07 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Değiştirilemez maddeler vesayetin güvencesi

ÖYLE ülkeler vardır ki, anayasalarında değiştirilemez maddeler olsa bile, bu maddelerin varlığı ilkesel olarak yanlış olmakla birlikte, pratikte rahatsız edici bir etki yapmaz; daha çok sembolik niteliktedir ve orada öylece durur.

Elbette bu ülkelerin hukukçuları ve aydınları, “değişmez madde” kavramı konusundaki itirazlarını sürdürürler ama söz konusu maddelerin kaldırılması geniş çoğunluklar açısından acil ve hayati bir talebe dönüşmez.

Ama bizde öyle değil. Türkiye’de bu tartışma sadece bir ilke tartışması olarak yürümüyor. Biz bu maddelerin kaldırılmasını fantezi olsun diye tartışmıyoruz. Çünkü bizde bu değişmez maddeler vesayet rejiminin anayasadaki gizli güvencesi olarak işlev görüyor. Özellikle açık darbe yapma imkânının kalktığı ve vesayet rejiminin iktidarını yüksek yargıyı kullanarak sürdürmeye eskisinden daha fazla ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde vesayetçiler için bu maddeleri korumak hayati önem taşıyor. Bu maddelere dayanılarak Meclis’in anayasa değişikliği yapması imkânsız hale getiriliyor. Anayasa Mahkemesi’nin -aslında hakkı olmayan- yerindelik denetimi yapabilmesi için bu maddeler paravan olarak kullanılıyor.

Dolayısıyla bizde bu değişmez maddeler meselesi son derece somut ve hayati bir tartışma.

Eminim çoğunuz zaten biliyorsunuz ama yaşadığımız örnekleri tekrarlamakta yarar var:

Türban yasağına ilişkin anayasa değişikliğinde ne yaptı Anayasa Mahkemesi? “Bu değişiklik Anayasa’nın değişmez maddelerinden biri olan laiklik ilkesine aykırıdır, o yüzden benim de bunu bozmaya yetkim var; bu yerindelik denetimi sayılmaz” dedi. Yani, “içerik denetimi yapamaz” yasağını, değişmez maddeleri kullanarak aştı; bir nevi takiye yaptı.

Bunu yaparken de Anayasa’daki laiklik ilkesini istediği gibi yorumladı. Halkın ezici çoğunluğu başörtüsüyle üniversitede okumanın laiklik ilkesiyle hiçbir şekilde çelişmediğini düşündüğü halde, bir düzine yargıç kendi akılalmaz laiklik yorumunu bütün topluma dayattı.

Bir başka örneği daha yeni yaşadık. CHP son Anayasa değişiklik paketini Anayasa Mahkemesi’ne götürürken, yine değişmez maddelere bel bağlamıştı. Yüksek Mahkeme’nin, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin üye seçimi ile ilgili değişiklikleri Anayasa’nın değişmez maddelerinden olan “hukuk devleti” ilkesine aykırı bularak bozacağını umuyordu.

Neyse ki bu defa öyle olmadı ve paket Anayasa Mahkemesi’nden kıl payı kurtulup referanduma gidebildi. Ama pekâlâ gidemeyebilirdi. Siyasi güçler dengesindeki küçük bir değişiklikle, paket bu defa da değişmez maddelerden “hukuk devleti”ne takılıp çöplüğü boylayabilirdi.

Anayasa hukukçusu Burhan Kuzu, bir demecinde bu garip durumu gayet özlü bir biçimde şöyle ifade etmişti:

‘’... Siz bu maddelerin yorumunu, böyle geniş yaparsanız, bakın o zaman ne oluyor? Değişmez maddeleri 4 gruba topladık: Laik Devlet, Demokratik Devlet, Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti... Açın Anayasayı bakın, 177 maddenin dörtte biri sosyal devlet, dörtte biri laik devlet, dörtte biri hukuk devleti, dörtte biri ise demokratik devletle ilgilidir.”

Yani?

Yani, bu değişmez maddeler durdukça Anayasa Mahkemesi’nin “hoşlanmadığı” (daha doğrusu vesayet rejiminin hoşlanmadığı) bütün değişiklikleri “değişmez maddeler”i istediği gibi yorumlayarak bloke etme imkânı var.

İşte bu yüzdendir ki, değişmez maddeler bizim ülkemizde “somut ve yakın tehlike” oluşturuyor. Haşim Kılıç’ın tek bir cümlesi bu yüzden bu kadar kıyamet kopartıyor. Bu yüzden anayasayı yazanlar, metne “teklif dahi edilemez” gibi buyurgan ifadeler koyuyorlar.

Ama artık böyle tehdit dolu ifadelerle kimseyi terörize edemiyorlar.

Başlayan hiçbir tartışma kapanmıyor, tam tersine derinleşerek sürüp gidiyor.

Gülay Göktürk / Bugün, 6.10.2010

07.10.2010


12 Eylül de duruyor, 28 Şubat da

Haberdeki ilk iki cümleyi okudum:

“YÖK, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını fiilen geçersiz sayacak bir karara imza attı. Kurul, ‘her ne nedenle olursa olsun bir öğrenciyi sınıftan çıkaran suç işler’ dedi.”

Ve durdum. Ne olmuş?

YÖK, üniversitelerdeki başörtüsü yasağını fiilen geçersiz sayacak bir karara imza atmış.

YÖK ne? 12 Eylül askeri darbesinden hemen sonra 6 Kasım 1981’de kurulan ve üniversiteleri tek bir merkezden idare edilen askeri kışlalara dönüştüren, antidemokratik zihniyeti ve uygulamalarıyla eğitimi niteliksizleştirmiş, anayasal bir kuruluş.

Ayrıca Türkiye’nin başına “türban sorununu” açan kurum.

“İleri demokrasi” isteyen herkesin ortadan kalkmasını canla başla isteyeceği bir askeri yapılanma. Tüm dünya üniversiteleri özerk bir şekilde “Bologna Kriterleri” öncülüğünde nitelik kazanırken, bizdekiler “merkezden” talimatla emeklemeye devam etmekte...

Esas işlevi üniversiteleri “tek tipleştirmek” olan ve demokratikleşmek için muhakkak biran önce kaldırılması gereken bir 12 Eylül müessesi, şimdi “başörtüsü yasağını” fiilen deliyormuş.

***

Peki, 12 Eylül rejiminin mirası olan YÖK’ün, hukuken kaldırılamayan ama pratik ve kurnaz bir kararla fiilen deldiği “başörtüsü yasağı” ne?

1982’de başlayan inişli çıkışlı tarihçesini bir yana bırakıp, “kalıcı sorun” haline dönüşmesine gelirsek...

28 Şubat “post-modern” askeri darbesinin Türkiye’nin başına sardığı kabul edilemez bir yasak. Askeri Cunta’nın bastırmasıyla, YÖK öncülüğünde, 15 Eylül 1997’de bir genelgeyle türbanlı öğrencilerin okullara alınmasının yasaklaması ve daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin bu genelge üzerinden türban konusunu kalıcı ve anayasal bir yasak haline getirmesi... YÖK de bir askeri darbe mirası, gene YÖK marifetiyle genç kızlarımıza hayatı zehir eden “türban yasağı” da öyle.

Şimdi, daha eski bir askeri darbe mirası olan YÖK, daha yeni olan bir diğer askeri darbe mirası yasağı “fiilen” deliyormuş...

Tam bir Türkiye klasiği...

***

12 Eylül’den bu yana otuz yıl geçti.

28 Şubat’tan bu yana da 13 yıl...

Demokratikleşmeyi hedef alan bir siyaset kurumu, otuz yılda bin kere 12 Eylül rejimini, YÖK’ü, 28 Şubat’ın “cami-kışla” zıtlaşması ekseninde getirdiği “temel hak ve özgürlüklerle” çelişen saçma sapan yasakları çoktan kaldırır, Türkiye’yi düze çıkarırdı.

***

Bizde öyle olmuyor... 12 Eylül rejimi duruyor. 28 Şubat da...

YÖK de duruyor, başörtüsü yasağı da...

Tümünü berhava etmek yerine, türban yasağını koyarak çocuklarımızın hayatını karartan YÖK, bu sefer fazla pratik bir yaklaşımla kendi yasağını delen kurnaz bir çözüm buluyor. Temel hak ve özgürlüklerin doğal bir parçası olan giyinme özgürlüğü sağlanamıyor ama hiç olmaz ise türbanlı öğrenciler kısmen ama geçici olarak rahat nefes alabilecek bir konuma geliyor. İşin garibi, buna seviniyoruz.

***

Tutarlı... İlkeli... Bütünsel ve AB standartlarında bir yaklaşım yerine... Dar, pratik, kısmi ve siyasi çözümleri yeğlemek Türkiye’yi kalıcı bir şekilde düze çıkarmaz. Her an belaya açık ve komik bir hale getirir...

***

12 Eylül rejiminin mirası YÖK’ün, 28 Şubat mirası türban yasağı ile ilgili genelgesi buna çok güzel bir örnek. Rejimi tümden demokratikleştirmek, YÖK’ü ve türban yasağını birlikte kaldırırken, tüm mağdurların sorunlarını topluca ve birlikte çözmek, kısacası mağdur yaratmayan bir cumhuriyet ve birbirini mağdur etmeyecek bir toplumun hukuksal ve zihinsel yapısını kurmak çok mu zor? Yahut siyasetin işine mi gelmiyor?

12 Eylül rejiminin araçlarıyla 28 Şubat yasaklarını pratik olarak çözmek doğrusu bana ağır geliyor... Geçici olarak nefeslenecekleri düşünsem bile, başörtülü kızlarımız için sevinemiyorum bile...

Mehmet Altan / Star, 6.10.2010

07.10.2010


Bu ülke ‘Bitlis’i çözerse...

Diyarbakır’ı, İstanbul’u, Ankara’yı da daha iyi anlar.

Eşref Bitlis’i anlarsa; Yozgat, Kayseri, Elazığ, Kocaeli, Trabzon, Şırnak… onca çocuğun biner biner nasıl öldüğünü belki daha iyi kavrar.

İncirlik, Çekiç Güç, işgalciler, kuklaları daha iyi anlaşılır belki.

Belki Uğur Mumcu da çözmeye çalıştığı sırlarla sır olmaktan çıkar.

Sözde cumhuriyetçilik, bağımsızlık, demokratlık, vatanseverlik, milliyetçilik üstüne uyuşturucu ve kan kokulu nice gürültünün desibeli belki artık sıkıntı verir.

“Evlatları”nı ölüme yollayan, öldüren, öldürten, askerini veya komutanını pusuya düşüren, binlerce kaybın kafasına sıkan, on binlerce acının “terör kadar” sorumlusu günah güruhunu belki ruhumuzdan sökeriz.

Çözersek, hakikat belki daha çok birleştirir, kaynaştırır.

***

Yargı, Meclis, devlet, hükümet, medya gereğini yaparsa tabii. Bir şey daha: Vicdan!

Vicdanı huzursuz, hakikatlerin kâbus gibi uykularını rahat bırakmadığı “insanlar” lazım.

Üniformasını, rütbesini, sivilse makamını çoktan terk etmiş…

Sırları, tanıklıkları yüreğinde taş gibi taşıyan; o taşı kırmak için çırpınmaya ebedi mahkûm, günahlara zincirli, zincir şakırtısından huzur bulamayanlar lazım.

Karanlıktan firar etmek, bulaşmış tüm kir ve pasla güneşe koşmak isteyenler lazım.

***

Bilirkişinin “kesinlikle sabotaj” dediği; bir sanık albayın “temizlik” derken kayda geçtiği; emekli savcı albayın “kuşku dolu” bulduğu “kaza” kazındıkça ne çok ölü çıkıyor.

Generaller, albaylar, binbaşılar, yüzbaşılar…

“Terörle, devlet cinayetleriyle, ABD tuzaklarıyla, uyuşturucu ve silah tacirleriyle başka türlü mücadele” istemiş bir “subay grubu” ortadan kalkmış.

Suikastlar, sözde intiharlar, sözde çatışmada ölmeler.

Sivil ve askeri yöneticileriyle; sivil ve askeri yargısıyla devlet, “şüpheli ölümler”i nasıl hızla kapatmış!

***

O uçak, 17 Şubat 93’te Kara Havacılık’tan kalktı. Mumcu’nun öldürülmesinden 24 gün sonra.

Bitlis 10 gün önce “ABD uçakları PKK’ya yardım atıyor” demişti. “Devlet birimleri cinayetlerinin bölgede yarattığı nefret”e dikkat çekmişti.

Uçağın kalktığı yerin komutanı, şimdi E General sıfatıyla, paralı üniversite kadrosundan, TV’de “militarizme, balyoza, savaşa evet; bedelli askerliğe hayır” yıldızı.

Çok konuşuyor, bir tek bu konuda doğru dürüst bir şey söylemiyor! O gün acele “Buzlanma” diyen Genelkurmay Başkanı Güreş gibi!

“Kaza yeri”ne giden ilk savcı, Emekli Albay ise hala şaşkın:

“Uçak düştüğü halde, o general terfi ettirildi.”!

Not: Kaderin tuhaf cilvesi mi! E General Armağan Kuloğlu’nun kardeşi, Pilot Yüzbaşı Gürdoğan Kuloğlu da 26 Ağustos 1986’da Bolu’da helikopter kazasında ölmüştü. Hem de Cumhurbaşkanı Evren’e tahsisli, ama onun binmediği, başyaveri Albay Cevat Erten’in bulunduğu VIP helikopterde. 11 yıldır Evren’in yakınında olan Erten, 3. Cumhurbaşkanı Bayar’ın cenazesinde Evren’i temsil için İstanbul’dan Ankara’ya, Kara Havacılık’a giderken ölmüştü!

Bir tarih cilvesi daha: Susurluk için Meclis’te ifade veren, şimdi Ergenekon sanığı olan Doğu Perinçek, “Orgeneral Fisunoğlu Bitlis’in uçağa bineceğini 4 kişinin bildiğini söylemişti: Kendisi, Güreş, Bitlis ve Kuloğlu. Fisunoğlu mertçe açıklamalı. Araştırdık, Kuloğlu’nun ABD’ye çok sıkı ilişkili, orduda ABD’ci bilinen general olduğunu tespit ettik. Bu işte ne dahli var, bilmiyoruz” demiş, “suikast”te Cem Ersever, Abdullah Çatlı adını ve 20 subaylık bir ekip telaffuz etmişti. Ersever de sonra öldürülmüş, Çatlı da Susurluk’ta “kaza”da ölmüştü.

Umur Talu/ HaberTürk, 6.10.2010

07.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.