Saliha FERŞADOĞLU |
|
Dürüst tüccar |
Şevval, Hicretin 14. senesi, Şam. Gri bulutların çekilmesiyle ortaya çıkan güneş, neşeyle göz kırpıyor, henüz gitmediğini haber verircesine ışığını ve ısısını gönderiyordu cömertçe. Yağmur sularının oluşturduğu göletlere basmamaya dikkat ederek çarşının yolunu tuttum. Curcunalı bir kalabalık vardı pazarda; Cuma namazından çıkan cemaat, çarşıya yayılmış, ihtiyaçlarını temin için alış veriş yapıyordu. Tezgâhlarda muzlar, elmalar, dutlar ve envai çeşit sebzeler görsel bir şölen sunuyordu. Hele kokuları… İnsanın iştahını kabartmaya yetiyordu. Dayanamadım, muz ve kavun almaya karar verdim. Kalabalığı yararak yoluma devam ederken az ileride bir yığılmanın olduğunu gördüm. Ne olduğunu anlamak için sür'atle ilerlediğimde, iki kişiyi, kimseyi umursamadan haşin ve kaba ifadelerle birbirine hakaret ediyor buldum. Satıcı ve müşteri arasında olduğunu anladığım kavgaya kimse karışmıyor; herkes sadece uzaktan izlemekle yetiniyordu. Oldum olası, kuru kalabalık yapan insanlardan hiç hoşlanmam. Öylece durmuş, bir gösteri izler gibi kavgaya kendini kaptıran bu yığını arkama alarak hararetle cedelleşenlerin yanına vardım. “Hayırdır İnşallah kardeşim? Ne oluyor?” Müşteri imdat istercesine bana baktı; tartışmayı keserek öfkeyle söylendi. “Üçtür başıma geliyor kardeşim. Tepem attı vallahi.” “Başına gelen nedir? Anlat hele, size yardımcı olalım.” Adamcağız derin bir nefes aldı, kan çanağına dönmüş gözlerini gözlerime dikti ve derdini dökmeye başladı. “Bu satıcı benim uzaktan akrabamdır. Her zaman kendisinden alış veriş yaparım; evime daha yakın tezgâhlar varken. Akrabamdır deyip gözetmek, haline yardımcı olmak, kazancına katkı sağlamak isterim. Hanım, bu sabah iki miskal domates ısmarladı. Sakın geçen seferki gibi çürük olmasın, diyerek sıkı sıkı da tembihledi beni. Kaç vakittir getirdiğim domatesleri beğenmiyor, söyleniyordu. Ben de ona kızıyor, sen çürütüyorsun, dikkatli kullanmıyorsun, diye azarlıyordum. Az önce aldığım domatesleri, şöyle bir yoklayım, kontrol edeyim dedim. Bir de ne göreyim, bizim hanım haklı! Çantanın altındaki domatesler hep çürük. O kızgınlıkla çantayı ters yüz edip tezgâha boşalttım. Sonra kendimi dizginledim, sakince, ona bu yaptığının doğru olmadığını anlattım. Ancak o, yaptığı sahtekârlığı reddetti, suçunu bastırmak için de sesini yükseltmeye başladı. Karşılıklı sataşmaya başladık ki, sen çıktın geldin.” “Allah sizi ıslâh etsin!” Herkes bu çıkışıma homurdanıyor, kimi müstehzi bir gülüşle kimi hayretle bana bakıyordu. Onlara aldırmadan sözlerime devam ettim. “Siz Hz. Resulullah’ın (asm) sözünü ne çabuk unuttunuz!” Kalabalık, sevgili Peygamberimiz’in (asm) ismini duyar duymaz sus pus oldu. Sadece adını işitmek bile başımızı öne eğmeye, kendimize gelmeye, tavırlarımıza çekidüzen vermeye yetiyordu. “Ben Resulullah’tan (asm) bizzat işittim: ‘Kazançların en helâl ve temiz olanı, o tüccarın kazancıdır ki, konuştuğunda yalan konuşmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet etmez. Söz verdiğinde sözünden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, bir şey sattığında aşırı methetmez, borç aldığında geciktirmez, alacağı olduğunda zorluk çıkarmaz.’* Bu güzel ve hak sözün üstüne bir şey söylemekten Allah’a sığınırım. Varın doğruyla yanlışa siz karar verin.” Adam haklı, doğru söylüyor, özür dilemeli satıcı ki barışsınlar, gibisinden sözleri arkamda bırakıp pazarda ilerlemeye devam ettim. Zaman hızla başkalaşıyordu; insanlar artık çabucak öfkeleniyor çabucak hüsrana kapılıyordu. Gidişin daha çok olmamıştı ki Ya Resulullah… *Beyhaki Şibü’l-iman… 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (29.09.2010) - Hey genç! Bi bakar mısın? (22.09.2010) - Hayatımın muhasebesi: Eylül (25.08.2010) - Şehir çocukları (18.08.2010) - Haydi, bana Cenneti anlat! |