerek. Hızlı geçişler, mahrum ediyor güzelliklerden. İnsan, bir an gelir: “Dün gözlerim neredeydi? Neden görememişim?” der ama geçen, geçmiştir artık. “Göklerin ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmran, 190) Her şey ama her şey, bir mektubun sayfalarıdır. Mektup, okuyana, anlayana, muhataba gönderilmiştir. Yani bize. Her şey ama her şey, bir gösteridir. Ara verip sirke, sinemaya gidenin, bedavadan seyredeceği çok güzellikler var, kaldırıp başını bakabilse, bulutlara, ağaçlara, kuşlara… Allah’la başlayan her gün, sevinç doludur. Allah’tan uzak her gün, hüzün doludur. İbrahim Sûresi’nde ne güzel buyrulur: “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir.” (İbrahim, 34) Evet, insan çok şeyleri unutuyor bu hızlı geçişle. Hediyeyi göndereni unutup, hediyeyi getirenin ayağını öpmeye kalkıyor. Sonbaharda dallarda uzatılan ve kızaran şu nar ağacına bir bak. Bak bakalım… Dur da bir bak, ne söylüyor sana… “Cenâb-ı Hakk’a isnad edilse, bütün eşya bir tek şey gibi bir suhûlet peydâ eder; eğer esbâba isnad edilse, her bir şey bütün eşya kadar suûbet peydâ eder. Mâdem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i Vahdet’i güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu meyveler Vâhid-i Ehad’in malı olmazsa, bütün dünyayı verse idik, bir tek narı yiyemezdik.” (Sözler, 274) Evet, “Önemli olan, bulunduğumuz yer değil, hareket ettiğimiz yöndür.” diyor O. W. Holmes. Damla damla su, kapı doldurur; adım adım yürüyüş, hayatı doldurur. Mutluluğun sırrı mı? Küçük şeylerde gizlidir. O zaman anlarsınız ki, hayatta küçük şey yokmuş. Bir öğretmenin çok güzel bir itirafı vardır, severim: “Hocalarımdan çok şey öğrendim, arkadaşlarımdan da. Ama en fazla öğrencilerimden öğrendim” der. Hayatın karşısına bir öğrenci gibi çıkmak, bize çok dersler aldıracak. Bir Allah dostu, “Seni Allah’ım, nerede bulabilirim?” diye soruyor. Kalbine bir ilham düşüyor birden: “Eğer beni arıyorsan, zaten bulmuşsun demektir.” diyor. Hayatı güzel yaşamanın şartı, sadeliktir, duruluktur. Bunun da sonucu, ruhun huzurudur. Kendi hayatının katili olmadan, yaşadığı hayatın öğrencisi olmak için hızlı akışa “Dur!” demek zorundadır insan. Ne kadar kıymetli olduğunu anlamak istiyorsan hayatın, aldığın bir nefesi içinde tut, kolundaki saate bak. Bakalım kaç dakika dayanabiliyorsun nefessiz kalmaya… Düşün ki, beden için bu böyleyse, ruh için de, Allah’tan uzak yaşamak, O’nun eserlerine bakmadan yaşamak, aynen nefessiz kalmak gibidir işte… Evet… Olduğun gibi ol, olman gerektiği gibi ol; gerisini Allah’a bırak. Sen ne kadar safî isen, sadelik içindeysen, kâinatı da o temiz aynanda, aynı sadelik ve güzellik içinde göreceksin. Her doğan gün, insan için yeni bir hayattır. Günü öldürmeye değil; günü güldürmeye, günde güller açtırmaya var mısınız? Kalbimiz Allah’a yakın oldu mu, kederden ve dertten de uzak oluyor. Herkesin aradığı, elimizde, önümüzde… Câhil mal arar; akıl sahibi ise, kemâl arar. Niye kaçıralım ki bu güzelliği, bu fırsatı? Hayat delice değil, dikkatlice yaşamak içindir… Bir öyküyle bitiriyoruz yazımızı: Meksika’da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabiî Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor. Sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, “Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?” Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...” 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |