Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB sürecinin son beş yılı |
Gerek şahsî, gerekse sosyal ve siyasî hayatımızda, zamanın ne kadar sür'atli aktığını gösteren pek çok örnek mevcut. Onlardan biri de, AB sürecinde yaşananlar. Bu sürecin kilometre taşı niteliğindeki önemli dönüm noktalarına baktığımızda görüyoruz ki: Brüksel’in adaylığımızı resmen kabul ve ilân ettiği tarihin üzerinden yaklaşık 11 sene geçmiş. Müzakerelere başlama tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana 6 yılı geride bırakmışız. Ve müzakerelere başladığımız 3 Ekim 2005’in ardından da tam 5 koca seneyi tamamlamışız. Peki, bugün geldiğimiz nokta itibarıyla AB sürecinin neresinde ve hedefe ne kadar yakınız? Mevcut veriler hiç de parlak görünmüyor. Şimdiye kadar, üyelik müzakerelerine konu olan 33 fasıldan sadece 15’i açılmış ve bunların yalnızca biri kapatılmış. Kalan 18’i ise, bilhassa Rumların ve Fransa’nın etkisiyle bloke edilmiş. Buna karşılık, bizimle aynı tarihlerde müzakerelere başlayan Hırvatistan’da durum çok farklı: Bütün fasıllar açılıp 22’si kapatılmış, 11 fasılın da önümüzdeki Şubat'a kadar tamamlanması ve bu ülkenin 2012’de AB üyesi olması bekleniyor. Daha 20 yıl öncesine kadar komünist demir perde ülkeleri iken, Sovyet ve Doğu Blokunun dağılmasından sonra hızla demokratikleşen Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri de, bizi hızla geride bırakarak birliğe üye olmamışlar mıydı? Oysa Türkiye’nin AB yolculuğu çok daha önceleri, ta 1959’da Menderes hükümeti tarafından—birliğin o zamanki adıyla—Ortak Pazar’a üyelik müracaatında bulunulması ile başlamıştı. Ama hemen peşinden gerçekleşen 27 Mayıs ihtilâli, bu süreci de sekteye uğratıp sabote etti. Sonrasında da Türkiye’de demokrasinin bir türlü rayına oturamayışı, tersine onar yıllık aralarla tekrar tekrar müdahalelere maruz kalması, bütün iç ve dış konuları olumsuz etkilerken, tüm Avrupa ülkelerini bir araya getirip AB'ye dönüşen yapıyla ilişkilerin gelişmesini de engelledi. Ve bu engelleme, “Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma” lâfını dilinden düşürmeyenler tarafından gerçekleştirildi. Avrupa da zaten yüzyıllar ötesine uzanan önyargı ve husumetlerle baktığı Türkiye’nin kendisine uzak durmasından rahatsızlık duymadı. Tâ, 17 Ağustos 1999’daki depremin yol açtığı trajik manzaralar Avrupa’nın vicdanını ve hümanist damarını harekete geçirinceye kadar... Öncesinde, Ankara rejiminin antidemokratik ve despot yapısını gerekçe göstererek Türkiye’yi dışarıda tutmayı tercih eden AB, bu tavrının Ankara rejiminden ziyade halkı mağdur ettiğini depremle fark edip düzeltme gereğini duydu. Ve toplanan ilk AB zirvesinde Türkiye’nin yıllardır sürüncemede bırakılan adaylığı resmen kabul ve ilân edildi. Sonraki süreç de Türkiye’nin aday ülke olduğu esasına göre şekillendi. Son 11 yıldaki kısmî demokratikleşme reformları başta olmak üzere, elde ettiğimiz olumlu kazanımların çoğunu AB sürecine borçluyuz. Buna karşılık, özellikle son beş yılda, müzakerelerin de başlamasına rağmen, reformların aksayıp sekteye uğramasına da bir anlam veremiyoruz. İktidar 2007’deki cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan kriz ve AKP’ye açılan kapatma dâvâsı gibi olayları buna gerekçe olarak gösterdi; ancak bunların da çaresi olan demokratikleşme reformlarına bir türlü yoğunlaşamadı. Hattâ daha öncesinde, müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten itibaren, anlaşılmaz bir tavır sergileyip. reformlar bahsinde frene bastı. AB’nin kendi içinden gelen engellemeler ayrı konu. Ama onları da aşmak için, AB’deki Türkiye dostlarının elini güçlendirmek gerekiyor ki, bunun da yolu reformları aralıksız sürdürmek. İşte Türkiye’nin başaramadığı şey bu. Bakalım, referandumda kabul edilen son anayasa paketi, bu inkıta, gecikme ve zaman kaybının telâfisine yönelik yeni bir atılımın önünü açarak AB sürecini tekrar canlandırabilecek mi? 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |