Ahmet DURSUN |
|
Hanefi Avcı olayı |
Haliçte Yaşayan Simonlar’ kitabı ile Türkiye’nin gündemini değiştiren Hanefi Avcı’nın yasadışı bir örgüte yardımcı olmaktan tutuklanması farklı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bir yanda, yıllarını sol örgütlerle mücadele yapmakla geçirdiğini söyleyen deneyimli, makbul bir istihbaratçı ve saygın bir emniyet müdürü; diğer yanda Hanefi Avcı’nın yazdığı kitaptan dolayı üstünün çizildiğini iddia ederek cemaat-devlet ilişkilerini tartışmaya açanlar. Malûmunuz, ‘Haliçte Yaşayan Simonlar’ kitabı Türkiye’de cemaat yapılanmalarının devleti ele geçirmeye yönelik stratejilerle dolu olduğunu iddia etmekte ve yetkililere suç duyurusunda bulunmakta. Türkiye’de, cevabı ancak mahşerde öğrenilebilecek öyle zor sorular vardır ki, bunlar üzerine hayatımızı kurgulayıp bir tarafta yer almak bizi büyük yanılgılar içinde bırakabilir, dahası asli görevlerimizden bizi uzaklaştıracak bir tavra sürükleyerek bizi rûz-ı mahşerde sorumlu hale getirebilir. Hanefi Avcı olayı da böyle bir olaydır. Mü'min duyarlılığı bu tür olaylarda çok dikkatli olmayı ve konuşmayı gerektirir. Zira, tek gayesi iman ve Kur'ân hizmetleri olması gereken cemaatleri siyasî labirentlerin içinde tartışmak, derin işler içinde değerlendirmek bizi de yaralayabilir. Hayatının hiçbir anında polislik işi olmamış, istihbarat işlerinin nasıl yürüdüğünü bilmeyen, derin işlerle ve derin kişilerle hiç karşılaşmamış biri olarak Hanefi Avcı’yı değerlendirecek değilim. Ne böyle bir birikime ne de böyle bir hakka sahibim. Hanefi Avcı’nın bir kadınla ilişkisinden yola çıkarak onu ahlâksız, defolu da ilân etmeyeceğim; ya da Baykal’a başka türlü Avcı’ya başka türlü davrananlar gibi ikiyüzlülüğün içinde de olmayacağım. Dün Hanefi Avcı’yı “bizim adamımız” diye gururla yüceltip bugün “hain çıktı” diyerek yerin dibine sokanlarla da aynı çizgide durmayacağım. “Avcı, yazdığı kitapla kasasını doldurdu, gerisi hikâye” diyen ucuz bir edebiyatın içinde de olmayacağım. Kitabın ilk nüshasında cemaatle ilgili kısım yokmuş, ikinci kısım sonradan eklenmiş, bu cemaate yönelik derin bir operasyonun ilk adımıymış gibi tartışmaların içine de girmeyeceğim. Ben, tamamen bizi ilgilendiren, dikkat edilmediği takdirde yıkıcı sonuçlar doğurabilecek, bizi derinden yaralayacak daha önemli bir konuyu ısrarla vurgulayacağım. Türkiye’de cemaatlerin tartışılır hale gelmesi, üzerinde ısrarla ve önemle durulması gereken bir husustur. Dikkat edilmelidir ki, davası yalnız ve yalnız bu milletin imanını kurtarmak, iman hakikatlerinin vicdanlardan başlayarak toplumun en üst katmanlarına kadar yayılmasını sağlamak olan Bediüzzaman’ın tartışılma şekli ile bugünkü cemaat tartışmasının ekseni çok farklıdır. Bediüzzaman; dindışılık üzerine kurgulanan, içinde dini motiflere yer vermeyen bir modernlik anlayışıyla dizayn edilen yeni Türkiye’nin önünde tehdit unsuru olarak görüldüğü için tartışıldı, tehdit edildi, zindanlara mahkûm edildi. Bugün yer yer “Nurculuk” ismi de zikredilerek dile getirilen tehdit ise hukuk dışı, gayr-i meşrû ve ahlaki yollarla devleti ele geçirme suçlamasıdır. Oysa Nurculuğun ne pratik ne de teorik zemininde buna rastlamak mümkün değildir. Cemaat kavramının politize olması, cemaatlerin siyasetle görünür hale gelmeleri, siyasi bir iktidarın arkasında bir güç olarak addedilmeleri, daha da kötüsü cemaatlere ait gizli bir gündemden söz edilerek devleti ele geçirme sendromunun horlatılması İslâm’ın ter ü taze iman esaslarının da engellenmesine, hor görülmesine, dışlanmasına yol açabilecektir. Asıl tehlike budur. Bizim gayemiz vicdanlarda gerçekleştirilecek inkılaplarla ilgili olmalıdır. Bizim işimiz uhuvveti tesis ederek bu milleti bölünmelerden, çatışmalardan koruyabilmek olmalıdır. Bizim işimiz, imanlı gençler yetiştirerek bu vatana ve millete faydalı olmaktır. Yetişenler bir yerlere gelmiş, bir makama sahip olmuş, makamını bu milletin hizmetine aracı kılmış. Ne alâ! Tabiî olan budur. Hukuk ve ahlâk dışı yollarla bir yerlerin sahibi olmaya çalışmak ne cemaatlerin işidir ne de kendini insan bilenlerin. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |