Görüş |
Batman’da Bediüzzaman’ı karşılamak
Şüphesiz, Bediüzzaman 1926 yılında Van’dan Burdur’a nefye gönderilirken, Batman o zamanlar “iluh” adında 40–50 haneli bir köy idi. 1940 yılında Raman Dağında Petrolün bulunması ile burası büyüdü ve ilçe oldu. Biz ailece 1970 yılında Batman’a gittiğimizde 30-35 bin nüfuslu ve Siirt ilimize bağlı bir ilçe idi. Beni Yeni Asya ile tanıştıran Hidayet Ortakaya ile tanışmamız ise 1976 yılının ilkbahar aylarına rast gelir. Tam otuz dört yıldır bu şirin beldenin “sadık” insanları ile et ve kemik gibi olduk. Hiç unutulmayacak bir yatsı namazı vaktinden sonra, rahmetli Cemal Gündoğdu ve Mehmet Hocamla beraber, Burhan Zengin, Abdurrahman Güden, Âşık Latifi, Orhan Zengin, İhsan Çiçek, Hidayet Ortakaya, ben ve kardeşim Ahmet ile caminin alt katında kitap dinledik. O gece kitaptan okunan bölümde “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz ahirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz… Ehl-i imanın beraberliğine mekân mani değildir” (Devamı: Şuâlar, 14. Şuâ) cümleleri okundu. Daha önce Hacı dayımdan Bediüzzaman ismini duymuş ve TBMM’-de reis ile aralarında geçen hadiseyi dinlemiştim. Kitap onun eseri olduğunu öğrenince bir yakınlık hissetim ve ders sonunda rahmetli Cemal Hocam bana-–halen evimizin en değerli kitabı olan—“Haşir Risâlesini” hediye etmişti. Okudukça dostluğumuz arttı. O gün bu insanlarla tanıştığım için Allah’a şükür ediyorum. 1977 yılında kurulan “Batman Gençlik Teşkilâtında” ortaokul öğrencisi olduğum halde gider, yazı çalışmaları ile programlara yardımcı olur ve resimleri çekerdim. Yeni Asya Yayınları, Zafer ve Köprü dergilerini müştaklara ulaştırmaya çalışırdık. Bu dönemde renkli basının manşetlerden vererek şişirdiği terör haberleri ve “faili meçhuller” ülkeyi kasıp kavuruyordu. Bizde manevi sükûnet için Risâle-i Nurları sergilemenin heyecan ve mesuliyetini—az da olsa—yerine getirmeye çalışıyorduk. Bu niyetle 1978 yılının yaz aylarından biri idi. Rical Parlar ile beraber, Cumhuriyet Meydanı’nda, İş Bankası yanında kitap sergisi açtık. Ve 1977 yılının yaz ayında Ankara Maltepe Camii’nden sonra ikinci kez burada elime Risâle-i Nur eserlerinden kitap alarak takdime çalıştım. İlkin Münâzarât’ı alarak: “Bu gördüğünüz kitap Bediüzzaman’a aittir. 1910 yılında bölgemizde gezerek sorulan sorulara verdiği cevaplardır” diyerek onu tanıtır; bir sonrakini alır: “Bu kitap gençlerin imanın kurtarmak için yazılmış Gençlik Rehberi’dir” diye hem tanıtıyor, hem gelenlere anlatıyor, az da olsa satış yapıyorduk, tâ ikindi vaktine kadar. İkindiden sonra, bizlere emsâl üç kişi geldi. “Bu faşist kitapları buradan on beş dakika içerisinde kaldırın, yoksa siz bilirsiniz” deyince biz de “Siz kim oluyorsunuz, haydi işinizi bakın!” diye onlara taviz vermedik. Fakat “Bizden söylemesi” diyerek çekip gittiler. Biz kitapları kaldırmadık, ancak yarım saat sonra yedi kişi geldi “Biz size bu faşist kitapları kaldırın demedik mi?” deyişlerine biz de “Bak arkadaş, biz ne faşistiz, ne de komünist, biz Bediüzzaman’ın kitaplarını satıyoruz. Sakın biriniz kitaplara bir yanlışlık yapmasın” deyişimizle arkadan bana yumruk vurulması ve Rical Parlar'ın üzerine saldırmaları bir oldu. Biz de nefis müdafaası yaptık, onlar kaçıp gitti ama biz daha çok dayak yedik. Bu kavga bizi yıldırmadı, hiçbir şey olmamış gibi kaldığımız yerden devam ettik. Birimiz geleceklere tedbir alırken, birimiz kitapları anlatmaya devam ediyordu. İki dakika önce yediğimiz yumruklardan eser yokmuş gibi hareketlerimiz gayet normaldi. Çünkü biz öyle bir Üstad’ın eserlerini sergiliyorduk ki: “Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı dem demesini bozsa, sizin şevkiniz kırılmasın” sözünü sanki ikimiz için söylemişti. Ama bu andan itibaren de amacımız kitap satmaktan ziyade, kimsenin bu kitapları zorla buradan kaldıramayacağı idi. Gün ihtiyarlamaya başladığı halde, biz bunun için burada bekliyorduk. Ve eğer bu kişiler tekrar gelirlerse anladıkları dilden onlara hazırlıklı olacak, uygun cevap verecektik. Bu arada Hüseyin Şeker ve diğer emsâli liseliler de olayı duymuş, bize doğru yaklaşmışlardı. Akşama yakın kitapları toplayıp gittik. Kendisi ile ortaokulda beraber okuduğum, sık sık fikir tartışmaları yaptığımız ve benim ona Yeni Asya Yayınları ile Risale-i Nur kitaplarından verdiğim, onun da karşılığında bana Lenin ve Marks’ın kitaplarını vererek “becayiş ile” kitap okuduğumuz Mahsum Korkmaz, olayı öğrenmiş ve akşam evimize olaya dahil şahıslardan iki-üç kişiyi getirerek “Bunlar size karşı terbiyesizlik yapmışlar, özür dilemeleri için getirdim, ben de onların adına özür diliyorum” diyerek okul arkadaşlığının gereğini yapmıştı. O zaman, Petrol Ortaokulunda okuyanlar Cuma günleri sinemaya bedava alındığı halde, biz onunla bu süreyi sinemaya gitmeye değil, okul bahçesinde birbirimize fikirlerimizi anlatmaya çalışıyorduk. Birbirimizin karakterini iyi bildiğimiz için, o beni kendi safına kazandırmak için inanılmaz bir gayret gösteriyordu, ben de aynı gayretle onu kendi safımda görmek istiyordum. O yüzden onun verdiği bütün kitapları fazlası ile okuyor, ağabeylerle Risâleden, kitabın sahifelerine göre cevapları hazırlayarak, onunla görüştüğümüzde satır satır aktarıyordum. Arkadaşlığımız da o boyutta idi ki, bu sert tartışmalara rağmen kol kola girip beraber yürüyebiliyorduk. Ama ikimizin de birbirimiz için olan bu gayretleri sonuçsuz kaldı; ne o beni Marksist yapabildi, ne de ben onu Yeni Asya okuyucusu yapabildim. Benim devamlı tekrar ettiğim “Bediüzzaman diyor ki: ‘Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir.’ Eğer buna uymasak, bölgemiz perişan olur. Çünkü biz cehalet ve fakirliği bu sayede atlatabiliriz” sözlerime karşılık, o da “Burada her örgüt bitecek; herkes Apo’cu olacak” diyordu. Onun dediği gibi “örgütler bitirildi” ve “Apo’cular da çoğaldı”. Sonuçta ise Mahsum o belirlediği yola gitti, Gabar dağında öldürüldü. Biz de “insanların imanını kurtarma” gayretinde olanların çizgisinde yolumuza devam etmeye çalıştık. Neticede ise “Zaman iyi bir müfessirdir” hakikatince, yaşanan acılar söylediklerimizi daha çok haklı çıkardı: Çünkü bölgemiz yakıldı ve insanlarımız perişan oldu. Halen çare, Bediüzzaman’ın yüz yıl önce söylediğinden başka bir şeyde değildir. İş Bankası önündeki kitap sergisini tekrar kurmak istedi isek de, ağabeyler müsaade etmeyince yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Bediüzzaman TIR’ı Batman’a geldiğinde ben bedenen orada değildim, ama mânâ olarak saniye saniye orada idim, bunlar gözümün önünden şerit gibi geçiyordu. Ve Rical Ağabeyim ile Gladiston’un sözlerine üzerine Üstad’ın söylediği: “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir nur olduğunu dünyaya ispat edeceğim” sözlerini avazımızın çıktığı kadar, o gün söylediğimiz gibi söylüyorduk. Burhan Zengin Ağabeyim, yazı ustam, gurbet teseligâhım, dâvâ arkadaşım olduğu için “Bediüzzaman TIR’ı” ile ilgili her şeyi, hepimizin adına yazdı. Ben de aynen ifadelerinin altına imzamı atarım ve ondan daha güzel hiçbirimizin de bunu yazamayacağını söylemek isterim. Ama ben de, birazcık da olsa, Batman ve Bediüzzaman’ı anlatmasam otuz dört yıllık hukuku olanlar alınabilirler. Onun için kısa kesmeye çalışacağım. Burada yazarken isimlerini unutacağım birçok kişiler olacak, beni bağışlasınlar; günün 24 saatinde “kendilerini hatırlatma” hakkına da sahiptirler. Hacı Sıdkı Yalçınlar, Ali Uçarlar, Hilmi Doğanlar, H. Mehmet Uçarlar, H. Mirza Demirler, Hacı Said Dolgunlar, Şehmus Uçarlar, Derviş Yalçınlar, Hamdullah Özgüller, Hüseyin Türkeşler, Hasan Selviler, H. Mahmut Aydınlar, Hacı Ahmet Yıldızlar, Hacı Laçinler, Hacı Abdurrahman Hocalar, Ekrem Kılıçlar, Hüseyin Şekerler, Hidayetler, Selahattinler, Kadirler, Mehmetler, Kavşutlar, Demirler, Bekirler, Ricaller, Emrullahlar, Hasanlar, Faikler, Mizbahlar, Hıdırlar, Kasımlar, Mahmutlar, Ömerler, Nafiler, Atalar, Şehmuslar, Zübeyirler, Saidler, Salihler, Azizler, Nezirler ve diğerleri… Bu can dostların hayatta olup Batman’da bulunanları, bu kervanın temsilcileri olarak, bütün Batmanlı ve Batman severler adına “Bediüzzaman TIR’ını” mükemmel bir şekilde karşılayarak bizleri mesrur ettiler. Onları bu gayretlerinden dolayı Batman’da ziyaret etmek, artık boynumuzun borcu oldu. Külliyede bir ders akşamında herkesi kucaklamak için en kısa zamanda gitmeyi planlayorum; isimlerini yazıya sıkıştıramadığım nice ağabeylerle hasret gidermek için… Bediüzzaman’ın fikir ve eserlerini otuz iki yıl önceki gibi İş Bankası’nın yanındaki 20-25 M2 alanda değil, bu sefer büyük bir “TIR” büyüklüğünde Batman’a gelmesi ve kalabalık topluluk tarafınca ilgi ile karşılanması, insanların teveccühüne mazhar olması bana bunları hatırlattı. Bediüzzaman’ı, Batman’da karşılamak sevincimin fazlalığı bunları yaşadığımdan dolayıdır. Allah nasip ederse, yarın “TIR” ile ilgili son yazımızı “Bediüzzaman’ı Beyazıt Meydanı’nda Dinleyerek Vedalaşmak” başlığı ile sizlere takdim etmeye çalıştıktan sonra, bu süreçte gördüğümüz ve insanların yürüklerinde oluşan sevgi sellerini-–artık—hususî sohbetlere bırakacağız.
ŞERİF GÜNDÜZ |
16.10.2010 |
Yazar mıyız?
Hiç kimse yoktur ki anlatacak, paylaşacak bir öyküsü olmasın. Kişi anlattıkça, içindekileri serdikçe var olmanın sırrına erer. Ama anlatacakları insanın içinde bir yerlerde hep saklıdır. Kiminde labirentlerde ve dehlizlerde, kiminde yıldızlarda, kiminde bir istiridyenin içinde ama illâ ki saklı ve örtülü. İşte yazmak; öykünüzü gizlendiği yerden çekip çıkarmak, anlatacaklarınızın üzerindeki örtüyü sıyırıvermek ve âleme ayân etmektir. Bu ancak sözde kolaydır. Konuşurken her şey daha rahat, daha az itina gerektirir. Ama yazı öyle mi ya? Düşünce henüz sizdeyken ipler elinizdedir; fakat söz yazıya düştüğünde artık ete kemiğe bürünmüştür. O sizin bir parçanızdır. Onu atamazsınız, satamazsınız, görmezden gelemezsiniz. Bunlar gözetilirse yazının ne kadar ciddiyet istediği ortaya çıkar. Bilinen bir bakışlaysa; bir şiirin, bir öykünün gönüle düşmesi tohumun toprağa atılması gibidir. Günlerce çıt çıkarmadan bekler. Zahirde hiçbir şey yoktur. Ama içinizde ırmaklar yatağını değiştirir. Dün okyanuslara sığmazken kanaat ediverirsiniz damlaya. Her şey içte pişer, taşar. Yolculuklar içe doğru, alış veriş içtedir. Ya o içi, nasıl bezemeli, beslemeli, ki verim bereketli olsun. Bu konuda ustalara baktığımızda farklılıklar görüyoruz. Orhan Pamuk: “Dünyanın neresinde olursa olsun, ister Doğu’da ister Batı’da, cemaatlerinden kopup kendilerini kitaplarla bir odaya kapatan yazarlar geleneğinin bir parçası olarak görmek isterim kendimi. Benim için hakikî edebiyatın başladığı yer kitaplarla kendini bir odaya kapatan adamdır” der. Yazmak için yola çıkarken çevreden uzaklaşmak bazılarına göre gerekli iken, bazıları aksine insansız yerlerde yazamazlar. Sait Faik Abasıyanık başarısızlıkla sonuçlanan ticaret hayatı ve ilk kitabının istediği ilgiyi görememesi, Marksçılıkla suçlanması üzerine kendini Burgaz Adaya atar. Deniz, balıkçılar, çamlıklar, Bozburun, martılar, köpeği Arap’ladır. Baba mirasıyla geçinir. Yazı hayatına dönüşünü “Haritada bir nokta” hikâyesinde şöyle anlatır. “Söz vermiştim kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, şiddet neme gerekti? Yapamadım koştum tütüncüye kalem kâğıt aldım. Oturdum adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekle yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım” der. Burgaz adadaki hayat Sait Faik’i rahat bırakmamış adeta yazması için ona baskı yapmıştır. O yıl yani 1948’de “Lüzumsuz Adam” kitabı çıkar. Yazı hayatına bereket gelir. Sonraki günlerini Beyoğlu’nda geçirir. Beyoğlunun arka sokaklarında dolaşmaktan çekinmez. İstiklâl caddesinde bir aşağı bir yukarı defalarca gezinir. Herkesi ve her yeri dinler. Aşık olur. Evlilik hayalleri kurar. O yıllarından şöyle bahseder. ”Saçım, tek tük sakalım ağardı. Fakat her zaman böyle pencere önlerinde bir hayal bekledim. Ne kadar fazla hakikat oldularsa şimdi hepsi hayaldir.” Hayallerini gerçeklerden daha inanılası anlatmak da ustalığın şüphesiz başka bir cephesidir. Montaigne, yazı serüvenine daha bir farklı yaklaşır. “Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni” derken yazıya her türlü önyargıdan arınmış olarak başlamak, zihnini başıboş bırakmak ister. Başka fikirlerin kendisini etkileyivereceğinden adeta ödü kopar. Dillerden düşmeyen örneklerini dile getirir. “Hani bir ressam varmış, kötü horoz resimleri yapar ve uşaklarına, dükkâna hiç canlı horoz sokmamalarını sıkı sıkı tembih edermiş, ben de öyle. Hatta çalgıcı Antigenides’in bulduğu çare benim daha işime gelirdi: Bir şey çalacağı zaman, kendinden önce ve sonra halka doyasıya kötü şarkılar dinletirmiş” der. Yazmak şüphe yok ki efsunlu bir yol, o yolda yalnızsınız. Şeyh Galip’in “Hüsn-ü Aşk”ında olduğu gibi, nice ejderhalar yolunuzu keser, ateşten ırmaklar size yol vermez de mumdan gemilerle ateş denizini geçmek düşer size. Velhasıl yazı; peşine düşenlere güllerle döşeli bir yol vaat etmiyor, ama o yolu güllerle döşemenize de engel olmuyor.
İFFET ORAL |
16.10.2010 |