16 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Ömür takvimi

Eylûl ve ikindi, benziyor birbirine.

Yaz bitti ve gün erişti son demlerine.

Kış mevsimi, akşamın garîb hüznüne denk.

Ömrün de hazânı geldi, gençlik yerine.

Takvîmlerin, sür’atle akan suyun döndürdüğü dolaplar gibi çevrilmesine alıştık. Günler, ayları; aylar, mevsimleri kovalıyor. Ömür ne kadar hızla akıyor! Yılların geçip gidişini bâzen hazla, bâzen kederle seyrediyoruz. Zamânın üstümüzdeki te’sîri izâfî: Sıkıntılı vakitlerimizde sâniyeler yıl gibi uzun; sevdiklerimizle birlikte iken yıllar sâniye kısalığında…

Aslında her zaman, dakîka altmış sâniye ve yıl oniki ay! Ömürler var: Asırlara bedel; kısacık hayâtlar var: Kadîr Gecesinin sırrına ermiş, sermediyetin tohumunu saklıyor… Beşeriyetin yaşı sınırlı, ancak netîceleri îtibâriyle ebedî: kimi cennette, kimi cehennemde de olsa, tükenmeyecek, bitmeyecek, sona ermeyecek!

Her işin mukadder sonuna yaklaşmak insana hüzün verir. Hazâna yüz tutan yazlar, kışa yaklaşan sonbaharlar; biten gün, batan güneş, kaybolan aydınlık… Gençliğin geçmesi, ihtiyârlığın ölüme tebeddülü, milyonda ve milyarda bir bulunan ehl-i hakîkate anlaşılması zor bir lezzet sunsa da bizim gibi dünyâ hayâtını gàye edinenlere hep keder vermektedir. Ölümü düğün gecesine benzetenler; Afyon hapishânesindeki soğuk gecelere zorlukla katlanan yaşlı ve hasta vücûdlarına rağmen, bu ihtiyârlığını gençliğine değişmeyenler o milyonda, milyarda birlere dâhildir.

Hayâtımızın sonunu kendimiz tâyin etmeye kalksak, Allah bilir, ne kötü hâllere düşeriz! Bitmeyen işler, tamamlanamayan tasavvurlar, yarıda kalmaya mahkûm emellerle maddî ve mânevî sağlığını kaybetmiş bir insan düşünelim: Dünyânın şu şartlarında binler sene yaşasa da ne kıymeti olur? Böyle bir hayât azâbdan başka bir zevk verebilir mi? Cenâb-ı Hakk’ın ibret almamız için bizlere gösterdiği istisnâ manzaralar vardır: yıllarca yatalak yaşayan, ölümü istediği hâlde elde edemeyen insanları görmüş, işitmişizdir. Yokluk, hastalık, baskı, zulüm, çeşitli âfetler karşısında âciz beşere, ölüm bir kurtuluş değil midir?

Şu gördüğümüz âlemde hiçbir varlığın maddî yapısı ebedî kalmaya uygun yaratılmamıştır. Sonsuzluk arzûsu her mahlûkta bulunmaktadır. Mânevî bütün duygular, bütün uzuvlarıyla bekaya işâret etmektedir. Şu âlem-i şehâdet, sayısız şehâdet parmaklarıyla âhireti göstermektedir. Her hâl ve her varlık ebede, sonsuzluğa, sermediyete, ölümsüzlüğe doğru sözlü birer şahittir; yanılmaz birer delîldir; cerhedilmez birer bürhândır…

Güneş batmadan istirâhat âlemine girilemeyeceği gibi, ölüm olmadan ebedler tarafına adım atılamaz. Güzün olgun meyvelerini toplamak için yazın sona ermesi gerekmektedir. Çiftçi, yılın yorgunluğunu kışın çıkarabilecektir. Ömrün kemâli yaşlılıkladır. Gençliğin zevâli olmazsa ihtiyârlığın kemâline erişilemez ki…

Rûhun madde esâretinden kurtulması için beden prangasının çözülmesi lâzımdır. Dünyâ hayâtının levâzımâtını elde edip, mânevî yemişlerini sonsuzluk âleminde depolayan insanın, bu ayak bağından kurtulmadan ebedler âlemine geçebilmesi imkân hâricidir. Aslı öyle olmasa da, Ağustos böceği ile karınca, bu konuda bizim ders çıkartmamız için uygun bir meseldir.

Yaratılış maksadına uygun yaşamak, her günün ve her mevsimin hakkını îfâya çalışmak, ömrün sonunda yapılacak hasadın verimli olmasına vesîledir. Şartlarına uygun bir zirâat, Allahu Teâlâ’nın izni ile mahsûlün bereketini sağlamaz mı? Hâlık-i Hakîm’in emri ve hikmeti dâiresinde, sünnet-i seniye çizgisinde geçirilecek bir ömrün netîcesi de af ve mağfirettir; cennet ve saâdet-i ebediyedir; Cemâl ve Rızâ-i İlâhîye nâiliyettir.

EKREM KILIÇ

[email protected]

Âdem, adam oluyor

Adem ile yaklaşık 16 yıldır tanışıyoruz. Ama çok da öyle nitelikli bir birlikteliğimiz olmadı. Apartman komşumuz. Biz onların apartmana geldiğimizde, yani onlarla komşu olduğumuzda Adem küçücüktü. Şimdi Adem kocaman delikanlı ve artık o bir üniversiteli.

Zaman sürekli yeni yeni sahnelere çekiyor insanı.

Adem’le orta okul yıllarında iken, zaman zaman sohbetlere beraber gitmiştik. Ara sıra da gençlerle futbol maçlarına katıldık. O maç arasındaki küçük konuşmalar bile, ‘yangından mal kaçırmak’ gibi faydalı oluyordu. Bu küçük yaşlardaki sohbete gidiş gelişlerinin de boşuna olmadığını, adeta bir tarlaya tohum atmak gibi olduğunu şimdi anlıyorum. Yani onunla ilgili hep zaman zaman adımlar attık. Bazen alâka gördük, bazen de görmedik. Ama görevimizi kısmen yaptık düşüncesindeyim. İlgilinin akraba, dost ve komşu çocukları ve gençleri ile ilgili bir şeyler yapabileceği kanaati taşıyorum.

Adem’le, her zaman yapageldiğimiz en güzel şey ise, selamlaşmak oldu.

- “Selâmün aleyküm hocam…”

- “Aleyküm selâm Adem…” O kadar.

Ama bu da az bir şey değil. Yani ben biliyorum ki bu selâmın altında, ‘Hocam ben sana güveniyorum’ var. Tabiî aynı güven cümlelerini ben de onun için kullanıyorum. Zaten selâmımızın, orijinal olması, aramızdaki samimiyetin sonucu. Çünkü önceleri ‘merhaba, merhaba’ şeklinde veya baş sallayarak selâm verirken, sonrasında selâm ifadesi ve hatta telaffuzu epeyce gelişti.

Şimdilerde, Adem, Kıbrıs’ta bir üniversitede ikinci sınıfa gidiyor. Tabiî üniversiteye gidince Adem’in bize, bizim Adem’e bakışımız değişti. Artık selâm kelâmla tanıştı. Üniversiteli olmak böyle bir şey işte.

İnsanın kendini, hayatı, olayları sorgulama dönemi…

Şimdilerde Adem’le konuşacağımız onlarca konu var. Küçük bir soru saatlerce konuşmaya dönüşüyor. “Okul nasıl gidiyor Adem?”, “Hocalarla anlaşabiliyor musunuz?”, “Ya dersler?”…

Geçen dönem, Adem’in epeyce zayıfı vardı, bu yaz, yaz okuluna gitti.

Okulda arkadaşlarıyla pek çok konularda konuşmalar yapmışlar. Tabiî Adem, üniversiteye gidip, arkadaşlarının konuştuğu konuları, konuşma biçimlerini, kullandıkları kavramları görmeyinceye kadar bu işin ciddiyetini bilmiyordu. Ama şimdilerde Adem’in kafasında pek çok sorular geziyor.

Tabi evinden uzaklarda, yeni bir çevre, yeni insanlar, yeni toplum…

Geçenlerde mahalle mescidinin hocasıyla siyasî bir konuyu müzakere ederken, Adem de balkondan bizi izlemiş. Konunun dini ve bizim de konu ile ilgili olduğumuzu görünce, bilince, Adem hemen aşağıya inmiş.

İmam efendi ile olan bitmeyecek konuşmalarımıza ara verince, Adem, “Hocam sizinle birkaç konu var, konuşabilir miyiz?” dedi.

Ben de, ‘Neden olmasın komşum?’ dedim ve biraz lafladık.

“Hocam, malum ben Kıbrıs’ta okuyorum. Bu yaz okulunda arkadaşlar bana epeyce kafamı karıştıran dini sorular sordular. Onların sorularından çok şeyler okudukları anlaşılıyorken, benim onlara vereceğim cevabın olmaması benim okumadığımı gösteriyordu. Adeta durum karşısında kahroldum. Kendi kendime, ‘Sen ne biçim Müslümansın ki, dininle ilgili sorulan sorulara verecek hiçbir cevabın yok. Böyle mi çıkacaksın Allah’ın huzuruna? Utanmıyor musun? Okumuş insan olmak bu mu?’ gibi pek çok cümlelerle vicdanî azap içerisinde kaldım. Bu güne kadar neden kendimi yetiştirmediğime ve neden kitaplardan istifade etmediğime hayıflandım. Sizi aşağıda tartışır görünce hemen atlayıp, konu ile ilgili sizinle konuşabileceğimi düşündüm.”

Evet, Adem’i, üniversiteli arkadaşları ciddice sarsmışlar.

Maddi durumları iyi olan Adem, belki bugüne kadar okumaya ve kitaplara çok fazla ihtiyaç duymadı. Ortaokul ve liseyi evinden okula, okuldan eve şeklinde geçiren Adem, şimdilerde evden çok uzaklarda, hayatın farklı yüzleriyle karşılaştı.

Güzel olan şu idi ki, Adem, her ne kadar kitaplar okumamış olsa da, imanlı bir aile yapısı içerisinde hayatı şekillenmiş, kimliği böylece oluşmuştu. Onun için kendini dine hep yakın hissetmişti.

Adem’e sorulan sorular çok yeni değil.

“Namaz Kur’ân’da geçiyor mu?”, “Peygamberin sünnetlerine sonradan müdahale edilmiş mi? Müdahale edilmişse, o zaman onların doğru olduklarını nasıl anlayacağız?” gibi bilindik ve cevabına kolay ulaşılabilecek türden sorular.

Ama Adem’de bunlara verecek cevaplar da yok.

Hiç vakit kaybetmeden, hemen adım attık. Yeni aldığım, ama henüz okumadığım, “Gençlik, ibadet ve namaz” isimli kitabı, Adem’e verdim ve “Bir iki gün içinde oku, üzerinde sonra konuşalım” dedim.

Adem’e sorulan soruların cevaplarının bir kısmı bu kitapta yer alıyordu. Tabiî konuyu ayaküstü konuşmaktan ziyade, kalıcı bilgi haline gelebilmesi ve daha etkili olabilmesi için kendisinin okumasının daha önemli olacağını düşündük.

Tabiî Adem’le epeyce bir özeleştiri yaptık. Dini konularla ilgili kendimizi yetiştirmediğimiz, kitaplar okumadığımız anlaşılıyordu. Geç de olsa “Bismillah” dedik Adem’le. Belki şimdi tam komşu olabildik.

Adem’le her haftaya bir kitap üzerinde anlaştık. Kitapların tek tek üzerinde de konuşmalar yaptık. Neden, nereden başlamak gerektiği üzerinde hem fikir olduk.

Yani bazen sizin çok şeyler anlatmanız yetmiyor. İlgilinin konuyla ilgili hayatta örnekler görmesi, onu uyandıran bir unsur olacaktır. Böylece aile hayatının da, sosyal hayatın da, siyasî hayatın da kendine göre bireye verdiği dersler oluyor.

Artık Adem, “genç okurlar” listemizdeki muhteşem yerini aldı.

İnşâallah bunun arkası gelecektir.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Hükmedenler mahkûmdu

Hükmedenler mahkûmdu, hükümleri geçersiz,

“Mülk olan o adalet,” bu ellerde değersiz.

Kuvvetli; vurup geçti, maznunu; hep ezdiler,

Haklı olan mağduru; haksız yere üzdüler.

Kuvvet; kanunda gerek; istibdâd tevzî’ olur,

Her bir kâmete göre; elbise, uydurulur.

Keyfî kanunlarını, yıllarca dayattılar;

Kanunsuzca boş yere, okullardan attılar.

Kimi irtica dedi; kimi de başörtüsü,

Vicdansız muâmele, birer ömür törpüsü.

Atıyor sorgusuzca; yargı yolu kapalı,

Perişan olduk gittik, bu yanlışı yapalı.

Karardı istikbali; umutları yok oldu,

O gencecik yaşında; birden sararıp soldu.

Yasaklı bir ülkede; hiç inkişaf olur mu?

Yanlışlar neşrolurken; doğrular bulunur mu?

Yasakları kaldırın, hürriyet, safâ’ bulsun;

Millet, bir nefes alsın, cendereden kurtulsun.

Dosyalar açılıyor; çıkıyor yanlışlıklar,

Suçlular, suçlu iken; ahlar, vahlar, yazıklar.

Korumayın suçluyu, çeksin cezalarını,

İade etsin devlet, mağdurun haklarını.

Şahane bir hürriyet; her bir fikir söylensin;

Fikri müstakim ise; fikirler benimsensin.

Kaba kuvvet yaraşmaz, medenî olmak gerek,

Fikre karşı fikirle, mukabil kılmak gerek.

Müsamaha, hoşgörü, birleştirir bizleri,

Gel, el-ele verin de; kalksın, firâk izleri.

Kanunsuz suç olur mu? Gel bırakın bunları,

Fayda vermez kimseye; bu satranç oyunları.

Her bir kişi okuyup; yolunu kendi seçsin;

Aklı kemâle erip; hakîkatte birleşsin.

Bu vatan; çocukların, torunların, bizlerin;

Herkese kucak açan, bütün kimsesizlerin.

Böyle pâyidâr olduk; koca altı yüz sene,

Kim müştekî onlardan; hele bir söylesene.

Birleşmiş birçok unsur; o çatının altında,

Hâlâ bütün tebaâlar; o günlerin yâdında.

Bizler aynı milletiz; kendimize gelelim;

Ne güzel ulvî bir söz; “Sevelim, sevilelim.”

Kimseye yâr olmamış; bu dünya nimetleri;

Bıraktıysan hoş sadâ; kazandın devletleri.

EYÜP OTMAN

Kardeş kavgası

80 öncesi…

Büyük bir şehrin valisi olan bir zât, Demirel tarafından milletvekili seçimlerine katılmak üzere Ankara’ya dâvet edilir. Vali bey istifasını verip aday adaylığı için başvurusunu yaptığı gün, parti içinde vali hakkında dedikodu furyası da başlar.

Aslında kitle partilerinde adettir bu. Listede kimin yeri garanti ise, onun hakkında aslı astarı olmayan gayr-i ahlâkî ilişkiler dosyası servise konulur.

Ama çiçeği burnunda parlamenter adayı vali beyimiz, bu duruma hiç mi hiç alışık değildir.

Öyle parti içi mücadelelerde saf tutacak kadar cesur bir yüreğe ve iflâh olmaz bir şövalye ruhuna da sahip değildir.

Valinin bu zaafını anlayan rakipleri de onun yumuşak karnından vurarak keyfe gelmektedir. Gün gelir dedikodular öylesine yayılır ki, dedikodu olmaktan çıkar ve valinin haysiyetini lekeleyecek derecede iftiraya dönüşür… Ailesi ile arasının açılma noktasına gelen sabık vali dayanamaz ve şahsına karşı girişilen bu asimetrik psikolojik savaşın kurşun askerlerini şikâyet etmek için Demirel’in Güniz Sokak’taki kapısına dayanır.

“Beyefendi…” der, “Ben daha düne kadar bu partide herkesi kardeş sanıyordum. Ne olmuş böyle, herkes birbirini yiyor!..”

Demirel gayet sakin bir şekilde valiye döner ve:

“Vali Bey” der.. “Unutmayın ki, Habil’le Kabil de kardeşti (!)”

Demirel cephesinden bakınca doğrudur.

Siyaset alanı bir kavga, bir cenk meydanıdır ve bu arenada galip gelmek için yasaların çizdiği sınırları aşmamak şartıyla her türlü yol meşrûdur.

Ama siyaset etiği açısından baktığınızda kardeşler arası ‘savaş’ta kazananın kim olduğundan ziyade, itibarsızlaştırma yoluyla o makamda nasıl oturacağı muvazaalı hale getirildiği vakit kimin kaybettiğini görebilmektir aslolan.

Sözgelimi Bayezid’le Cem arasındaki mücadelenin mağlûbu bellidir de, galibi var mıdır gerçekten?

Sıradan bir taht mücadelesi midir yaşanan?

Yoksa Anadolu’daki yangına odun taşıyan kışkırtmacıların, Osmanoğullarıyla olan hesabını görmek için kurdukları provokatif bir düzenin acı neticesi miydi bunca olan biten?

Mikro anlamda aynı tahta göz diken iki kardeş arasındaki taht mücadelesi gibi görünse de evrensel ölçekte bakıldığında “nizam-ı âlem” için yola çıkmış, aynı idealleri ve aynı gayeyi taşıyan Müslüman devlet adamlarının hakimiyet mücadelesi değil miydi iki kardeşi karşı karşıya getiren?

Osmanlı hakimiyetini Karamanoğlu Kasım Bey’in bir türlü kabullenememesi değil midir bunca değerli devlet adamının kıyımına sebep olan.

Yüz küsûr sene önce Timur belâsını Osmanlı’nın başına saran Türkmen beyleri gibi Karamanoğlu Kasım Bey de aynı hırsın kurbanı olurken, tarih sahnesinde sadece oyuncular değişmiş; roller hep aynı kalmıştır.

O gün başrolde Timur’la Yıldırım Bayezid vardı.

Şimdi ise Şehzade Cem ile ağabeyi İkinci Bayezid.

O gün Yıldırım Bayezid’in tahrikçileri rolünü Timur’dan kaçan Karakoyunlu ve Celayirli beyleri oynarken, şimdi bu rolü Fatih’in ölümünden sonra Cem’i destekleyen vezir-i azam Karamanî Mehmed Paşa’yı parçalayan İshak Paşa ve devşirme Paşalar güruhu oynamaktadır.

O gün Timur’un tahrikçiliğini Karamanoğlu, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu ve Candaroğlu yaparken şimdi bu iş Karamanoğlu Kasım Bey ile Ankara Valisi Mahmud Bey’e düşmüştür.

O gün hain rolünü üstlenenler savaş sırasında Timur’un cephesine geçen Osmanlı Ordusu’ndaki Menteşeoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları Beyleri ile Kara Tatarlardan meydana gelirken şimdi bu görev Gedik Ahmet Paşa’ya verilmiştir.

Neticede kader hükmünü vermiş, her iki olayda da bir taraf kazanırken diğer taraf kaybetmişti görünürde.

Ama gelin görün ki, ideallerin gerçekleşmesi noktasında bu anlamsız savaşların gerçek bir galibi yoktu ortada.

Mağlûplar da galipler de nefislerinin esiri olmuştu sonuçta.

Yıldırım Bayezid’in esir düşmesi ile yaşanan felâketin tesirleri sadece Osmanlı coğrafyasını kuşatmakla kalmamış, topyekûn insanlık âlemi bu olaydan nasibini almıştır.

Osmanlı’nın başsız bırakılmasıyla yaşanan fetret, sadece Anadolu’yla sınırlı kalmamış, fetihlerin kesilmesi; bir yandan Kilisenin dogmaları, diğer yandan derebeylerin ceberut baskısı altında inim inim inleyen Ortaçağ karanlığındaki Hıristiyan dünyasının İslâm medeniyetinin hızla yayılan ışığından mahrum edilmesini netice vermiştir.

Fetret devrinden sonra Osmanlı’nın yeniden toparlanıp Anadolu’da birliği, Balkanlar’da dirliği tesis etmesi için gösterilen çaba onlarca yıl sürmüştür.

Bu uzun sürede Anadolu’daki Türk Beyleri yeniden bir bayrak altına alınmış, evrensel bir düzen tesis eden efsane Osmanlı Sultanı Fatih tarafından İstanbul fethedilmiş, insanlığın gelişmesinin önündeki en büyük engel olan köhne Bizans’ın tefessüh etmiş çöküntüleri kaldırılmış, Otranto’ya kadar gidilerek Rim Papa’nın yüreğine korku salınmış, Akdeniz’de elde edilen başarılarla Rodos Şövalyelerinin uykuları kaçırılmıştır.

Durum böyleyken Fatih’in ölümü ile kardeşler arasında çıkan taht mücadelesi Papanın da, şövalyelerin de yüreğine su serpmiştir.

İki kardeş arasında meydana gelen kanlı çarpışmayı Hıristiyan dünyasının liderleri ellerini ovuşturarak seyrederken, dün Otranto önlerinde destan yazan Gedik Ahmet Paşa gibi bir kahraman bugün iki ateş arasında ne yöne gideceğini bilemez bir vaziyette çırpınmış durmuş, sonunda “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek gönülden sevdiği Şehzade Cem’i bırakarak hain damgası yeme pahasına da olsa, saltanatın bekası için Bayezid’in yanına geçmeyi tercih etmiştir.

Kaybedenlerin sonu hep hüsran olmuştur.

Bu olayları bize aktaran müverrihler de, bir kese altın, bir samur kürk uğruna saltanata karşı çıkanları hain, sevk edenleri münafık, padişah efendi hazretlerine muhalefet edenleri mel’un olarak nitelemişlerdir.

Birilerinin yaptığı gibi tarihî popülerize etme adına, geçmiş zaman mahkemeleri kurarak yaşanmış bitmiş olayların kahramanlarını yargılama soytarılığına soyunacak değiliz.

Biz, ancak kalemimizin gücü nisbetinde olan biteni aktarmakla mükellefiz.

Olan bitene gelince…

Demirel’in valiye dediği gibi Habil, Kabil’in kardeşiydi; Kabil de Habil’in…

Cem, Bayezid’in kardeşiydi. Bayezid de Cem’in…

Hepsi bu…

Onlar birbirini yedi.

Akbabalar sevindi.

PROF. DR. MEHMET İPÇİOĞLU

ÖLÇÜLÜ OLMAK

Ölçülü olmak, Allah katında bir erdemdir.

Origenes

BARIŞ

Barışın maliyeti yüksektir, ama bedeline değer.

Kikuyu Atasözü

İKAZ

Sanma ki doyacaksın; her zevk-i hüsn’ü dilde

Bu hüsün, hu zarafet; kalır mı o güzelde?

Geçiyor artık vakit; gönül uyanmak için

Dile sen vuslatını; O Mahbub-u Ezel’de

Dr. Hikmet Erbıyık

ÇOCUĞA SAYGI

Çocuğundan kendisine ve emirlerine karşı saygı bekleyen kişi, çocuğuna saygı duymalı.

John Locke

İNANMAK VE

İKNA EDİLMEK

Az sayıda insan inanmaya, çoğunluk ise ikna edilmeye açıktır.

Goethe

ATASÖZÜ

Bin bilsen de, bir bilene danış.

KÖTÜDE OLAN GÜÇ

Deliye bıçak vermekle kötüye güç vermek aynı derecede tehlikelidir.

Ian Likos

KİTLE KALKINMASI

Kapitalizm’de fertler, Sosyalizm’de devlet zengin olur. İslâm ekonomisinde kitle kalkınması vardır.

Hekimoğlu İsmail

AZMİ BIRAKMAK

Âtiyi (geleceği) karanlık görerek azmi bırakmak;

Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak…

Mehmet Âkif Ersoy

ALLAH’IN İSTEDİĞİ

O’ndan istediğin şeyin hayırlısı, O’nun senden istediğidir.

Atâullah İskenderî

SIRÂTI GEÇMEK

Sırâtı geçmek için ahireti beklemeye lüzum yok. Onu burada geçmektesin.

Kenan Rıfâi

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

HAZIR CEVAP

Bir gün Mutezile mezhebinin ileri gelenlerinden Kadı Abdülcebbar-ı Hemedânî, halifenin yanında oturup sohbet ederken daima tartışıp münâzara yaptığı ehl-i sünnet bilginlerinden meşhur üstad Ebu İshak Şirazî Hazretleri meclise girer. Halife ona gereken yeri gösterdikten sonra, Kadı, itidalini koruyup Eş’ârîlere hücum kastıyla, “O Allah’ı tesbih ederim ki, çirkin bir iş yapmaktan münezzehtir.” deyince, Şirâzî onun gayesini anlayıp derhal duraklamaksızın: “O Allah’ı tesbih ederim ki, onun mülkünde onun izni olmadan hiçbir şey cereyan etmez” karşılığını verir ve onun sözünü boşa götürür.

DUÂ

Allah’ım, bu dünyada sadece ve sadece bir an yaşasaydık, o anda sadece ve sadece Senin ve Peygamberimizin (asm) adını anıp da ölseydik, yine de değerdi bu dünyaya gelmek için. Biliriz ve inanırız ki adını anmak her dudağa, her insana nasip olmaz. Nasipsizlerden sana sığınırız Allah’ım!

S

S. Gündüzalp

ÖZLÜ SÖZLER

* İnsanların büyüklüğü yaptıklarından gelir, söylediklerinden değil. (Emerson)

* Hürriyet, hürriyetini her gün yeniden kazananlara lâyıktır. (Batılı bir düşünür)

* Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen, cevizin hepsini kabuk zanneder. (İmam-ı Gazali)

* Konuşturmadan konuşmayınız. (Zübeyir Gündüzalp)

Hazırlayan: Raşit Yücel

ÂYET-İ KERİME

İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğe iyiliğin en güzeli ile karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiş.

Fussilet Sûresi, 34

HADİS-İ ŞERİF

Kardeşine yapacağın iyilik, güler yüzden ibaret olsa dahi küçümseme.

Riyâzü’s-Sâlihîn

KALP KATILIĞI

Kalp katılığı, çok yalan ve hasetten meydana gelir.

Hz. Ebûbekir (ra)

BELÂNIN HİKMETİ

Belânın üzerine yağdığını görürsen, bil ki Cenâb-ı Hak seni ikaz etmek istiyor. Kendine çeki düzen ver.

Hz. Ali (ra)

GÜZEL NİYET

Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki, şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar.

Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikası, s. 42

BİZ ÖYLE MAHLÛKLARIZ Kİ...

Biz öyle mahlûklarız ki, bazen melekler insan yaratılmadıklarına üzülürler; bazen de şeytanlar bizden olmadıklarına şükrederler...

Hz. Mevlânâ

BİR ANLIK ZEVK

Nice bir anlık nefsânî istekler vardır ki, uzun süreli üzüntüleri netice verirler.

İmam Beyhâkî

ÜZÜLMEK

Sokrates’e “İnsan hayatını hiç üzülmeden nasıl geçirebilir?” diye sorulduğunda, “Bu imkânsızdır. Çünkü bir evde veya şehirde yaşayıp insanlarla görüşen birisinin üzülmemesi mümkün değildir” diye cevap vermiş.

TANIMAK

Bir insanı dahi her şeyiyle anlamaktan aciz olan bizler, Allah’ın kemâlini anlamaktan da çok uzağız. Allah, bizim müptelâ olduğumuz veya aklımıza gelebilecek her türlü kusurdan, acizlikten, eksiklikten de uzaktır, münezzehtir.

Suat Ünsal

Lisandaki daralma ve Risâle-i Nurlar

Küçüldük kaç asırdır. Hataları, yanlışları ile beraber üç kıt'ada hâkim olan, yetmiş iki milletin az buçuk bir âhenk içinde yaşadığı bir devletten, kendi içinde bile birçok unsurun çekişip durduğu bir ulus devlete geçişin serüvenini yaşadık.

Bu daralmanın sembolik bir göstergesi olarak bir dostum, Kadıköy sahilinde yürürken “Ağabey, bir bu karşımızdaki haşmetli Haydarpaşa tren garına bakın, bir de Ankara’daki daracık tren garına!” demişti.

Batının ve doğunun birçok şehrinde var olan parkların büyüklüğü dikkatimizi çekti mi? Bir Central Park’ımız ya da bir Hyde Park’ımız var mıdır? Bizde, ufku dar bir belediye başkanı ufacık bir park yapar ve adına da Mehmet Âkif Ersoy parkı koyar. İstiklâl Marşı yazmak ve onu yazan değerli ise, onun adını alan bu park niye bu kadar küçük?

Bu daralma serüveni içinde, lisandaki, yozlaşma derekesindeki küçülmenin hazin hikâyesinin ayrı bir yeri vardır.

İşte o küçülmenin lisana ilişkin kısmını, yaşadığım bir iki tecrübeden sonraki hissettiklerimle anlatmaya çalışacağım. İlk paragraflar sıkıcı gelebilir, okurlarım mazur görsünler.

2007 sonbaharında bir hafta kadar İtalya’da kaldım. Toscana bölgesinde ve Roma’da birkaç günlük bir seyahatim oldu.

Roma’dan Floransa’ya, saatte yaklaşık 135 km hızla giden Eurostar adlı trenle ulaştım. İstense, pasaport vize kontrolü olmaksızın Baltık Denizine kadar da gidilebilir. (Bir başka büyüklük öyküsü).

Floransa’da, gardan çıktıktan sonra elime tutuşturulan, bedava dağıtılan bir mahallî gazeteye, merak saikasıyla bakıyorum.

İşte bir başlık (ufak tefek harf hataları yapabilirim, mazur görülsün): “Caso di Hani; l’homicido 30 anni.” Kendimi biraz mürekkep yalamış bir İngiliz yerine koysam, bu haberden hemen şunu anlayabilirim: Hani dâvâsında katile otuz yıl hapis. Neden? İngilizcenin “case”i (dâvâ) “caso” olmuş. “Homocide”; adam öldürmek; “homo”, “insan” demek, “–cide” ile biten kelimelerde öldürme fiili vardır. “Anni” de yine İngilizce’ye geçmiş “annual” (yıllık)dan çıkarılabilir.

Yine, şehirlerde görülen levhalara bakılsa, birçok ortak kelime bulunabilir. Söz gelişi, bir çöp konteynırında yazan “solo per carton”un, “sadece kâğıt için” demek olduğu anlaşılacaktır. Ya da bir sinema önündeki “solo per adulti” levhasının “yetişkinlere özel” demek istediği kolayca anlaşılabilir. Bir başka örnek: “Passo pedale”: yaya geçidi. “Pass” geçiş olduğunu bilmek kolay, İngilizce’deki “orthopedy”den de “pedi”nin ayak olduğu bilinebilir.

Bir alışverişten sonra, para üstü veren kasiyerden duyduğum “wenta cenq”in “yirmi beş (twenty five)” olduğunu sezdim, bir İngiliz de sezebilir.

Uzatmayayım; bir İngiliz İspanya, Portekiz, Fransa ve İtalya’da, kendi dilindeki Fransızca ve Latinceden alınan kelimeler sayesinde meramını anlatabilir. Benim tahminime göre, eğer hevesi varsa, beş altı ay içinde de bu dilleri mükemmele yakın biçimde öğrenebilir.

Zulümle ve hileyle olmasını tartışma hakkımızı saklı tutarak diyebiliriz ki, Büyük Britanya (Great Britain) olmanın sırrı bu olsa gerek. İngilizce’nin, girdiği her yerden, az veya çok kelime alma eğilimi diğer sömürgeci ulusların dillerininkinden fazladır. Bu anlayış farkıyladır ki, İngilizce bugün kelime dağarcığı bakımından Fransızca’dan üç kat daha zengindir.

Bize gelirsek, birazcık Osmanlıca eğitimi alan biri, Arapça, Farsça ve Urduca’nın harekesiz okunma kurallarını bilmese bile, açtığı bir gazetedeki yazının neden bahsettiğini kabataslak da olsa anlayabilir.

Bu fakir, bu yönden şanslı bir yerde üç yıl kadar bulundu. Farsça bir gazetede şu başlık meselâ; “tufan der fincan: bir kaşık suda fırtına.”

Şimdi dönelim buraya; “imkân”ı, “ihtimal”i, “teressübât”ı, “avârız”ı, “kureyvât-ı hamrâ”sı ve “küreyvât-ı beyzâ”sı, “mansabb”ı, “maatteessüf”ü, “bi gayri hakkın”ı, “aşina”sı, “asayiş”i alınmış bir dille, komşu Suriye ile İran’da ve Pakistan’da anlaşın bakalım anlaşabiliyorsanız… Onlardan geçtik, bu dille, ‘Kendileriyle bir millet iki devletiz’ diye övündüğümüz Azerilerle bile anlaşamayız. Bizim liselimiz, Azeri bir spiker ‘Birleşik Statların Harici İşler Nâzırı’ dediğinde bir şey anlayabilecek midir acaba?

Şu fani, pardon geçici “acun”daki “yaşam”ımızda “olanak” ve “olasılıklar”la idare edip gidiyoruz işte. Hatta Osmanlı terbiyesi görmüş yetmişine merdiven dayamış büyüklerimiz bile alıştı yeni tarz “tümce”ler kurmaya. Yazık…

Konuştuğu dilin zenginliği ile Bosna-Hersek’ten Pencap’a kadar anlaşabileceği birileri olan bir millet, fertlerinin birçoğunun bile anlamadığı, basit bir kabile diline mahkûm edilmiştir. Ne acı…

Yabancı dil öğretmeyi pek beceremeyen eğitim sistemimizin, bazı okullarda seçmeli Arapça dersi koymuş olması bir tesellidir.

Bu daralmayı durdurabilecek tek bir kaynak vardır: bir İslâm Kültür ve Medeniyet şaheseri olduğu, İttihad-ı İslâm’ın temellerini fikren ve ilmen inşâ ettiği kadar, kullandığı dil ile de buna zemin hazırlayan Risâle-i Nurlar. Onun, doğrudan İslâmî, Kur’ânî terminolojiye ilişkin kelimelerdeki ısrarını anlıyoruz: Bir “Sani-i Hakîm”in bir “Rabb-i Rahîm”in hakikî tercümesi ve başka şekilde ifadesi adeta imkânsızdır.

Ama Risâle’de, temel terminolojimizle doğrudan ilgisi olmayan, dünyevî gördüğümüz siyaklarda bile art arda sıralanan müteradif (özdeş) kelimeler vardır. Bunlar bazılarımızda bir fazlalık (redundancy) hissi uyandırabilir. Meselâ On Üçüncü Lem’adaki şu cümlede olduğu gibi: “…dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrip var ki, çok sehildir ve âsândır, az bir hareket yeter.” Bu cümle ile Üstad bizi, “kolay” ile Türk dünyasına, “âsân” ile Farsça konuşan kavimlere, “sehil” ile Arap âlemine açıyor. (Açmak açılımı hatıra getirdi; adam gibi bir dil konuşuyor olsaydık, şu doğu komşumuz olan biçare kavimden bazıları ile güya Türkçe konuşan diğerleri arasındaki mesele daha kolay çözülür müydü? Fasl-ı diğer…)

İşte, ayrıntı gibi gelen böyle bir dil üslûbunun bile, bu vatandaki insanların dildeki ve dolayısıyla başka alanlardaki ufuklarını açacak anahtarlar ihtivâ ettiğine inanıyorum.

Kısacası, başka alanlarda seksen küsûr yıldır yaşamakta olduğumuz daralma, dil konusunda da ayan beyan bellidir. Önümüzde bu daralmanın da kilitlerini açacak bir hazine duruyor: Risâleler.

Rabbim istifade ve feyzimizi ziyade kılsın.

Kusturica samimî değil, çünkü...

Bilindiği gibi san'atçılar içinden çıktıkları halkların çoğunluğu gibi düşünmek zorunda değillerdir. Belki de onları kendi alanlarında özgün kılan en önemli ve belirgin özelliklerinden biri de budur. Samimî san'atçılar genelde yaygın politikaya da uzak dururlar, her türlü baskıya rağmen özgür ve özgün düşüncelerinden taviz vermemeye çalışırlar. Mevcut politik, dinî görüşlere ve yaygın kategorilere de dahil olmak istemeyebilirler. Belki de san'atçı olarak ruhun beslenebilmesi de çoğu zaman bu etkenlere bağlıdır. Kendi değerlerini koruduğu ölçüde topluma, hatta insanlığa mal olabilmektedir.

Bir san'atçının din değiştirmesi, hatta milliyetini değiştirmesi de bir yere kadar mazur görülebilir. Ancak san'atçının bir yandan sözde apolitik görünerek, diğer yandan emperyal güç olarak yüzyıllık katliâmlara imza atan bir devletin politikalarını savunmaya hiç hakkı yoktur. Eğer kendinde bunu savunma hakkını buluyorsa, yani kendi kendini politik bir figür haline getiriyorsa, o zaman bu şahsa farklı görüşlerden cevap verilmesi veya tepkiler gelmesi gayet tabiî bir sonuçtur. Bu saatten sonra da gelen tepkilere “Ben politik kimlik değilim” demesi de hem inandırıcı bulunmaz, hem de san'atçı samimiyetiyle bağdaşmaz. Hele Bosna ve Sırbistan’da yaşayan bütün halkların Sırp-Ortodoks kökenli olduğunu savunmak, milliyetçi-faşist söylemlerin sözcülüğünü üstlenmek asla haddi değildir.

Bu arada Büyük Sırbistan “Velika Sırbija” ideali, (İnsanlığın başına gelen büyük felâketlerin ana kaynaklarından; Büyük Almanya, ABD, Rusya, Yunanistan, İsrail... benzerlerinde olduğu gibi) Balkanlarda çok uzun geçmişi olan faşizan bir ideolojidir. Başta Boşnaklar ve Arnavutlar olmak üzere, bölgesindeki diğer halklarla, yani Makedonlar, Slovenler, Hırvatlar, Türkler, Macarlar, Çingeneler, hatta dindaşı Bulgarlar ile kanlı bir hesabı vardır.

Bu idealin çok bilinen kanlı yüzünün arka planında ise, Velika Sırbija’nın psikolojik propaganda temellendirmeleri de yer alır. Bu kanlı faşist ideal, yayılmasının önündeki en büyük engel olarak Boşnak ve Arnavutları görür, bu halklar hakkında Nazi teorisyenlerine taş çıkaracak ve bilimsellikten çok uzak sayısız teorileri ortaya atmaktan çekinmez.

Türklerin Balkanlara gitmesinden yüzyıllar önce Sırplardan ayrı bir kimlik olarak bölgede var olan, liberal anlamdaki iki Hıristiyan halk olan Boşnak ve Arnavutlar, bağnaz dindar Sırp Kralı ve kilisesinin ağır baskısı altında yaşamaktaydılar. Bogomil mezhebindeki Bosna-Hersek Kralı ve halkı sürekli Sırp tacizlerine uğrarken, Arnavutlar ise ellerinden alınan öz vatanları Kosova’dan sürülerek dağlarda yaşamaya mahkûm edildiler. Ancak Türklerin bu bölgeye gelmesinden sonra ise mevcut durum hızla değişti. Bogomil mezhebinden Boşnakların tamamı gönüllü din değiştirirken, Arnavutların bir kısmı ise eski dinlerinde kalıp çoğunluğu Müslümanlığı seçerek, daha önce ellerinden alınan vatanları Kosova’ya geri döndüler (Bütün eski ve ortaçağ kitaplarında yer alan, ama Kusturica’nın bilmek istemediği bu ansiklopedik bilgileri burada uzatmak istemiyorum. Ancak bu iki millet kendi bölgelerinde en az Sırplar kadar eski iki milletlerdir). Manevî anlamda (Müslüman oldukları için) kendilerini Türk sayan bu insanlar, uzun zaman sonra ve yüzyıllarca sürecek bir barış ortamına kavuştular. Sonuçta bu halklar İslâm kültürü ile tanıştıktan sonra, kendi öz kültürleriyle bu kültürü harmanlayarak günümüze kadar tarihteki yerlerini aldılar.

Ancak Osmanlının bölgedeki hakimiyetinin sona ermesinden sonra, Velika Sırbija ideali kanlı yüzünü tekrar kendini göstermeye başladı. Boşnak dili, kültürü yok sayıldı ve bu insanlara Türklere yakınlığından dolayı hain ve “balija/ soysuz” damgası vuruldu. 1887, 1910, 1930, 1940 ve en nihayetinde 1991-1994 yıllarında defalarca katliâma uğratıldılar, kültürleri yerle bir edildi ve dünyanın elliye yakın ülkesine göçe zorlandılar. Şimdilerse ise, toprakları küçültülmüş kendi yurtlarında 2 milyon civarında Boşnak (diğerleri Avrupa ülkelerinde gurbetçi pozisyonuna düşmüş olarak) yaşamakta. Öte yandan yerleştikleri ülkelerde yaşayan 10 milyondan fazla Boşnak diasporasını ise, hem asimile, hem de anayurtlarıyla bağlarını kopartma noktasına getirdiler.

Bu arada sözde politikadan uzak Kusturica 09.10.2010 tarihinde, NTV’deki bir programda, eleştirilere cevap olması açısından kendine söz hakkı verildiğinde, Velika Sırbija idealinin bütün temellerini açık ve gizli bir dille ortaya koymuştur. Boşnakların aslında Sırp kökenli ve Ortodoks kültürüne ait olduklarını, açıkça Kosova’nın Ortodokslara ait olduğunu söylemiştir. Yine haddini aşarak Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın savaştan 15 yıl sonra Sırpların elini sıktığını söylemiştir (Belli ki dersine hazırlanıp gelmiş. “Türkler beni Sırp olduğum için eleştiriyor, ama sizin başbakanınızın da onlarla arası iyi” der gibi). Halbuki uzun yıllar ekonomiden siyasete, baştan aşağıya tecavüzcü katil çete olan “Çetnikler’in” üyeleri tarafından yöneltilen, namuslu ve insaflı Sırplar’a söz hakkının verilmediği Sırbistan, Avrupa’daki gizli destekçilerince, artık görünürde demokrat olmaya zorlanmıştır. Belli bir süreden bu yana, azılı Çetnikler işbaşından uzaklaştırılarak, “light” denilebilecek Çetnikler iş başına getirilmiştir. Türkiye de bu açılımla birlikte ilişkileri yumuşatmıştır.

Programda hızını alamayan Kusturica, Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ı da hedef göstermiştir.

Eleştirilen bir san'atçıya tarafsız gazetecilik adına söz veren Can Dündar da, maalesef Kusturica’nin ince Velika Sırbija-Büyük Sırbistan propagandasına istemeden alet olmuştur. Israrla Bosna’daki katliâma katliâm dememek için “bütün dünyadaki öldürülen insanlara karşıyım” gibisinden kaçamak cevap veren Kusturica, (Sanki dünyadaki 6 milyar aklı başında herhangi bir insan, masum bir insanın öldürülmesi karşısında bile farklı düşünecekmiş gibi) Sırp faşistlerinin Bosna’daki tezlerini savunmuştur. Öyle ki, katledilen masumların ve tecavüzlerin sayısı, yapılanların şiddetini azaltacakmış gibi… Kusturica’nın katliâm rakamlarını bile günümüz Türkiye nüfusuna uyarlarsak; 75 milyon kişiden 7,5 milyon kişinin katledildiğini ve yaklaşık 30 milyon insanın da yerlerinden edildiğini bir düşünün. İşte 1991-1994 arasında o küçücük Bosna’daki o büyük dram en iyi ihtimalle bu orandadır (Aslında çok daha fazlası ve felâketin çok farklı yönleri daha vardır) …

Kusturica samimî değil, çünkü o Türk başbakanının elini sıktığı Sırbistan yetkilisi bile, 2010 yılındaki Srebrenica katliâmındaki törene katılmış ve Boşnaklardan özür dilemiştir (Törende özür sonrası Sırp yetkilinin uzattığı eli sıkan asil Srebrenicalı anne, bir insanlık dersi verirken, Kusturica ise bu acılı annelere karşı bugüne kadar herhangi bir ilgide bile bulunmamıştır). Ayrıca, Avrupa’da kurulan sözde soykırım mahkemeleri bile gerçeği tamamıyla örtemeyip, katliâmı kabul etmiştir (Belli ki Kusturica güncel haberleri de takip etmiyor!).

Kusturica samimî değil çünkü; Bosna’daki savaştan önce kariyerini Bosna asıllı Yugoslavyalı yönetmen olarak başlamışken, her nasılsa Sırp saldırılarından sonra Sırp yönetmen olmuştur! Balkanların Türk ordusundan sonraki, bu ikinci en büyük ordusu, bir avuç savunmasız insanı yutarken, o ise kariyer telâşına düşerek güçlüden yana olmuştur. Kusturica, hiç olmazsa tarafsız olmayı becerememiş veya her nedense istememiştir! Kaldı ki, Bosna’da yaşananlar bir savaştan çok, eli silâhlıların masumları katletmesiyken, tarafsız sözde bir entelektüel duruşunun bile “yani tarafsızlığın bile taraf tutmak anlamına” gelmesine rağmen, o bunu bile yapmamıştır. (Kusturica’nın mantığına göre hareket edilirse, geçtiğimiz yıllarda Kosova’da saldırganlara direnen Müslüman Arnavut’lara yardım eden Hıristiyan Arnavutlar da aslında Sırp’tır!)

Yine NTV’deki aynı programda adını “Boşnak asıllı Sırp yönetmen” olarak garabet bir sıfatı yazdırıp, Sırp propagandası yaptığı için de samimî değil. “Boşnak asıllı Sırp” demek, Velika Sırbija’nın adeta amentüsü, ilk kuralı demektir. Bir insan Türk asıllı Alman veya Alman asıllı Türk olamaz. Türk asıllı Alman vatandaşı veya Alman asıllı Türk vatandaşı olabilir. Bu arada Bosna-Hersek’te Sırp azınlık, Sırbistan’da da Boşnak azınlık bulunmakta. Bir insan Boşnak asıllı Sırbistan vatandaşı veya Sırp asıllı Bosna vatandaşı olabilir. Tanınmış Bosnalı san'atçı Goran Bregoviç örneğinde olduğu gibi, Bregoviç Sırp asıllı Bosnalı bir san'atçıdır. Kusturica, bu san'atçı kadar cesur olamamış veya tarafsız kalamamıştır. Bregoviç o yıllarda olanlara üzüntüyle yaklaşırken, Kustrica ise sermayesini kaçırdığı Sırbistan’da yeni bir hayat kurmuş, sonrasında da sözde solcu duruşuna rağmen vaftiz olarak din değiştirmiş ve varını yoğunu harcayarak ütopik bir Sırp köyü kurmuş, “tarafsızlığını” göstermiştir. Bu ucube köyde bir yandan fantaziler kurarken, diğer yandan da Boşnakların gaspedilen mallarını paraya çevirmiş, Sırp çeteleriyle birlikte kendi “millî köklerini” bulmuştur….

Halbuki bu esnada Saraybosna’da Russo, Zola, Goethe, hümanizm ve bütün insanlık imha edilirken, aslında soykırıma kör kalan Avrupa’nın ortasında Avrupa ideali kendini yok etmekteydi. Sırf inançlarından dolayı tarihte beş kez katliâma uğramış ve dünyanın bütün kirli ellerinin aleyhlerinde olduğu bir halk, bu devasa orduya ve ambargoya rağmen ölüm-kalım savaşı vermekteydi. Bu arada bir avuç namuslu İspanyol, Alman, Amerikalı yönetmen şehrin tek hayat damarı olan tünelden geçerek, insanlığın hâlâ ölmediğini göstermek ve dünyanın bu korkutucu sessiz kalışına inat “Sarajevo Film Festivali’ni” düzenledi. Ölümü göze alan bu bir avuç namuslu insan, bir kısmı yıkılmış tiyatro binasında ve bombaların altında yarışmaya aday filmleri seyretmiş ve değerlendirmiştir. Şehre gelen bu bir avuç insan, savaşa san'atıyla direnen ve el kameralarıyla yarı aç bir halde kısa filmler çeken Boşnak yönetmenlere ve halka destek vermiştir…

Kusturica samimî değildir, çünkü kendi tercihlerini bizzat halkına dayatmak istemiştir, tepki alınca da kuzu postuna bürünerek, “Ben san'atçıyım, hür düşünürüm veya politikacı değilim” demektedir. Bir halk kendini nasıl tarif etmek isterse, öyle tarif eder. Bir halk kendine Türk, Kürt, Alman veya Çingene’yim diyorsa, ona başkaları bir isim verebilir mi? San'atçı özgürlüğü san'atçıya, Boşnakları Sırplaştırma hakkını da verir mi?

Kusturica’nın durumu aynen şu duruma benzemekte; artık dünyaca tanınmış bir san'atçımız olan Tarkan, günün birinde bazı Türklerin eskiden Budist olduğundan yola çıkarak, Budist olmayı tercih etse ve Çin’e yerleşse… Bu şahsî tercihini de çeşitli yollardan Çin’den Türkiye’ye propaganda yaparak empoze etmeye çalışsa… Hatta bununla da yetinmeyip, Türkiye’deki sosyal kurumlarla ve toplum önderleriyle dalga geçmeye başlasa… Ses san'atçısından daha çok sanki bir tarihçi, sosyolog veya antropolog edasıyla (bu konularda eğitim almamasına rağmen) tezler üretmeye ve Çinli faşistlerle de haşır neşir olmaya başlasa… Hatta hatta hızını alamayıp, “Ne oluyor şu Tibetlilere veya Uygur Türklerine, ne olacak din ve milliyetlerini değiştirseler de Çin’li olsalar ya! Çin’de böylece onların üzerine yürümese, hep birlikte bir millet olsak” dese… Bu sözlerinden dolayı tepki alınca da san'atçı kimliğine sığınsa… Ne olurdu? İşte Kusturica’nın, adeta şizofrence davranışları bu örnekte olduğu gibidir.

Zaten NTV’deki programı tekrar internetten dinlerseniz bütün bu noktaları açıkça göreceksiniz. Özellikle ropörtajın son cümlelerine dikkat edin! “Aslında Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar bir istikrar olmalı v.s…” demektedir. Yani Büyük Sırbistan özlemi, yani sözde Slav kardeşliği…

Peki, bu beklenmeyen gündemin Türkiye’ye sokulmasında kimler suçlu-Sanki ülke olarak gündem sıkıntımız varmış gibi-? Zaten gerçek anlamda san'at faaliyetlerinin bile bir elin parmakları kadar olan şu koca ülkemizi, Altın Portakal’a bu polemiğe sokanlar kim? Sanki Bosna’da Altın Ayı veya Palmiye almış, başka Boşnak yönetmen yokmuş gibi, bu kimlik problemleriyle boğuşan Kusturica’da ısrar edenler kim? Belki de Sırbistan’ın tabiî destekçileri Yunanistan ve Bulgaristan’da bile Bosna’yı küstürmemek adına cesaret edilemeyecek bir ısrarla dâvet edilmesinin sebebi ne? Veya Sırbistan’da kendini dünyaca ispatlamış başkaca bir yönetmen yokmuş gibi (İlla ki san'atsal dostluk veya Balkan kardeşliği yapılmak isteniyorsa). Bu isimde neden ısrar edildi?

Yok, herkes jüri üyesi Kadir İnanır gibi, “Burada san'atçı kimliğiyle bulunuyor, o politikacı değil” diye düşündüyse, o zaman başka. Ancak festival organizatörleri ve özellikle Antalya Belediyesi yetkilileri eğer 2 dakika—evet sadece 2 dakika—ayırıp Kusturica’nın resmî web sitesine girip bakmadıysalar, gerçekten çok yazık! Her şeyden önce, festivalin kalitesine gölge düşürmesi açısından da çok yazık! Kusturica, Sırpça-İngilizce-Fransızca hazırladığı sayfasında normal olarak kendi filmografisini sunuyor, ancak devamında da Sırbistan tarihini anlatıyor. Hangi Türk sinema yapım ve yönetmeninin veya hangi dünya yapımcısının resmî sitesinde, ülkelerinin resmî tarihi anlatılır? Kusturica, ayrıca bu web sitesinde hızını alamayıp Bosna-Hersek tarihine de girmiş, hadsizliğini aşarak Bosna’da Sırp azınlığın kurmaya çalıştığı sözde cumhuriyetin sınırlarını bile göstermiştir!

Kusturica’nın propagandasına izin verilerek, Türkiye’den ve Türk insanından başka desteği bulunmayan Boşnaklara verilebilecek en büyük manevî zararlardan biri verilmiştir (Manevî anlamda Türk sayıldıkları ve bizim kültürümüze her şeye rağmen sahip çıktıkları için katledilip, asimile edilmek istenen insanlara). Bu arada, Sırbistan’ın arkasında yüz milyonlarca üyeli koca bir Ortodoks dünyası (ayrıca Fransa gibi gizli destekçileri), Hırvatların arkasında ise, milyarlık bir Katolik dünyası bulunmaktadır. Türkiye ise, Boşnakların tek destekçisi ve abisidir (Müslüman Arap dünyası demiyorum, durumları ortadadır), sözde san'atı desteklemek adına çok büyük bir ayıp yapılmıştır. Ayrıca Türkiye’ye yüzyıldır Bosna-Hersek, Sancak, Makedonya, Karadağ ve Kosova’dan kaçan milyonlarca Boşnak asıllı ve bu ülkenin aslî unsuru olan vatandaşlara da ayıp edilmiştir. Sonuçta acilen harekete geçilmeli ve vicdanlar bir an önce rahatlatılmalıdır…

Son olarak Kusturica’ya gelince, bu sözde politikaya uzak duran “büyük san'atçının” Bosna-Hersek’e ve bulunduğu coğrafyada varlık mücadelesi veren Boşnak halkına verdiği zararı, bu ülkeye gittiğinizde açıkça fark edeceksiniz. Ülkede artık savaş bitip yaralar sarılırken, asıl mücadele şimdilerde başlamış durumda. Tıpkı bizim millî mücadelemiz sonrasında olduğu gibi… Ancak, ekonomik sistem, eğitim, altyapı ve kültürel hayat adeta bir enkaz vaziyette. Batılı ülkeler Hırvatistan’ı hızla bir İsviçre yaparken, Sırbistan’ı da zorla demokratikleşmeye iterek AB’ye alma aşamasına gelirken, Bosna ve Boşnaklar yine yalnız, yine dilleri ve milliyetleri tartışma konusu. Analar hâlâ toplu mezarlardan çıkan yavrularının kemiklerini mağrur bir şekilde toprağa verirken, Srebrenitca’da ise her yeni mezar insanlığa mesaj göndermeye devam etmektedir. Avrupa’nın ortasında yüzyılın felâketine rağmen yıkılmayan bir halk, asıl Kusturica gibilerinin manevî bombardımanıyla yıkılmakta…

Özetle, Kusturica tercihlerini sorgulamak bize, belki de hiç kimseye düşmez. Ama politik tavır almasına, hele bunu gizli veya açık bir propaganda aracı haline getirmesine de sessiz kalınamaz. Bir san'atçının illa ki topluma iyi bir örnek olma amacı yoktur. Bir san'atçı güçlüden yana da olabilir. Bugün, Yahudi lobisini karşınıza alarak Filistin’den yana olmak ne kadar ağır ve zor görevse, Bosna’da da benzer bir durum bulunmaktadır.

Ancak günün birinde ölüp gittikten sonra, insanlığa namuslu ve erdemli bir san'atçı olarak mal olabilmek herkesin harcı değildir. Sonuçta, nice Alman yönetmen zamanında tasvip etmedikleri ve değiştirmeye de güçlerinin yetmediği Nazi hükümetinden kaçarak Amerika’ya yerleşmiş ve Hollywood’a san'atsal zenginlik katmıştır. Gitmeyip Hitler’e propaganda filmleri çekerek, (Halbuki aralarında ne kadar büyük isimler vardı) o katliâmlar içinde kariyer peşinde koşanların durumu ise ortadadır.

Erdemli bir san'atçı, 1940’larda Auswitch’de bir Yahudi, günümüzde mülteci kampında bir Filistinli, 1993 Avrupa’nın ortasında ölüm ve tecavüz kamplarındaki bir Boşnak (Eğer günün birinde o kamplara sivil Sırplar konulduğunda da, “Sırp” olabilmek) olabilmeyi becerebilen insandır.

RIDVAN ÖZKURT

16.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar

  (02.10.2010) - Dil ve bin yıllık birlik

  (25.09.2010) - Akdamar Adası

  (18.09.2010) - Rûh ve san’at

  (07.08.2010) - Ramazan’ı beklerken

  (31.07.2010) - NEVŞEHİR’İN NURLU ŞAHSİYETİ, ÇOCUKLARIN “BİSMİLLAH DEDE”Sİ SON ŞAHİTLERDEN

  (24.07.2010) - Bir haber ve düşündürdükleri

  (17.07.2010) - Onlar İslâma hizmet ettiler

  (11.07.2010) - Almanya’da Risâle-i Nur fütuhatı yaşanıyor

  (03.07.2010) - Said Nursî, hayatını iman kurtatmaya adamış bir mücahit


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.