Selim GÜNDÜZALP |
|
İlk abdest |
Sakin adımlarla yürüyordu. Attığı her adımın ne kadar önemli olduğuna inanarak. Soğuk bir güz günü, caminin şadırvanına yöneldi. Adımları onu götürüyordu sanki. O, adımlarını değil... Şadırvanda tenha bir yer aradı, buldu. Önce üzerindeki paltosunu, ardından ceketini çıkardı. Tâ çocukluğundan kalma o eski günlere gitti. Her şey yerli yerindeydi. Şimdi bir soru vardı: Acaba sırayı tutturabilecek miydi? Bir an tereddüt etti. Sonra cesaretini toplayıp, “O kadar da değil!” dedi. Gözlerini kapadı, niyet etti o vaktin abdestini almaya. Önce ellerini güzelce yıkadı. Sonra ağzına, sonra burnuna götürdü suyu üçer defa. Hayret! Duâları da unutmamıştı. Onlar da hafızasının bir köşesindeydi… Sonra da yüzünü… Bu kısmın abdestin ilk farzı olduğunu çok iyi biliyordu. Ardından elleri dirsekleriyle beraber yıkamak ve başı avucunun içiyle mesh edip sırasıyla kulakları ve elinin tersiyle enseyi sıvazlamayı, en sonunda da ayakları da yıkamak gerektiğini çok öncelerden, mahalle camiinin imamından öğrenmişti daha küçükken gittiği Kur’ân dersi sırasında. Ellerini, yüzünü değil; kollarını, ayaklarını değil; sanki ruhunu yıkıyordu. Çeşmenin sarı kurnasını itinayla açıp suyu sicim gibi ipincecik akıtmıştı. En az suyla abdestini itinayla almaya çalışıyordu. Ayaklarını yıkarken sol elini kullanıyordu. Demek ki unutmamıştı. Hatta abdest duâlarının bir kısmını da… Hatta abdest sonrası yapılan duâyı bile. Hayret! Bu hafıza da ne acip şeymiş doğrusu. İçine giren bilgiler, nerelerde saklanıyormuş, lâzım olduğunda nasıl çıkıyormuş bir bir meydana. Hayret doğrusu!.. Kâğıt mendille ayak parmaklarının aralarını kuruladı. Çoraplarını ve ayakkabılarını giydi. Ceketini ve paltosunu da. Islak yüzünü silmeye çalışmadı; öylece bıraktı. Kıbleye döndü, bir şeyler mırıldandı. Güneyden esen rüzgârın yüzünü kurutmasını ya da okşamasını bekliyordu tâ çocukluğundaki gibi. O zamanlar da öyle yapardı. Gözlerini kapar beklerdi güneyden esen rüzgârlar yüzünü silsin, okşasın diye. Çevredeki cıvıl cıvıl sesleri fark etti. Kuş sesleri, çocuk sesleri, satıcı sesleri ve araba sesleri… Ne kadar farklı ses vardı. Onları duydu bir bir. Allah Allah… Abdest alınca sanki her bir organın dili de çözülüyordu. Paslanmış duygular cilalanıyordu sanki. Yıllarca kapalı kalmış kapıların ardından nasıl ki hiç görünmemiş yeni simalar, yeni manzaralar çıkıyorsa orta yere, aynen öyle olmuştu onun için de. Hiç, ama hiç birbirine benzemeyen sesleri fark etmişti. Abdestin sadece kendi hayatını değil, birçok hayatları da nasıl değiştirdiğini hakkalyakîn o sırada anladı. Dağ gibi bir yük kalkmıştı omuzlarından. Sonsuz bir huzur kaplamıştı içini. Bunu daha önce de yaşamıştı. Çok ama çok eskiden… Tanıdığı, bildiği bir şeydi bu. Belki de bundan daha iyi bildiği bir şey yoktu hayatta. Peki, niye bu kadar uzaklarda kalmıştı? Neden uzatmıştı bu vuslatla arayı? İşte orası tam bir kördüğümdü. Hepimizin zaman zaman yaşadığı türden bir kördüğüm… Hayatta küçücük bir kırılma ânı olur bazen. Bir şeye kızar, çıkar gider insan. Bir daha da o mekâna hiç uğramaz. Allah’ın evine uğramayalı da yıllar olmuştu. Ama hep içinde tuhaf bir duygu vardı; mahcubiyet vardı hep camilerin önünden geçerken. Hele de babasının namaz kıldığı caminin yanından. Üzgündü, suçluydu. Kendini bu noktada hiç affetmiyordu. Ne kokular, ne sesler, ne güzellikler kaçırdığını yaşamadan anlayamaz insan. Ah, bu bahçelerde geçen ne günler vardı. Şimdi oradaydı. Bahçede güz gülleri açar da, koklamaz mı insan? İçinde her sabah, her gün, defaatle güller açar da, onları okşamaz mı, koklamaz mı hiç insan? Allah ne güzellikler, ne güzel gül bahçeleri uyandırıyor içimizde de, ilhamın en güzelini sunuyor her gün defaatle de, koklamıyor, içine çekmiyorsa ve uyanmıyorsa insan, suçlu kim diye düşünürdü hep o zaman da, şimdi de. En sevdiği şeydi düşünmek ve okumak. Kalbinin gıdasıydı. Birden eski dost seslerden birini hatırladı “Gaaaaak” diye bağıran. Ayaklarının yakınına bir ceviz düştü. Kurnaz kargaların işiydi. Ohooo, öyle ibretlik ve seyirlik işler vardı ki bu caminin bahçesinde, anlatmakla bitmezdi, orada olup yaşamak gerekirdi. Geçen günlere bir ah çekti. Burası insanı her yönden tatmin edecek, ibretlik, seyirlik ve derslik, ne derseniz deyin, acip, garip manzaralarla doluydu. Al, gözüm, seyreyle. İşte böyle… Zor olmamıştı, ama çok da kolay olmamıştı. İlk adım ne kadar da yavaş ve sakindi. Attığı adımların ağırlığını ve kararlılığını tek tek ölçercesine yürüyordu. Bir fetih yürüyüşüydü sanki. Bu adımları da ömrü boyunca belki hiç unutmayacaktı. Ellerinden, yüzünden, o güz günü, ıslak kollarının üstünden ve ağzından nasıl dumanların çıktığını da unutmayacaktı. Yüzünü nasıl tatlı bir sevincin ve tebessümün kapladığını da. Allah’ın istediği bir şeyi yapmak, ne kadar da huzur veriyor insana. Bir kere, içi değişiyor, içinin içi de, içinin içinin içi de değişiyor. Bu işin niçini yok. Karar verdi mi bir kere insan, rahmet de elinden tutup yâr oldu mu, ne âlâ!... Bir damla nasıl sebepsiz yere düşmüyorsa, toprağın üstündeki bir zerrenin de nasıl onda hakkı var ise, rahmet bir damla olup düşüyordu o kalbe, buluyordu o kalbin sahibini. Ve onun adımlarını yönlendiriyordu hedefe doğru. O sımsıcak iklime... Ruhların, canların, kulların o güzide topluluğuna doğru. *** Daha vakit vardı. Bahçedeki havayı solumak da gerekirdi. O da bir parçasıydı bu işin. Molalar da yürüyüşe dâhildi. Namazın sırrı, abdestin sırrıyla beraber demleniyordu şimdi. Tamamlıyordu çehreyi, çekiyordu kendine doğru bu bîçareyi. Ayak, ayaktı; el, eldi; yüz, yüzdü; göz, gözdü şimdi. Öyle güzel bakıyordu ki; eliyle yüzünü, gözünü yokluyordu. Bir damlayı itinayla eline aldı. Bakmaya başladı. O bir damlada hayatı seyrediyordu. Elindeki bir damlaydı, belki de hayatıydı. Sonra yerine koymak istercesine bir hamle yapıp, çenesinin altındaki bir başka yere bıraktı. Sonra yanaklarından süzülen o tuzlu, sıcak damlalardan birini aldı. Billur gibi damlalardan birini… O damlada ışıldayan bir küçük gün ışığına bakıyordu hayran hayran. “Allah’ım, ruhumdan kaynayan, gözümden kayan şu bir damlayı ömrümün duâsı kabul et!” dedi. Silemedi, silemiyordu da elindeki o damlayı. Onunla duâ ediyordu. Öylece kaldı. Şahadet parmağının üzerindeki o damlaya bakıyordu. Durdu, baktı… Baktı, durdu... O en güzel duâyı okudu: “Essalâtü vesselâm aleyke yâ Rasulallah!” O sırada sarı saçlı, mavi gözlü, güzel mi güzel, küçük bir kız çocuğu geldi babasıyla beraber şadırvana. Eğildi çeşmeden su içmek için. Çocuk ona, o çocuğa baktı. Çeşmeyi açmak için davrandı, hemen sağ eliyle hafifçe açtı, çocuğa buyur etti. Ufaklık, daha önceden dersini ezberlemişçesine hafifçe eğildi ve ağzını çeşmenin kurnasına dayadı. Kana kana içti. Durup nefesleniyordu, tekrar içiyordu. Durup nefesleniyordu, sonra tekrar içiyordu. İçti de içti… Çocuğa baktı, ama bir yandan da gözyaşlarını saklamak istiyordu. “Aynen ben…” dedi. “Benim eski günlerdeki hâlim. Ne kadar da benziyor hareketleri” diye geçirdi içinden. “Ben de bu çeşmelerin sularıyla serinlerdim çocukken. Koşar oynar, gelir içerdim… Koşar oynar, gelir içerdim… Allahuekber… Demek ki, bu caminin çeşmeleri bir anne memesi gibi içirmiş, doyurmuş bizi. Onun için ayrılamıyormuşuz buradan. Şimdi anladım.” Bir caminin çeşmesinden bir yudum su içen, artık bağlanmıştır bir kere, kopamaz oradan, asla uzaklaşamaz. Aradaki kutsal bağın, belki de çok kimse farkında değil. Anayla çocuk arasındaki ilişki gibi… Bir yudum su içen bu çeşmeden, bir daha kopamaz. Bir daha asla buradan ayrılamaz. Şadırvanlar, çeşmeleriyle, sularıyla, böyle doyurur, işte böyle besler, böyle büyütür. Ve öyle bir yerinden bağlar ki kalplerimizi Allah’ın evine, şaşarız. Yıllar sonra gelir işte, bu şadırvanın önünde oturur, ağlarız. Kaldığımız yerden seyr-i sülûkumuza başlarız. Su içtiğinizi de zannetmeyin o çeşmelerden. Su gibi gözükse de, su gibi süt içeriz. Kıvamı da başkadır, tadı da. Bu çeşmenin suları, bu bahçenin havaları, hatta bu bahçenin kuşları bile farklıdır. Ötüşleri, susuşları, hepsi farklıdır. Müezzin konuşurken susmayı bilir onlar. Eseceği vakti bilir rüzgâr. Salınacağı anı bilir dallar. Terbiyeli bir koronun parçasıdır onlar. Zikrini vaktinde yapar onlar. Edeb yâ hû… Edeb yâ hû… Rüzgârın sesi bu. Vaktinde eser, vaktinde gelir. “Adın Ayşe mi senin?” dedi. “Evet” dedi. “Zehra’sı da var mı?” “Evet” dedi. Başını salladı. “Nerden bildin?” “Benim bir torunum var da, onun da adı Ayşe Zehra. Okula gidiyor musun?” “Evet, anaokuluna gidiyorum.” dedi. “Neler öğretiyorlar orada?” Babası devreye girdi: “Amcası,” dedi “Bak bugün ezberlediğini okusun size” dedi. “Memnun olurum. Okur musun az?” dedi. Kız, ellerini kollarını da oynatarak başladı konuşmaya: “Abdest almak ne güzel, Abdest almak ne güzel… İlk önce ellerimi, Ağzım ile burnumu, Üç kere de yüzümü, Sağ kolumu, sol kolumu Sağ kolumu, sol kolumu Başımı, kulaklarımı, sonra ensemi En sonunda ayaklarımı yıkarım…” Eğildi, çocuğun başını okşayıp bir bûse kondurdu: “Ne güzel bir şey öğrenmişsin sen böyle…” Kız: “Okulda öğrendiklerimden çok mutluyum.” dedi. Adamın elinde hâlâ o damla duruyordu, kurumamıştı, düşmemişti Ve sonra Ayşe Zehra’yı eli boş göndermek istemedi. Tedarikliydi. Çilekli pembe şekerlerden cebinin kenarında bir tane duruyordu. Hatırladı. Tuttu, çocuğa onu verdi. Çocuk, babasının da teşvikiyle aldı, teşekkür etti. Sevinerek gittiler. Kalbiyle beraber gittiler, kalbini de peşi sıra götürdüler. Giden çocuk değildi, kendi çocukluğuydu. O şeker de Rıfat Amca’nın tavsiyesiydi. “At cebine, bir gün lâzım olur. Cebinde bir küçük şeker bulunsun hep.” demişti bir gün. İşte, lâzım olmuştu. Tedarikli insanlardı eskiler. Boşa lâf etmezlerdi. Boşa hayat yaşamamışlardı. Şimdi kenara koyduğu her şey işe yarıyordu. Cebinden bir küçük karanfil çıkardı, ağzına attı. Çiğnemedi. Dişlerinin arasında gezdirdi. Kokusuyla mest oldu. Daha vakit vardı. Öylece duruyordu. Henüz şadırvan kalabalıklaşmamıştı. Hayalini, düşüncelerini dağıtacak bir şey yoktu. Güzel bir güz günüydü. Abdestli bir vakit, bugünü mayalıyordu. Dili duâya durdu. *** Sonrası mı? İnşâallah haftaya… 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |