Elif Eki |
|
Yasakçının mumu yatsıya kadar |
şapkadan başörtüsüne…
Bir zamanlar şapka giymeyenin gözler önünde asıldı?y günler yaşanmış. şimdilerde bize garip ve anlamsız geliyor. Kanun hâlâ yürürlükte olmasyna rağmen bugün kimse şapka takmıyor ve şapkayı takmayanlar da asılmıyor. Hatta tam tersi gün geldi şapka giyenler ve başını örtenler okullara ve devlet dairelerine alınmadı. Bize özgü şartların getirdiği böyle tezatlıklar içinde yaşayıp gidiyoruz… Altmış yıldır çözüm bulunamayan başörtüsü yasasında binlerce kişi kanunsuz uygulamalara maruz kaldı. Tarihte ise tam tersi yaşanmış. Bir eserde şu ifadelere rastlıyoruz: Başı açık dolaşanlara dayak dâhil her türlü çareye başvurulurdu! “...şapka giyenler, her yerde külah giyenlerin kar?ysyna çktı. şapka giymeyip başı açık dolaşanlara karşı dayak dâhil her türlü enerjik çarelere başvurulurdu. Birçok fırsatlarda sokaklarda, vapurda, gösteri salonlarynda ‘şapka’lar, ‘fes’lere hücum etti! Fes ve fesliler daima yenildi. Fesler şapkalılarca parçalandı, ayaklar altına alınıp ezildi veya denize atıldı.”1 Çok imkânsız bir meseleymiş gibi siyasîler başörtüsü üzerinde kafa yorarken, YÖK’ten bir açıklama geldi. Hem de bu açıklama “şapka”dan çıktı. şapka taktğı için sınıftan atılan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencisinin şikâyette bulunması üzerine, YÖK şöyle bir karara vardı: Kılık kıyafeti nasıl olursa olsun hiçbir öğrenci dersten çykarılamayacak. Bu durum bazı çevreleri “Başörtüsüne bir formül mü?” diye endişelendirirken, bazı çevreleri de umutlandırdı. Oysa ki bundan dolayı kimsenin ne endişelenmesi, ne de gereksiz yere sevinmesi doğru değildir. Hiç kimse bu açıklamasından dolayı YÖK’e minnettar değildir. Zira yapmış oldukları açıklama gayet normal ve olması gerekendir. Veya tam tersini düşünürsek, hiç kimse “Eyvah, başörtünün yolu açylıyor” gibi bir korkuya kapılıp YÖK’e öfke ve kin duymamalıdır. Bu memlekette ne olacağı belli olmaz. Bu açıklamayla her şey değişmiyor. Bunun başörtülüler tarafından bir ümit yasası olarak görülerekihtiyatlı olmak gerekir. Daha fazla hiç kimse bu milletin sâfî duygularıyla oynamamalı. Haksız yere hakları gasbedilen halka, büyük bir lütufta bulunacakmış gibi “Bu işi ancak biz çözeriz, özgürlükleri ancak biz sağlarız” diye ahkâm kesen söylemler artık kimseye inandırıcı gelmiyor. İcraat istiyor bu millet. Sonuç istiyor, çözüm istiyor. Ortada somut bir şey görmek isşörtüsü siyasîlerin oy toplama aracı değildir. Başörtülüler de hangi siyasetçiden yeşil ışık görürse o tarafa koşacak kadar bilinçsiz değiller. Herkesin kabul ettiği gibi, zaten başörtüsünü yasaklayan bir kanun maddesi yok. Yıllarca, kanunsuz bir şekilde, keyfî uygulamalarla başörtülüler mağdur edildi. “Başörtüsü takmak kanunlara göre yasaktır” diyerek millete yalanlar söylendi. Başşını örtenlerin okuma haklarını ellerinden almak için müstebid bir kesim, yargıyı arkasına alarak cadı avına çıktı. Danıştay, Yargytay, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organları da bu yasakçılığa âlet edildi. Birinci vazifelerinin başörtülüleri okul kapılarında geri çevirmek olduğunu kabul eden YÖK başkanları, rektörler ve dekanlar devri yaşandı. Ama hürriyet rüzgârlarının önünde hiçbir müstebit mâni duramadığı için, onların da devr-i istibdadı sona eriyor. Halkımız bir siyasetçi, bürokrat ve aydın kesimden daha sa?duyulu ve daha demokrat düşünceli olduğu için böyle bir yasayı lüzumsuz ve anlamsız buluyor. Hatta büyük bir kesim bunun bir haksızlık ve zulüm olduğunu kabul ediyor. Hakk’a ve halka dayanmayan hiçbir sistem uzun süre yaşayamaz. Bugünkü durum da halkımızın demokrasi bilincinin ve gücünün istibdat bentlerini yıkmasının bir sonucudur. Kimse bundan kendine mahsus bir pay çıkarmasın. Zaten bu kanunsuz yasak bir gün mutlaka sona erecektir. Zira “Küfür devam eder, zulüm devam etmez”.
Dipnot: 1- Paul Gentizaon, Mustafa Kemal oul Orient en Marche, s. 99-100.
MEHTAP YILDIRIM YÜKSELTEN
|
“Biz de gençlik yaşadık” diyen anne-babalar |
Epeyce bir zamandır, “gençlik-ebeveyn” okumaları içerisindeyim. Kitaplardaki diyaloglara bakıldğında durum fena değil, ama hayattaki satırlara bakıldığında da durum pek iç açıcı değil. Her kesimden genci olan anne babalarla konuştuk diyebilirim. Her kesimin de kendine göre olan hayat şartları, kendine göre problemler üretmiş. Yani zengin bir aile çocuğunun/gencinin karşılaştıkları problemler, fakir bir aile çocuğunun/gencinin karşılaştığı problemlerden çok geri değil. Hatta bazen idare etmesini bilemediğin takdirde, ‘varlık’; ‘yokluk’tan daha beter bir hal alıyor. Yani pek çok yanlışlara kontrolsüz insan, ‘varlık’la düşüyor. Babasından bir şikâyeti olmayan genç ile, gencinden şikâyeti olmayan baba oranlaması birbirinden çok uzak değil. Durumun böyle olduğundan her iki taraf da haberdar. Acı olan da bu ki, her iki taraf da bir üçüncü şahıs beklentisi içerisinde. Yani bir kişi gelsin, problemi ke?fetsin ardyndan tedavi için adym da atsın ve işi bitirsin. Yani bu “okus-pokus” der gibi bir şey. ‘Aile danışmanlığı kurumunun acilen bütün il ve ilçelerde, köylerde en az bir sağlık elemanı gibi istihdam edilmesi gerekiyor. Yoksa gün geçtikçe problemler daha da içinden çıkılmaz hâle geleceğe benziyor. Felâket tellâllığı yapmadığımı düşünüyorum. Yani cümlelerimin arkasında pek çok insan unsuru olduğu için, biraz daha rahat cümle kuruyorum. Yani pozitif pencere demek hayatın, insanların yaşadıkları gerçeklerden kopmak anlamında, noksanlıkları not etmeyi göz ardı etmek anlamında değildir. Yani, bedende bir hastalık ârz olmuşsa, sağlıklı bir hayat için bir an evvel, bir uzmana başvurmak kaçınılmazdır. *** Yakın geçmişte, sayısı yüzleri bulan genç sahibi ile görüşmeler yaptık. Epeyce bir zamandır ‘gençler ve babalar-anneler’ okuma ve gözlem konum olduğu için, bu konu ile ilgili soruşturmalarım oluyor. Genci de, babayı da sorgulama konusu yapıyorum. Bir, gençlerin kendilerine bakış açıları var, bir de büyüklerinin gençlere bakışları var. Acı ki, iki bakış da problemler içeriyor. şunu anladım. Baba/anne ile oğul/kız arasında birileri var. Bir tezgâh kurulmuş ve baba-anne ile gençler arasına girmiş. Yani bu karakediyi bulmamız gerekiyor. Doğrusu kadınları yoldan çıkarmak üzere tezgâhlar, planlar kuran zındıka komiteleri, buradan da anlaşılıyor ki, gençleri ailelerinden koparmak, soğutmak, iletişim bozukluğu oluşturmak üzere tezgâhlar kurmuşlar. Zındıka komiteleri sadece bu amacı gerçekleştirmek üzere, gençlerin düşünce dünyalarını keşfetmişler ve onları cezb edecek bir üslûp içerisinde kitaplar, serüvenler oluşturmuşlar. Gençlerdeki hisleri hedef alarak, o hisleri etkileyip, onların dünyalarına ulaşmayı hedeflemişler. Tabiî bu sadece bir kitap yazmak ve gündeme böylece girmek değil. Kitap, ayaklardan sadece birisi. Bunun dışında filmler, programlar hatta giyim kuşam ve diğer tanıtım araç-gereçleri gibi pek çok adımları bulunuyor. Yani gençlerin, çocuklaryn zihin gündemlerine girebilmek için belki yılları içine alan zaman dilimi ve çok ciddî bir bütçe oluşturarak uluslar arası bir ağ oluşturuyorlar. Tabiî bütün bunlar devam ederken, hangi ülkede nasıl bir planlama ile hareket edeceklerini, ülkelerdeki bu tür işlere uygun zihniyetleri ve onların illerdeki uzantılarını bir bir bulup, uzun soluklu adımlarını uygulamaya koyuyorlar. Onun için öncelikle gençlerimizin kitap seçimini dikkate almaları gerekiyor. Yoksa özenle kurulmuş uluslar arası zındıka çetelerinin, tepki uyuşturucu ağları gibi, okuma ağlarına düşmek kaçınılmaz olacaktır. Dikkatimi çeken şu ki, gençler arasyndaki oluşacak malayani muhabbette konu okunan kitaplara, izlenen filmlere ve giyilen tişörtlere gelip dayanıyor. Dolayısıyla o konulardan haberdar olmayan kendini yalnız, hayatyn gerçeklerinden kopmuş, moderniteyi takip edemeyen bir anlayışta görmeye başlıyor. Kitapların, filmlerin içine serpiştirilmiş özel cümleler de adeta birer olta yemi gibi gençleri avlamakta ve onlaryn dilinde kullanılmaya başlanıyor. Peki bir tarafta bu kadar çok yönlü ve ciddî projeler, yatırımlar, bütçeler oluşturulurken, bizim tarafta işler nasıl gidiyor. Sermayelerimiz nelerin peşinde, o ciddî kazançlarını, yani milletten kopardıklarını acaba nerede harcamayı düşünüyorlar. Yoksa yapıcılar da, yıkyıcılar da aynı dünyevîleşme hastalığı içinde mi!? *** Durumun iyi gitmediği konusunda herkes hemfikir. Hatta beş vakit namazla insanlar, sohbetlerden beslenmiş insanlar karşılaştıkları gençleriyle olan vakyalar karşısında şaşkınları oynuyorlar. Bunun pek çok sebebi olabilir, ama en belirgin sebebi, gençlerimizi bir araştırma, inceleme ve uygulama alany olarak görmememizdir. Bunu nereden biliyorsunuz derseniz, genel itibariyle aileler gençlerin problemlerine karşı hazırlıksız yakalandıkları anlaşılıyor. Çünkü anne babalardan en çok duyduğum cümle, “Epey sonra anladık ki…, bir gün fark ettim ki…, biz fark ettiğimizde iş işten geçmişti…, iyi gidiyordur diyerek fazlaca ilgilenmemiştik…, biz sorduğumuzda hep iyi gidiyor derdi…”, gibi devam eden bütün cümleler içinde geç kalmışlık barındırıyordu. Yani gençlik yıllarını oğlu için, gençlik yıllarını tüketen kız için anne-baba bir ciddî hazırlık yapmamş?lar. Nasıl bir hazırlık bu? Elbette üniversiteye hazırlık dershanelerinden, özel öğretmenlerden, cebindeki harçlıktan, giyim kuşamından bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey, gencin içinden geçiyor olduğu yaş diliminin düşünce boyutu ve taşıdığı duygular hiç bilinmiyordu. Genciyle ilgili kendisiyle konuşmaya başlayan baba veya annenin en dikkat çeken cümlesi, “Biz de gençlik yaşadık. Ne zor günlerden geçerek bu günlere geldik. O da anlasın hayatın kaç köşe, kaç bucak olduğunu…” Doğrusu bu cümlelere bakıldğında anne baba için ilk akla gelen şey, sanki gencine karşı bir intikam duygusu içerisindeymi? gibi bir durum var. Yani genç şunun apaçık farkında, öncelikle senin yaşadığın dönemle gencin yaşadığı bu dönem aynı özellikler içermiyor. Hatta o dönemin hastalıkları ile bu dönemin maddî ve manevî hastalykları bile değişiyor. Hastalık değiştiği gibi, tedavi teklifleri de değişiyor. İkinci bir durum da şu ki, bizim çocuğumuz bizim gibi bir psikoloji içerisinde olmayabilir. Hayat şartları onlarda daha farklı tezahür edebilir. Ya da olayların bizim üzerimizdeki etkisi ile, gencimiz üzerindeki etkisi aynı olmayabilir. Yani onun çok ciddiye aldığı bir durum bizim için çok anlamlı bir çalışma alanı, ilgi alany olmayabilir. Bizim zamanımızdaki maddî imkânlarımız ile şimdilerdeki hayat şartlarımız, gelir giderlerimiz çok değişmi? olabilir. Yani baba-anne yokluklar içerisinde yaşamışsa, o şartlarda bir şeyler yapmışlarsa, şimdilerde durumumuz iyi ise, rahat bir maddî ve manevî şartlar içerisinde isek; gencimizin, içinde olduğumuz günümüz şartlarında yaşaması normal değil midir? Yani imkânlar var iken; gencimizin imkânlarımız yokmu? gibi davranmasını, öyle yaşamasını mı bekliyoruz? Bu mantıklı bir izah şekli midir, yoksa kendi şart ve imkânları içerisinde gencimizle oturup daha dengeli, daha tutarlı ve yarını da içine alan adımları, yaşanabilecekleri, başa gelebilecekleri beraberce konuşmak mı doğrudur? Yani hayatın gerçeklerinden koptuğumuz an, anlatılan hiçbir şey hedefini vurmayacaktır.
SEBAHATTiN YAŞAR |
Ankebutlar |
Evimizin en kuytu köşelerinde, tozlu yerlerde, taşların altında bulunan küçük yaratıklar. Zaman gelir bir an karşımıza çıkınca biraz ürkeriz. Renklerin karışıklığında ne yüzleri belli olur, ne de gözleri… Kimi gördüğü yerde üzerine basar. Kimi onlardan nefret eder. Bazıları uğursuz bile sayar. O küçücük, masum, kimseye zararları olmadan yaşayan bu canlıları gördükleri yerde öldürürler. Bir örümceğin bize ne zararı vardır? Zehirli olanları da vardır, ama onların yaşadığı iklim şartları zaten vahşî doğadır. Taşın altındaki tül gibi bir örümceğin ne zararı olabilir ki? Örümceğe değer vermeyenler, örümcek gibi bir hayvandan daha değersizdir. Çünkü zamanı geldiğinde Peygamber Efendimizi (asm), Allah’ın izniyle, küçücük bedenlerinden çıkan ağla müşriklere karşı korumuşlardır. Rabbimiz onlara o kadar değer vermiştir ki, Kur’ân’da bir sûrenin adı “Ankebut” (örümcek) olmuştur. Orada bir âyette şöyle denilmektedir: “Allah’tan başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Hâlbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi.” (Ankebut Sûresi: 41. âyet) Ben de korkarım, ama öldüremem. Hatta örümcekleri bir kâğıtla ittiğim bir tas vardır. Bu işle genelde babam ilgilense de, onlara zarar vermeyi hiç istemem. Siz de böyle yaparak bir örümceği hayatta bırakabilirsiniz. Zaten eninde sonunda kısa ömürlerini bir şekilde bitiriyorlar. Ama onları öldüren biz olmayalım. Minnacık örümceğin bile bu hayatta çok büyük bir görevi vardır. Kuş gribinden katledilen tavuklardan sonra her yeri kene sarmıştı. Örümcekler de bazı zararlı ve mikrobik hayvanları yiyerek bize yardım ediyor. En güzel düzenle kâinatı yaratıp süsleyen Rabbim, intizamıyla her zaman bizi hayrette bırakıyor. Geçenlerde gördüğüm kırmızı örümcek korkutucu, ama bir o kadar da güzel yaratılmıştı. Hiç görmediğimiz tonlarda, şekillerde yaratılan canlılardan biri olan ankebutçuklara biz de zarar vermeyelim. Bir gün yolda yürürken, önüne karınca gelen bir çocuğa annesi; “Üzerine bas” demişti. Birden kendimi o karıncanın yerine koyunca; üzerime yüzlerce katım ağırlığında bir cismin binmesiyle can vermek ne kadar ürkütücü demiştim. Bizim ayaklarımız da onların depremiydi. Küçük canlılara daha özen gösterelim. Ürksek de, onları görünce bağırsak da, onları korumaya özen gösterelim…
MERVE İRİYARI |
Nur yolcum uğurlar ola |
Yürü be küheylanım yürü… Yolcun Bediüzzaman Yükün nur, Kur’ân ve iman, yürü. Bazen karada bazen havada Bazen bahirlerde.
Kâinat yolcusunu ve yükünü bekliyor yürü Nur yolcum uğurlar ola…
Kasabalar şehirler bize az, Ülkeler lâzım bu küheylana, Başın aldı bir kere İran, Azerbaycan, Irak, Suriye, Mekke, Medine, Yemen, Hindistan, Endonezya Avustralya, Kuzeyi ile Güneyi ile Amerika Son durak Rusya, Kosturma, Tiflis.
Gönül arzu eyler Güneş’e, Mars’a, Ay’a Yıldızlara. Yürü hizmet kervanım sana durmak yok Başladı bir kere Batı’dan Doğu’ya Kuzeye Güneye Arş-ı Azam’a Dönüşü olmayan yoldasın küheylanım Uğurlar ola.
Hizmet küheylanı şah-ı merdan misâli Kaleleri de ala ala dünyayı dönene kadar yürü.
Nurların kâinat karanlığını aydınlattı Bir kere Yol boyunca aldığın salât ve selâmları Mescid-i Nebeviye’de Yüce Nebî’ye (as) Bediüzzaman TIR’ıyla arz eyle
Zamanında gidememiştir Yüce Üstadım Ama bu sefer TIR’larla Kucak kucak salât ve selamlar götürüyor Yüce Nebi’ye (asm)
İçimiz buruk uğramadığı Mersin’den, Kemaller, Aliler, Bekirler, Yaşarlar, Ahmetler, Cumalar, İhsanlar, Arifler, Muzafferler, Hamitler, Mustafalar, Ayşeler, Emineler, Kübralar, Selviler Selâm söyle gittiğin hizmet diyarlarından
Adı üstünde hizmet TIR’ı Nurlu yolun Nurlarla dolsun Ne olur bize de gel.
Bizi unutma küheylanım Bir gecelik bu güzergâh da bizden olsun.
Gene kışa yakın bir sonbaharda Yol almaya geldim.
Ama bu küheylan İnşâallah Cennetasa baharlarda Projelerini çizdiğin üniversitelerinin Temellerini ata ata yol almaya devam Edecektir (Tiflis, Van, Bitlis, Diyarbakır v.s)
Hoş kâinat Nur üniversiteleri oldu ya, Ama senin projelendirdiğin yerler Bir başka lezzetli oluyor.
Ne olur Nur yolcum mevlidler misâli (Van, Urfa, Isparta v.s) gibi Her biri bir yıl beklemeyle gelen Uzun zamanlar dilimine koyma bizi Bil ki senin yolunu bekleyen Nice hasretliler var. Nur yolcum uğurlar ola Lütfen güzergâhlarını sınırlama...
YAŞAR KILINÇ [email protected] |
“Büyüyen bir cemaat”in serencamı - 4 |
Merhum Zübeyir Gündüzalp sonrası Risâle-i Nur hareketinin 1970’li yıllardan itibaren geçirdiği safhaları anlatan ve şimdilik üç kitabı bulan uzun soluklu bir dizi-roman. Seri eserin ilk cildi (Serencam) 1971-1977, ikinci cildi (Menhus Ruh) 1977-1982, şimdilik üçüncü ve son cildi (Aynanın Arka Yüzü) ise 1982-1989 yıllarını kapsıyor. Müellif, birinci ve ikinci ciltlerde aynen yer alan “ön söz” mahiyetindeki yazısında (“Nur Hareketi Serisi İçin”) “sayı sınırı konmamış koca bir eserler topluluğu”ndan dem vurarak şöyle diyor: “’Nehir roman’ tarzının hususiyetlerini haiz olan bu serinin coşkun akışı, adını da muhtevasını da Nur Talebelerinin ferdî hizmet maceralarından, cemaatî inşirah hamlelerinden ve devletle, cemiyetle, insanlıkla münasebetlerinden alan başka eserleri müteakip, ‘tâ kıyamete kadar’ devam edecek İnşallah…” (s. 11) “Belge-roman”ın gerçekliğiyle ilgili olarak ise müellif, aynı yazıda, “Zihinlerde, anlatılan maceraları yazarın yaşadığı zannı doğmamalıdır.” ikazını yapmayı ihmal etmiyor! Burası önemli. Sebebine gelince… Hatırlarsınız; seriyle ilgili ilk yazımızda (“’Büyüyen Bir Cemaat’in Serencamı”) demiştik ki: “(…)Seri, ‘Bediüzzaman Beşlemesi’nin bittiği yerden başlıyor. ‘Üslûp’ bakımından ise, beşlemeden farklı bir metot takip edilmiş. Üslûp değişikliği hakkındaki kanaatlerimizi seriyle ilgili genel değerlendirmemize bırakırken, şimdilik, hadiselerin ‘birinci tekil/teklik şahıs’ metoduyla (yani müellifin kendi bakış açısından anlatılıyormuşcasına) aktarıldığını belirtmekle yetinelim...” Evet, müellifin bilfiil bütün hadiselerin içinde olması imkânsız; çünkü hadiseler çok geniş ve çetrefilli. Dolayısıyla, romanlaştırılan şeyler, umumî olarak bir hareketin seyrüseferi. Elbette müellifin o zamanların/o hadiselerin bir yerlerinde bulunduğu intibaı doğuyor. Bu yüzden, aktardıklarının tamamını yaşadığı hissine kapılınması normal bir duygu. “Maharet” de bu olsa gerek… Anlayacağınız, müellif, yaşadığı devrin hadiselerini, yıllar sonra kendi müşahedatı ve şahit(lik)lerin katkıları ile, tezyin edip kurgulayarak okuyucuya aktarıyor.
Ve küçük notlarımız:
*Seri-romanda “kapak”lar itibarıyla maalesef bir insicam yok. Yazılıp yayınlanması uzun yılları bulduğundan olsa gerek, bu durum gözden kaç(ırıl)mış gibi… Her ne kadar yazımı ve yayını henüz tamamlanmasa da, gönül, serinin bir an evvel—“Bediüzzaman Beşlemesi”nde olduğu gibi—bütünlüklü bir şekilde neşrini arzu ediyor! *”Bediüzzaman Beşlemesi”nde görüldüğü üzere, bu seride de her cilt 10 bölüme ayrılarak isimlendirilmiş; ki bunların ekserisi başka kitaplara isim olabilecek değerde. (Her ciltten ikişer örnek: c. 1’de bölüm 3: Kafeste Kanat Açmak / aynı cilt bölüm 4: Cemre Toprağa Düşmeden; c. 2‘de bölüm 11: Cennetâsa Baharın Cennetmisal Çiçekleri / aynı cilt bölüm 18: Falan Köyün Filanları;—bölümler numaralandırılmamakla beraber—c. 3’te bölüm 24: Duvar Değil, Direk Olmak / aynı cilt bölüm 27: Boşlukta Boğuşma…)
*Seride Nur hareketiyle paralellik/süreklilik arz eden bir alt hikâye dikkat çekiyor. İlk okumalarda “mecazi aşk” hissi veren, fakat ilerledikçe başkarakter/anlatıcı açısından “tebliğ” faaliyetinden öteye geçmeyen, karşı taraf yönündense “hakikî aşk”a evrilen bir hikâye bu. Üçüncü kitapta geldiği nokta itibarıyla hidayet belirtileri gösteren “mahzun yüz”ün tekerlekli sandalye mahkûmu bir Helen (Rum) çıkması, serinin sürprizi! Ondan öte, başkarakter kanalıyla Risâle-i Nur’larla tanış(tırıl)mış olan bu karakterin, ennihayet “mesrur yüz”e dön(üş)mesi… Doğrusu, “nazik” bir hikâyenin böyle bir seride usturuplu biçimde anlatılması, ayrıca alkışlanacak bir başarı örneği. Şimdiden, serinin bir sonraki kitabını merak ediyoruz: Acaba “İstanbul hanımefendisi” bu Rum kızını, tedavi maksadıyla gittiği ABD’den dönüşünde “Müslüman” olarak görebilecek miyiz? İnşallah, diyelim! *Birinci ve ikinci kitaplara rağmen, nedense üçüncü kitaba “Nur Hareketi Serisi-3” ibaresi kon(ul)mamış. Keza kitabın 1983-88 yıllarını kapsadığı belirtilmekle (Aynanın Arka Yüzü, s. 4) beraber, bu tarih bir yıl öteye alınsa iyi olur; zira özel TV’lerin tahribatından yoğun olarak bahsediliyor ki, Türkiye’de bu sahada ilk yayının 1989 Mayıs’ında başladığı malûm. Hakeza aynı cildin “Ön Söz”ünde, kitabın ismiyle ilgili “Ayna” ve “Aynanın Arka Yüzü” ibarelerinin geçmesi, kafa karıştırıcı! (Zihinde, “eserin ilk adının ‘Ayna’ iken sonradan ‘Aynanın Arka Yüzü’ diye değiştirildiği, fakat ‘Ön Sözde bu ibarenin unutulduğu” intibaı doğuyor…) Toparlayacak olursak, Risâle-i Nur hareketi mensubu herkesin ibret alıp ders çıkaracağı, çok yakın Türkiye tarihini de kapsayacak şekilde “Risâle-i Nur hizmeti”nin hususî hâllerini konu alan, çok başarılı bir seri-roman. *** NUR HAREKETİ SERİSİ (Serencam / Menhus Ruh / Aynanın Arka Yüzü) Yazan: İslâm Yaşar. Sayfa Sayısı: 1422 (üç cilt). Ebatları: 13,5x19,5 cm. Türü: Roman. Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat. Yayın Tarihi: Nisan 2000 (c. 1) / Mart 2002 (c. 2) / Ocak 2005 (c. 3).
ORHAN GÜLER |
‘Bir şeyler elde ettikçe, onun Allah’a ait olduğunu düşünüyorum’ |
Şu vahşî yarışın içinde bozulmadığıma şükrediyorum. Yani pek çok insan sadece para kazanmak için çalıştığı hâlde, Allah nasip etti, ben onlardan daha zengin oldum. Ben 37 yaşından sonra para kazanabilen bir insan oldum. Para kazandıkça, bir şeyler elde ettikçe, onun Allah’a ait olduğunu düşünüyorum. Moda olduğu için ateist olmuş birçok insanın, sağlık problemi olduğunda Allah’ın adını ağzından düşürmediğini çok iyi bilirim. Onlar korktuklarında, sandalları fırtınaya tutulduğunda Allah’a yalvarıyorlar. İçlerinde var, ama şartlara göre ortaya çıkıyor. Ben Kur’ân’ı zaten büyükbabamla yıllar önce okuyordum. O okurdu, ben dinlerdim. Arapçaydı, ama ulvî bir şeyler hissederdim. Dedemin kucağında tespih çekerdim. Cumaya giderdim. Oraya giderken, abdest alırken ve ayrılırken yapılan konuşmalarla doğru beslenirsiniz. Şu anda Kur’ân okumamızın nedeni, küçük bir kızımız var. Benden çok annesi ona Kur’ân okuyor. Ben de zaman zaman bu sohbetlere katılıyorum. Geceleri 8’le 9 arası ona anlattığım bitmeyen bir masalım var. O masal içinde ona hayatta doğru şeyleri, kıssadan hisseleri vermeye çalışıyorum. Bizim için önemli olan iyi ve vicdanlı olabilmektir. Kızımızı Allah’ı, Peygamber’i tanıyan cumhuriyet çocuğu olarak yetiştiriyoruz.
Yeni Asya, H. Hüseyin Kemal’in röportajından... |
Ölümden değil, kendinden korkmaktasın |
Ey can, aklını başına devşir. Ölümden korkup kaçarsın ya; doğrusu sen, kendinden korkmaktasın. Gördüğün, ölümün yüzü değil, kendi çirkin yüzün. Canın bir ağaca benzer; ölüm onun yaprağıdır. İyiyse de senden yetişmiş, yeşermiştir; kötüyse de. Hoş nahoş.. Gönlüne gelen her şey senden, senin varlığından gelir.
Hz. Mevlânâ |
OKU |
Ferman-ı İlâhî’den bize ilk emir oku Her harf ve kelimeden, ince marifet doku Rabb-i Rahimimizdir; halkeden var’ı yok’u Hakkı söylemeli dil, Rabbinin emri; ‘Oku’ DR. HİKMET ERBIYIK
HAZIR CEVAP
Alman başvekili Bismark, siyasî hayattan çekilip dinlenmek istiyordu. Ancak imparator buna razı değildi. Bir gün Bismark, yorgunluktan söz edince imparator: “Ben sizden daha yaşlı olduğum hâlde çalışıyorum, yoruldum demiyorum.” deyince Bismark şu cevabı verdi: “Öyle ama efendimiz at her zaman süvarisinden fazla yorulur.”
AHİRZAMAN ÜMMETLERİ
Ahir zaman ümmetleri süslerler evlerini, Nefislerine katılıp bozarlar huylarını. Şan ve şevketler ile dik tutarlar boylarını Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler Gidenleri görerek ondan ibret almazlar.
Hoca Ahmet Yesevî
UNUTMAMAK İÇİN...
Bir gün sahabeden bir zat Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna gelerek: “Yâ Resulallah, işittiğim sözleri aklımda tutamıyorum. Bunun çaresi nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm) “Sağ elinden yardım iste” diyerek dinlediklerini bir yere yazarak saklamasını buyurdu.
ŞAKA
Halife Harun Reşid’in huzurunda adamın biri tuhaf bir şey anlatmış. Halife bu sözlerden hoşlanarak uzun uzadıya gülmüş. Adam bu defa da başka bir şey söyleyince halife kaşlarını çatmış. Sebebini soranlara demiş ki: “Şaka tencereye konulan tuz gibidir. Yemeğe lezzet verir, ancak miktarı fazla kaçarsa sadece lezzetini bozmakla kalmaz, onu yenilemeyecek hale getirir.” |
BİR ÂYET |
Bu Kur’ân ise bütün milletlere ve bütün çağlara bir öğüttür. Yusuf Sûresi, 104
İLMİN KAPISI’NDAN... İnsanın yaşlanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp hesapsız cennete girmesinden daha hayırlıdır. Hz. Ali (ra)
EN GÜZEL İBADET Şunu iyi biliniz ki, en güzel ibadet, farzları yerine getirmek ve haramlardan sakınmaktır. Hz. Ömer (ra)
İMANIN KAZANDIRDIĞI İman güzel seciyeler vermekle hem merhamet hissini, hem zarar vermekten sakınmak meylini verir. Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 205
ALLAH BANA YETER
“Allah bana yeter” diyenin inancı, tüm yetersizlikleri yenmeye yeter. Selçuk Yıldırım
BİR DUÂ Allah’ım! Bana ahirette Senin rahmetinden uzaklaştıracak dünya nimeti verme. Ömer bin Abdülaziz
DÜŞÜNCE NEDİR? Düşünce, içimizde olana yönelttiğimiz dikkattir. Leibnitz
ÖNCE KENDİMİZ! İnsan kendisiyle işbirliği yaptı mı, başkalarıyla da yapabilir demektir. Goethe
ADAM OLMAK Önce adam ol; sonra çalışır, nasip olursa büyük adam olursun... Büyük adam olmanın yolu, adam olmaktan geçiyor. Suat Ünsal
KÜÇÜK ŞEYLER Çok zaman, küçük şeylerden büyük şeyler, görünen şeylerden görünmeyen şeyler anlaşılır. Ezop
İNSAN VE GÜL Hoş insanlar mı gül yetiştirirler, gül yetiştirenler mi hoş olur, bilemiyorum. Roland A. Browne
SELİM GÜNDÜZALP |
Uzaklar… |
Uzaklar dediğime bakmayın aslında tam da karşımızdaki duvara bakıyoruz. Elle dokunacak kadar yakın, ama suyun yüzündeki kabarcıkların ışıltısı kadar da uzak. Uzaklar… Bir efsane gibi ulaşılmayan ülke. Ötelerin ötesi. Gördüklerinden ziyade görmediklerinin yeri. Ne insanı var, ne hayvanı ne de bitkisi. Bir nev'î kördüğüm atılan ipliklerin açılmayan inadı uzaklar. Her yanımız sarar da dalar gideriz. Karadeniz de gemilerimiz batarda bilmeyiz kaç tane gemimiz battığını. Bilmeyiz… Dalgınlığın soluksuz dehlizlerinde yol alırken saniye mi dakikayı takip ediyor, dakika mı saniyeyi bilmeyiz. Kulaç atarken düşünceden düşünceye dünya mı güneşin etrafında dönüyor, güneş mi dünyanın etrafında dönüyor bilmeyiz. Anne çocuğuna hangi masalı bu gece okuyacak bilmeyiz. Kimler dedikoduya durmuş, kimler gülmüş ağlamış bilmeyiz. Saatin kaç olduğunu, kapı zilinin çalıp çalmadığını bilmeyiz. Uzaklara dalıp gitmek… Rencide olunmuş bir kalbin alınganlığı kadar mekânsız, duraksız, azıksız olmak. Her duruş kendinden geçiş ki sahip olamamak kendine. Kimsesizlik. “Nereye daldın deseler de” yine kimsesizlik. Çünkü paylaşamama. Paylaşamama… Ne içli bir türkü. Çalar sazıyla. Durmaz döner döner yine baştan çalar. Sonu gelmez. İçine dökememek salgın bir hastalığın başlangıcı. Hiç dökememek veba. Bulaşıyor, kanından geçip hücrelere dağılıyor. Dağıldıkça köy, kasaba, şehir tanımıyor. Tanımıyor… Nerde olursa olsun dalgınlık geldi mi gidiyorsun farklı boyutlara. Göz şaşmıyor baktığı yerden. Kaçmıyor sağa sola. Gidiyor sessizliğin içine. Ve her yanı kaplıyor devasa bir sessizlik. Sessizlik… Uzaklara dalıp gitmekteki cazibe. Havai fişeklerin rengârenk saçan gürültüsü yok. Mayın tarlasında mayına basan bir askerin sessizliği var. Patlayacak mı endişesi koskoca bir dalgınlığa eş. Patlayacak mı içindekiler? Aklındakiler boşalacak mı etrafa? Soru… Merakın tahtında birikmiş sebep. Cevabına göre sınır tanımayan, üst üste sıralanan. Cevabı soruda saklanan gerçek. Uzaklara dalıp gitmek… Sebebi var. Bir göz kayması, aklın yanılması, oyuna gelme. Ya da bir sıkıntı, sıkıntıdan kurtulma düşüncesi, düşünceyi bertaraf etme, kurtulmaya çalışırken içinde kalma. Uzaklara dalıp gitmek… Denizin üzerindeki kızıl güneşi seyre dalmak. Etrafında karıncalar yürüyor, kelebekler kısa ömürlerinin uçuşlarını yapıyor, kediler miyavlıyor. Bir şeyler kıpırdıyor. Hareket halinde olan duygular taş kesilmiyor. Dalgınlık yarenliğine her şeyi alıyor. Kalıbına sığmayan telâşlar bile uzakların cazibesine kapılıyor. Kendinden, tavrından, duruşundan başka hallerde varmış gibi. Başka haller… Kendinden kaybolma. Tavrının, duruşunun bizatihi başkalaşması. Gülüşün yok. Sevecenliğin buz kesilmiş. Donmuş bedenin. Uzaklar… Bir şehirden başka bir şehre adım atmak. İklimi değişse de o hep uzakların metası. Kaybolmayan tek şehir dalgınlık. Orada koca koca binalara rast gelsen de asıl yeri daracık kaldırımlardır. Yürümek zorunluluğu var. Her şey orada birbirine girmiş. Duygular bile ayırt edilemez. Uzaklara dalıp gitmek… Şimdilerde pek moda.
FADİME KAYA |
Demokrasi adına... |
Sivil ve demokratik bir anayasa yapılması gündemde. Aslında yıllardır “darbe anayasası”ndan kurtulmak için çeşitli girişimlerde bulunuldu. Fakat yapılan değişiklikler maalesef geçici yamalardan öteye geçemedi. TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, yeni anayasanın üzerinde çok durduklarını hatırlatarak şunları söylemiş: “Anayasa konusunda yapmış olduğumuz çalışmaları üyelerimizle, basınla ve kamuoyuyla paylaşacağız. Şu kadarını söyleyebilirim, çok üzerinde durduğumuz bir konu. Yeni anayasa hep bizim gündeme getirdiğimiz bir konu. TÜSİAD olarak çalışmaya başladık. 5 ana alanda çalışıyoruz. Mümkün olur İnşallah, diğer sivil toplum kuruluşları ve siyasî iradeylede paylaşma imkânı buluruz.” (Yeni Asya, 01.10.10) Boyner’in de belirttiği gibi; “sivil toplum kuruluşları ve siyasî iradeyle de paylaşma imkânı” bulunarak, toplumsal mutabakat sağlanıp, yeni, sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşulur İnşallah. Bu noktada, diğer sivil toplum kuruluşları ve dernekler de, sivil bir anayasa hazırlığı içerisinde olmalıdır. Çalışmalar ve raporlar hazırlanıp, siyasî iradeye sunmak gerekir. İktidar partisinin, oluşan bu müsbet ortamdan istifade etmesi de beklenir. Seçim barajının kaldırılması konusunda, bir çok parti mesaj verirken, iktidar partisinin bu konuda çekingen davranması “demokrasi için çalışıyoruz” söylemlerine gölge düşürmektedir. Aynı kararlılık başörtüsü konusunda da gösterilip; yıllardır uygulanan “kanunsuz yasak” ve “keyfi muamelelerin kanundan üstün tutulması” hatası, günahı, yanlışı; hürriyet, hak, hukuk ve demokrasi adına tarihe gömülmelidir...
M. YASİN AYDIN |
Bediüzzaman'ı tanımaya, anlamaya çalışmak |
“Bediüzzaman Tanıtım TIR'ı” yola çıktığı günden bu yana yüreğim kıpır kıpır, dilimde sonsuz şükürde. Onun yol güzergâhında olup da onu görmek istemeyen, onun yola çıktığını duyup da hayâlen, heyecanla onunla yollara düşmeyen, 1960 -70, hatta 80’li yılların başında Risâle-i Nurla ilgili bir macerâ geçmemiş kaç Nur Talebesi vardır, bilemiyorum. Bendeniz de hayâlen onunla Edirne’den yola çıktım. Yol boyunca onu takip ediyorum. Gecikmiş, henüz son nefesini vermemiş, bir dosta ait mektubu menzil-i maksûduna ulaştırmak isteyen bir “ulak’’ın heyecânı, helecânı ve görev sorumluluğunun verdiği ciddiyet ve sevincine ortak olarak… Tâkibim bir farkla olacak ki; onu, tanıtım TIR'ını, hayâlen Risâle-i Nur‘un, talebelerinin ve de bir tek insanın dahî bulunduğu diyarlara devirlere, en ücrâ köy, karye, kasaba, mezrâ ve şehirlere uğratarak… Neden mi ? Çünkü Nur Talebelerinin ona, onun sembollüğünde Bediüzzaman’a ve hepsini eviren-çeviren Kader-i İlâhiyeye anlatacakları o kadar çok hatıraları var ki; ömürlerinde derin izler bırakmış, onları küçük dünyalarında âbideleştirmiş, her birini aziz birer kul yapmış, öyle hatıraları var ki; onları bu vesileyle dünya tarlasının mümbit zeminine saçmak istiyorlar. Tâki, gelecek baharlarda neşv-ü nemâ bulsun, diliyorlar, istiyorlar. “Tanıtım TIR'ı”nın benim hayâlimdeki yolculuğu şöyle devam ediyor: Türkiye turu bittikten sonra Suriye, Irak, Hicaz bölgesinin merkezleri dolaşılıyor. Araç geri dönüyor. ßediüzzaman’ın ayak izlerinin bulunduğu yılları, yerleri ve güzergâhı takip ediyor. Aracımız Gürcistan, Tiflis ve Tarihçe’de geçen; “Harb-i Umumide Rusya’da esaretteyken Tatar mahallesi kefâletle beni Volga Nehri kenarındaki küçük bir camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahara yakın o şimâl kıt'asının pek uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette Volga Nehri’nin hazin şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları, rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı…” paragrafını çocukluğumuzdan beri dershanelerde her okuyuşumuzda hüzne büründüğümüz “gurbet” kelimesinin gerçek anlamını ilk defa bu satırlarla öğrendiğimiz yer olan Kosturma’ya uğruyor. Volga Nehri’nin hazin şırıltılarına tekrar şahit olduktan sonra Kırım, Polonya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Edirne … Gelecek sene hayâlimde tasavvur ettiğim yolculuk, karadan yine TIR'la, denizden gemiyle devam ediyor. Gemimiz uğradığı her limanda bir hafta kalıyor. Bu bir hafta içerisinde geniş okuma programları tertipleniyor. O yörenin halkı fevc fevc, bölük bölük gemideki programlara katılıyorlar. Risâle-i Nur’ları yeni yeni sîmalara tanıtarak dünya ve ahiret hayatlarında mutlu olmanın yolları öğreniliyor, vesile olunuyor İnşallah, ümîdindeyim. “Tanıtım TIR'ı”nın Türkiye yolculuğunu izlerken hayalim mazideki iki olaya şahitlik ediyor. Birisi malûmunuz.. BEDİÜZZAMAN Şeyh San’an Tepe’sinden etrafı temaşa ederken yanına yaklaşan Rus Polis’iyle şu minval diyaloğunu sürdürmektedir: ………… Rus Polisi: “Heyhat! Şaşarım senin ümidine” Bediüzzaman: “Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.” Rus Polisi: “İslâm parça parça olmuş” Bediüzzaman: “Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın kabiliyetli bir çocuğudur; İngiliz Mekteb-i İdâdîsinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdûmudur; İngiliz Mekteb-i Mülkiye’sinde ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus Mekteb-i Harbiye’sinde tâlim ediyorlar . “Yahu, şu asilzâde evlât, şehâdetnâmelerini aldıktan sonra, her biri bir Kıt’a başına geçicek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemâlâttâ temevvüc ettirmekle kaderi Ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev-î beşerdeki hikmet-i ezeliye’nin sırrını ilân edecektir.” Hayal bu ya, diyalog devam ediyor: Bediüzzaman: “Bu söylediklerimin ispatını görmek ister misin?” Rus Polisi: “He ya!” Bediüzzaman: “Erek Dağı’nın eteklerine bak!.. ” Rus Polisi hışımla başını çevirir, bakışlarını dağın karlı zirvelerine bırakıp yavaş yavaş kaydırarak dağın eteklerine odaklar: “Aman Allah’ım! Bu da ne? Senin resmini ve kitaplarını üzerinde taşıyan bir araç. Aheste aheste, salına salına Erek Dağı’nın eteklerinde bir görünüp bir kayboluyor. Derelerden tepelerden, köprülerden geçerek bir semt-i meçhule, hayır hayır mâlum mekânlara, Dünya denilen varlık âleminden benim aklımın ermediği ahiret denilen, sadece zaman perdesiyle ayrılmış yarınlara yol alıyor.” Rus Polisi, Bediüzzaman’ın kartal bakışlarını kaplayan sabah güneşi sıcaklığındaki gülümseyen çehresine bakarak: “Siz, siz büyük bir insan olmalısınız. Beni bir dost, bir talebe olarak kabul buyurur musunuz?” der. Şeyh San’an tepesini, dünyayı ve zamanı gerçek sahibine bırakarak tepeyi terk eder. İkincisi de; Zaman altmışlı yılların sonudur. Tokat’ın köylerinde bağ bozumu, güz mevsimi. Necati, şehre 24 km uzaklıkta hafta sonu geldiği köyünden okuluna dönüyor. Köy içinden şehre gidecek olanları uyaran kamyonun korna sesleri geliyor. Bir elinde okul çantası, diğer elinde bir sepetle acele acele Selahattin Amca’sının kullandığı Austin marka kamyonlarının bulunduğu köy meydanına gidiyor. Alelacele beyaz şeritli, terekli okul şapkasını düzelterek küçük boyuyla zar-zor kamyonun kasasına binmeye çalışırken, kasadaki köylülerden birisi “tut elimi” diye onu bir hareketle yukarı çekiyor . Kamyon hemen hareket ediyor. Yollar henüz asfaltla tanışmamış. Stabilize, toprak yol. Kamyon, arkasında bir toz bulutunu savura savura köyden uzaklaşıyor. Üzerindeki köylüler tozdan boz bulanık görünüyorlar . Kamyonun kasasında şehre giden köylülerin hepsi ayakta. İçlerinde hiç kadın yok. Kasanın ön tarafına konulmuş içinde buğday, arpa, mısır, fasulye dolu çuvallar var. Yatık konulmuş birkaç çuvalın üzerinde iki ihtiyar, bir de İmam Hatip Ortaokul öğrencisi Necati oturuyor. İhtiyarlardan birisinin elinde yoğurt bakracı, diğerinin elinde bacaklarından iple bağlanmış iki horoz var. Çocuğun elinde okul çantasıyla, kendi bağlarından topladığı bir hafta boyunca yiyeceği ballı üzümler bulunan, üzeri tevek yapraklarıyla örtülü bir üzüm sepeti var . Kamyon hızla tozu dumana katarak şehre yaklaşıyor. İnsanlar bir o yana, bir bu yana yata kalka kamyon kasasının etrafına tutunmaya çalışıyorlar. Şehre girmeye bir km veya daha az kalmış. Son viraj olan Uzunburu’nu da dönerler. Şoför Selahattin Amca, tam düz yola girmişken gaza yüklenecekti ki; karşıda “dur” işareti yapan Jandarma Ekibini gördü. Ayağını gazdan çekti, vites küçülttü. Yavaş yavaş frene bastı. Jandarmayı onbeş-yirmi metre geçerek durdu. Jandarma Selahattin Amca’ya; “Arama var” dedi. O da kontağı kapattı, arabadan indi. Tabiî köylüler de. İhtiyarlar çuvalların üzerinden kalkmadılar. Necati, sepeti yana itti kalktı, dışarı baktı. O anlamıştı, yasak olan bir şeyler aranıyordu. Çantasındaki “Gençlik Rehberi’’ni üzüm sepetinin içine koydu. Tevek yapraklarıyla görülemeyeceğini, yakalanamayacağını düşünerek örttü. Tekrar fasulye çuvalının üstüne oturdu. Jandarma ekipleri aşağı inen köylüleri aradı. İki tabaka tütün yakaladı (!) O dönemde köyde tütün yetiştirilirdi. Her kış mevsimi tütünler denk yapılırken köylüler kendilerince tütünlerin “has’’larından, iyilerinden içimlik miktar “havan’’ denilen büyük bıçaklı aletle kıydırırlar, büyük saclarla köy ocağında kavururlar. Küp veya tenekelere basarlar. Bir yıl boyunca her sabah, bir günlük içecekleri tütünü tabaka denilen kapaklı kutulara koyarlar. Onu da pantolonun arka cebinde taşırlardı. Bunu taşımak ise devletçe kaçakçılık suçu sayılırdı. Bu sebeple yüzlerce köylü devletin izniyle, vesikayla kendi yetiştirdiği tütünü üzerinde bulundurmaktan aylarca hapis yatardı. Ekibin komutanı bir ere: “Kamyonun kasasını da ara” dedi. Er hemen kamyonun tekerleğine basarak iki adımda kasaya girdi. Gözü hemen Necati’nin üzüm sepetine takılmıştı. “Yakışıklı çocuk üzümlerinin tadına bakayım mı?” dedi. Necati’nin kalbi küt küt atmaya başladı. “Aman Allah’ım ben ne aptalmışım o sepete Risâle koymuştum” diye düşüncesini tamamlayamamıştı ki: “Bu ne lan sepette yasak kitap mı taşıyosun?“ dedi. Hemen doğruldu ve kamyonun üzerinden komutanına müjdeledi (!) “Komutanım Said Nursî’nin kitabı” dedi. Aramaya devam etmedi ve hemen aşağı atladı. Bulduğu “yasak kitabı” tam komutanıyla müzakereye başlamışlardı ki; uzaktan o günlere göre imkânsız, hayâl dahi edilemeyen devasa bir araç göründü. Hızla onlara yaklaşıyordu. Herkes yanlarına yaklaşan araca “Bu da ne?” gibisinden bakarlarken, jandarma emir almış gibi yola fırladı. Hızla yaklaşan tırı durdurmaya çalıştı. Komutanı ona sert çıkıştı: “Oğlum asker! Çekil yoldan. O izinlidir. Onu durduramazsın. Biz bu zamandan sorumluyuz. O zaman, bu zaman değil. O zamanın, bu zamanın ve gerçekten zamanların asıl sahipleri var. Bizim görevimiz bitti. Haydi gidiyoruz. O akıllı çocuğun kitabını da artık eline ver. Okuyabildiği kadar okusun da ilimle, imanla, vatanını, milletini, köylüsünü, şehirlisini, gafletten, cehaletten uyandırsın” der… Şoför Selahattin’e dönerek: “Haydi yolunuz açık olsun şoför efendi. Sizi durdurduk ne yapalım görevdi” diyerek ekibini alır karakoluna döner. İşte o gün bu gündür…
MUHSİN DURAN |
09.10.2010 |