Sami CEBECİ |
|
En kıymetli, fakat en ucuz nimet: Hava |
Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hâlâ bundaki delilleri inkâr ederler.” (Enbiyâ Sûresi: 32) Çok ince matematiksel hesaplarla ve belli bir ölçü ve denge içinde yaratılan şirin gezegenimiz ve yaşadığımız dünyamızı çepeçevre kuşatan hava tabakasına atmosfer denilir. Genel olarak, canlıların yaşadığı biyosferi de kuşatan troposfer ve stratosfer, mezosfer, termosfer gibi tabakalar şeklinde isimler verilmiştir. Yüzde yetmiş sekiz azot, yüzde yirmi bir oksijen gazından meydana gelen atmosferde, yüzde bir nispetinde de argon, neon, helyum, metan, kripton, hidrojen ve karbondioksit gazları bulunur. Bu, yüzde bir oranında bulunan gazların da her birisine âit vazifeleri vardır. Bu oranlar, asırlardan beri dünyamızda korunmaktadır. Havadaki oksijen miktarı yüzde kırklara çıksa, bir kıvılcımla atmosfer alev alev yanmaya başlardı. Şayet yüzde beşlere düşse, boğazı sıkılmış adam gibi nefes alamazdık. Hepsi bir ölçü ve denge içinde muhafaza edilmektedir. Hava nimeti, en kıymetli maddî nimetlerin başında gelmektedir. İnsan, günlerce aç ve susuz yaşayabilir. Ancak, beş altı dakika havasız kalsa ânında ölür. Oksijensiz kalan beyin, fonksiyonlarını kaybeder. Yüce Yaratıcı, canlıların en çok muhtaç olduğu hava nimetini bol miktarda yaratmış ve ucuz bir şekilde sunmaktadır. “Havadan sudan ucuz” tâbirinin halk arasında sıkça kullanılması dikkat çekicidir. Şayet, her an teneffüs ettiğimiz havayı, doğal gaz satar gibi belediyeler satmaya kalksalar hâlimiz ne olurdu? Hava nimetinin çoğu zaman nimet olduğunu düşünmekten bile gaflet ederiz. Şu satırları okuyan herkes, bir an ağız ve burnunu kapatsın ve bir müddet beklesin. Nefes almanın ne büyük nimet olduğunun farkına varsın. Evet, nefes almak büyük bir nimettir. Ancak, aldığımız nefesi vermek de büyük nimettir. Veremesek yine hayatımız sona ererdi. Nefes aldığımız zaman akciğerlere giren oksijen, kirlenmiş kandaki karbon maddesiyle birleşerek, karbondioksit olarak dışarı çıkar. Bu esnada hem kan temizlenir, hem vücut ısısı temin edilir, hem de ağızdan çıkarken kelime meyvelerini verir. Akıllara hayranlık veren bu mu’cize olayları, sonsuz ilim ve kudretiyle plânlayıp yaratan Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Atmosferdeki yüzde yetmiş sekiz oranındaki Azot, yani Nitrojen gazı, yeryüzündeki toprağın fıtrî gübreleme kaynağıdır. Her saniye dünyada ortalama iki bin şimşek çakmaktadır. Bu esnada meydana gelen yüksek ısıdan Azot iyonları toprağa boşalmakta ve böylece toprak gübrelenmiş olmaktadır. Şayet bu sistem kurulmamış olsaydı, gübre fabrikaları milyonlar kat daha arttırılsaydı, toprakların gübrelenmesine yine de yeterli olmazdı. Ölmüş ve çürümüş bitki ve hayvanların artıklarından ortaya çıkan azot atmosfere yükseliyor, oradan tekrar yeryüzüne iniyor. Böylece bir denge içinde hayat devam edip gidiyor. Sistemi kuran Yüce Yaratıcı, çok ince hesaplarla kurmuş. Biz de ondan yararlanıp hayatımızı sürdürüyoruz. Kimileri şükür içinde, kimileri de nankörlük içinde... Ozon gazı ise, başlı başına bir mu'cizedir. Güneşten gelen mor ötesi ışınların etkisiyle atmosferin üst tabakalarında oluşan ozon gazı, yeryüzündeki canlılar için tam bir koruyucu kalkandır. Yerden yirmi iki kilometre yükseklikte ve dünyayı çepeçevre kuşatan bir kalkandır. Güneşten gelen ve canlılar için tehlike oluşturan mor ötesi ışınların bir kısmını yutar ve süzer, lâzım olan kadarının yeryüzüne inmesine imkân verir. Canlı bünyelerdeki hücrelerin ve kemiklerin gelişmesi, güneşten gelen ışınlara bağlıdır. Eğer, ozon gazı tabakası mevcut halinden biraz ince olsa, güneş ışınlarının bütünüyle yeryüzüne inmesine sebep olacak, daha kalın olsa lâzım olan ışınları geçirmeyip bütünüyle emecek ve yutacak. Her iki halde de canlılar için tehlike oluşturacak. Çağlar boyu ne eksik ve ne de fazla olmadan onu belli bir kalınlıkta tutan ve bizleri güneşten gelen zararlı ışınlardan koruyan Yüce Yaratıcı’nın rahmet ve şefkati düşünülmeli değil mi? Bu harika olaylar hiç tesâdüfen olabilir mi? İnsanların büyük bir kısmı ne kadar da az düşünüyorlar? Makalemizi şu ibretli âyet meâliyle bağlayalım: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi. Şüphesiz bunda, düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Câsiye Sûresi: 32) 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Abdil YILDIRIM |
|
Masumâne tebessüm |
Bediüzzaman Hazretleri, bütün İslâm milletlerinin çok muhtaç oldukları ittihadı İslâm’ı anlatırken öyle lâtif, öyle güzel, öyle edebî ve ebedî ifadeler kullanıyor ki, belâgatına hayran olmamak elde değil. İşte o cümlelerden bir kaç tanesi: ”Eğer şu Kâbe’nin ziynet ve nakşını görmek istersen, işte bak: Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne humret; hürmet ve rahmetten tevellüd eden masumâne tebessüm; cezalet ve melâhatten hâsıl olan ruhanî halâvet; aşkı şebabîden, şevki baharîden neş’et eden semavî neşe; hüzni gurubîden, ferahı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet…” (Eski Said Dönemi Eserleri) Paragraf, bu şekilde çok insicamlı cümlelerle devam edip gidiyor. Bu ifadelerin her kelimesi bir makale kadar mânâ, her cümlesi bir kitap kadar tesir ihtivâ ediyor. Bir kere daha anlıyoruz ki, bu kadar derin mânâ ve yüksek belâgat, ancak Kur’ânı Kerîm’in bir mânevî mu’cizesi olan Risâle-i Nur’da görülebilir. Üstâd Hazretlerinin sıralamış olduğu cümlelerden bir tanesi bile aramızdaki ihtilâf ve iftiraka son vermeye, sosyal hayatımızı düzene sokmaya yetecek bir reçetedir. Meselâ, “hürmet ve rahmetten tevellüd eden masumâne tebessüm” esasını kendimize rehber yapacak olsak, hayatımıza hayat kattığını göreceğiz. Yüzümüze yerleştireceğimiz bir tebessüm tablosu, hayatımızı değiştirecek, dünyamızı güzelleştirecektir. Zira gülümseyen bir yüz, etrafına muhabbet sinyalleri yayacak, bu sinyallerin ulaştığı her simâ, aynı muhabbetle mukabelede bulunacaktır. Artık o çevrede hased ve husûmete, kin ve nefrete yer kalmayacaktır. Her insanın ruhunda pek çok güzellik ve meziyet mevcuttur. Fakat herkes her zaman bu güzelliklerini ortaya koyamaz. Bazen de dünyevî ve nefsânî meşguliyetler ve mâniler, bu cevherleri perdeler. Böylece insanın güzel yüzü çirkinliklerin arkasına gizlenir. İşte tebessüm, bu güzellikleri ortaya çıkartır. İnsanın ruhundaki değerli cevherlerin yüzüne yansımasını sağlar. O zaman başka insanlarla olan ilişkilerimiz daha insanî, daha medenî ve daha sağlıklı olur. Tebessüm, gönül kapılarını açan sihirli bir anahtardır. Bir insana bir hakikati anlatmak için günlerce dil dökseniz, yüzünüzde tatlı bir tebessüm olmadığı müddetçe onun gönlüne nüfuz edemezsiniz. Asık bir suratla söylenen en değerli sözler, karşı tarafın kalbine ulaşmadan boşluğa düşer. Zira insanlar arasındaki en kısa mesafe, tebessümden geçer. En sağlam köprü, tebessümle kurulur. İttihadın en kuvvetli bağı, tebessümdür. Tebessüm, başka insanlara verebileceğimiz en güzel bir hediye, en makbul bir ikramdır. Bu ikramı takdim etmekle bizden bir şey eksilmez, aksine içimizdeki huzur ve mutluluk artar. Tebessüm, vereni fakirleştirmez, ama alanı da vereni de gönül zengini yapar. Tıpkı selâmlaşmak gibi, tebessüm etmek de bir İslâm şiârıdır. Zira Peygamber Efendimiz (asm), her zaman güler yüzlü bulunurlardı. Bir hadisi şeriflerinde, “Gülümsemek bir sadakadır” buyurmuşlardır. Tebessüm öyle bir sadakadır ki, zengin olsun fakir olsun herkes bu sadakayı bol bol verebilir. Sadaka vermek isteyip de “Maddî imkânım yok” diyenler için en güzel tasadduk fırsatı, tebessüm etmektir. Tebessüm, hem kolay, hem de masrafsız bir sevap kazanma vesilesidir. Zira insanın suratını asması için tam 113 adet kası harekete geçerken, tebessüm etmesi için sadece 11 adet kas hareket etmektedir. Yani burada bile sevap kazanmanın ne kadar kolaylaştırıldığını, günah işlemenin ise ne kadar zorlaştırıldığını görebiliyoruz. “Masumâne tebessüm,” insanlar arasındaki ilişkilerin düzeltilmesinde ve barış ve kardeşliğin sağlanmasında en önemli formül olarak istimal edilebilir. İttifak, yardımlaşma, dayanışma, sadakat, muhabbet ve fazilet gibi yüksek duyguların anahtarı, bu cümle içinde bulunmaktadır. Masumane bir tebessüm, kalplerin katılaşmasını önler, öfkeyi kini eritir, yeis ve kederi sevince çevirir. Böylece hem toplum huzur bulur, hem ferd mutlu olur. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
AB sürecinin son beş yılı |
Gerek şahsî, gerekse sosyal ve siyasî hayatımızda, zamanın ne kadar sür'atli aktığını gösteren pek çok örnek mevcut. Onlardan biri de, AB sürecinde yaşananlar. Bu sürecin kilometre taşı niteliğindeki önemli dönüm noktalarına baktığımızda görüyoruz ki: Brüksel’in adaylığımızı resmen kabul ve ilân ettiği tarihin üzerinden yaklaşık 11 sene geçmiş. Müzakerelere başlama tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten bu yana 6 yılı geride bırakmışız. Ve müzakerelere başladığımız 3 Ekim 2005’in ardından da tam 5 koca seneyi tamamlamışız. Peki, bugün geldiğimiz nokta itibarıyla AB sürecinin neresinde ve hedefe ne kadar yakınız? Mevcut veriler hiç de parlak görünmüyor. Şimdiye kadar, üyelik müzakerelerine konu olan 33 fasıldan sadece 15’i açılmış ve bunların yalnızca biri kapatılmış. Kalan 18’i ise, bilhassa Rumların ve Fransa’nın etkisiyle bloke edilmiş. Buna karşılık, bizimle aynı tarihlerde müzakerelere başlayan Hırvatistan’da durum çok farklı: Bütün fasıllar açılıp 22’si kapatılmış, 11 fasılın da önümüzdeki Şubat'a kadar tamamlanması ve bu ülkenin 2012’de AB üyesi olması bekleniyor. Daha 20 yıl öncesine kadar komünist demir perde ülkeleri iken, Sovyet ve Doğu Blokunun dağılmasından sonra hızla demokratikleşen Doğu Avrupa ve Balkan ülkeleri de, bizi hızla geride bırakarak birliğe üye olmamışlar mıydı? Oysa Türkiye’nin AB yolculuğu çok daha önceleri, ta 1959’da Menderes hükümeti tarafından—birliğin o zamanki adıyla—Ortak Pazar’a üyelik müracaatında bulunulması ile başlamıştı. Ama hemen peşinden gerçekleşen 27 Mayıs ihtilâli, bu süreci de sekteye uğratıp sabote etti. Sonrasında da Türkiye’de demokrasinin bir türlü rayına oturamayışı, tersine onar yıllık aralarla tekrar tekrar müdahalelere maruz kalması, bütün iç ve dış konuları olumsuz etkilerken, tüm Avrupa ülkelerini bir araya getirip AB'ye dönüşen yapıyla ilişkilerin gelişmesini de engelledi. Ve bu engelleme, “Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma” lâfını dilinden düşürmeyenler tarafından gerçekleştirildi. Avrupa da zaten yüzyıllar ötesine uzanan önyargı ve husumetlerle baktığı Türkiye’nin kendisine uzak durmasından rahatsızlık duymadı. Tâ, 17 Ağustos 1999’daki depremin yol açtığı trajik manzaralar Avrupa’nın vicdanını ve hümanist damarını harekete geçirinceye kadar... Öncesinde, Ankara rejiminin antidemokratik ve despot yapısını gerekçe göstererek Türkiye’yi dışarıda tutmayı tercih eden AB, bu tavrının Ankara rejiminden ziyade halkı mağdur ettiğini depremle fark edip düzeltme gereğini duydu. Ve toplanan ilk AB zirvesinde Türkiye’nin yıllardır sürüncemede bırakılan adaylığı resmen kabul ve ilân edildi. Sonraki süreç de Türkiye’nin aday ülke olduğu esasına göre şekillendi. Son 11 yıldaki kısmî demokratikleşme reformları başta olmak üzere, elde ettiğimiz olumlu kazanımların çoğunu AB sürecine borçluyuz. Buna karşılık, özellikle son beş yılda, müzakerelerin de başlamasına rağmen, reformların aksayıp sekteye uğramasına da bir anlam veremiyoruz. İktidar 2007’deki cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan kriz ve AKP’ye açılan kapatma dâvâsı gibi olayları buna gerekçe olarak gösterdi; ancak bunların da çaresi olan demokratikleşme reformlarına bir türlü yoğunlaşamadı. Hattâ daha öncesinde, müzakere tarihi aldığımız 17 Aralık 2004’ten itibaren, anlaşılmaz bir tavır sergileyip. reformlar bahsinde frene bastı. AB’nin kendi içinden gelen engellemeler ayrı konu. Ama onları da aşmak için, AB’deki Türkiye dostlarının elini güçlendirmek gerekiyor ki, bunun da yolu reformları aralıksız sürdürmek. İşte Türkiye’nin başaramadığı şey bu. Bakalım, referandumda kabul edilen son anayasa paketi, bu inkıta, gecikme ve zaman kaybının telâfisine yönelik yeni bir atılımın önünü açarak AB sürecini tekrar canlandırabilecek mi? 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Almanya Cumhurbaşkanı: İslâm da bize ait! |
Almanya’nın sembolik cumhurbaşkanı Christian Wulf’un iki Almanya’nın birleşmesinin 20. yıldönümünde yaptığı konuşma, Almanların kabul etmekten korktukları bir gerçeğin ifadesiydi: “Hıristiyanlık ve Yahudiliğin yanı sıra, İslâm da Almanya’ya aittir”. Wulf bu konuşmasında, Almanya’nın tekrar birleşmesine ihtiyaç bulunduğunu, bu kez Almanya’da kuşaklardır yaşayan yabancı etnik kökenlilerle Alman etnik kökenlilerin birleştirilmesi gerektiğini vurguladı. Gerçekten de İslâm, artık Almanya’da varlığı camileri, İslâm merkezleri ve Müslümanlarıyla yadsınmaz bir gerçek. 82 milyona yakın Alman nüfusunun 3,5 milyonu Müslüman. Daha da önemlisi bu Müslümanların yüz bini İslâm’la şereflenen Almanlar. Sayıları da gittikçe artıyor. Almanya’daki cami ve mescid sayısı 2500’den fazla. Başörtüsü konusunda genel bir yasak yok. Hayvan kesimi konusunda çekilen güçlükler ise 2002 yılında Federal Anayasa Mahkemesi’nin Müslümanların hayvan koruma mevzuatından, dinî inançları dolayısıyla istisna tutulma hakkına sahip olduklarına karar verdi. Bu konuda tartışmalar sürse de, helâl et kolaylıkla bulunabiliyor ülkede. Bu üçbuçuk milyon Müslüman’ın yüzde 70’i Türk kökenliler. Dördüncü kuşağı Almanya’da yaşayan Türk kökenliler, artık eğitimli, meslek sahibi, ticarette ve politikada söz sahibi bir grup haline geliyorlar. Cumhurbaşkanı Wulff da bu gerçeği ifade etti. Almanya Müslümanları Merkez Konseyi genel sekreteri Aiman Mazyek, “Wulff’un konuşması Müslümanların ikinci sınıf vatandaş olmadığını gösteriyor” diye sevincini dile getiriyor. Almanya Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin’i Müslümanlara ve özellikle de Türklere yönelik hakaretleri üzerine, bu görevinden alma yerine, pazarlık ederek yüklü bir tazminat karşılığı istifasını sağlayan Cumhurbaşkanı bu yüzden hayli eleştirilmişti. Bu konuşma biraz da Müslümanlardan o hatanın özrünü dileme mahiyetinde. Bir bakıma ülkede Müslümanları yabancı sayan tabuyu da yıkmış oldu. Wolff bu arada bir ihtiyaca da dikkat çekti: “Okullarda, Almanya’da eğitim görmüş kişiler tarafından Almanca İslâm dersi verilmelidir.” Uzun yıllar boyu Türkiye’den gönderilen öğretmenler tarafından Türkçe din dersi verilirken, bu ülkedeki Türk çocuklarının Almanca öğrenme ihtiyacı dikkate alınarak, son yıllarda bu dilde eğitim verilmeye başlanılmıştı. Okul öncesi eğitime katılımın düşüklüğü, Türkler başta olmak üzere yabancı kökenli Müslüman çocuklarının Almanca öğrenmesini güçleştiriyor. Bu da sonraki eğitimlerinde, okulu erken terk etmelerine, yüksek öğrenimden yoksun kalmalarına, üniversite eğitimi gösteren mesleklerde az sayıda Müslümanın bulunmasına yol açıyor. Umarız Alman Cumhurbaşkanının İslâm’ın da artık Almanya’ya ait olduğu fikri, Almanlarca da kabul görür ve Müslümanlar doğup büyüdükleri bu ülkede kendilerini yabancı olarak görmekten kurtulurlar. Zira Wolff’un doğru bir şekilde tesbit ettiği üzere; “Gelecek kültürel çeşitliliğe açık olan milletlerin olacaktır”. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Arap elbiseli İran Devrim Muhafızları! |
Kıyafet deyip geçmemek lâzım. Kıyafet izzet ve şereftir. Kıyafet kuvvetli bir iradeye işaret gibi, aynı zamanda onurlu bir dik duruşa da işaret eder. Kıyafet insanı örten ve süsleyen bir libas olmanın yanı sıra, kişinin belli bir coğrafyaya, belli bir millete ve kültüre, hatta belli bir dinî inanışa mensup olduğunu gösteren semboldür. Dünya yüzünde yaşayan her bir milletin kendisine has kadın-erkek, hatta çocuk kıyafetleri vardır. Ancak, 18. yüzyılın son yarısından itibaren bütün dünyaya yayılan Avrupa kaynaklı modern hayata geçiş sürecinde, sosyal hayatta bir çok şey değiştiği gibi, kıyafetler de değişmiştir. Bu kıyafet değişiminden en çok erkek kıyafetleri etkilenmiştir. Günümüzde, farklı milletlerden milyonlarca erkek bir Avrupa kıyafeti olan pantalon, ceket, gravat, gömlekten oluşan takım elbise giymeyi tercih etmektedirler. Bununla beraber, geleneksel kıyafetlerine sımsıkı bağlı olan milletler de yok değil. Pakistanlılar, Afganlılar, Senegalliler ve Arap yarımdasında yaşayan Arapları geleneksel kıyafetlere bağlı kalan milletler arasında gösterebiliriz. S. Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Oman ve B. Arap Emirlikleri erkekleri hâlâ geleneksel Arap kıyafetleri olan dijdâşe, bişt, ğatra ve ikaal giymeye devam etmektedirler.* 20.9.2010 tarihli Kuveyt el-Vatan gazetesinde yayınlanan bir fotoğraf kıyafeti siyaset meydanına taşıdı. İran Devrim Muhafızlarına bağlı olan BESİC Direniş Gücü askerlerinin geleneksel Arap kıyafetleri ile askerî geçit töreni yapmış olmaları, Araplar arasında merak ve endişeye sebep oldu. Politikacılar ve yazarlar fotograf üzerine çeşitli yorumlar yaparak, İran iç ve dış siyaseti üzerine görüşlerini açıkladılar. Kuveyt Ünv. Siyasal Bilimler Fak. Öğr. Üyesi Prof. Abdullah el-Şayci ye göre, sayıları 3 miyon olup gerektiğinde daha da artan BESİC kuvvetlerinin Arap kıyafeti ile askerî geçit yapmaları ile İran “İrandaki Arap asıllı İran vatandaşları herhangi bir ayrıma tabi tutulmamaktadır. Onlar da diğer vatandaşlar gibi İran’a ve Humeyni’nin İslâm Devrimine bağlıdırlar” mesajını vermek istemiştir. Abdullah Şayciye göre, Saddam Hüseyin de Irak’taki kabile ve aşiret reisleriyle toplandığı zaman geleneksel Arap kıyafeti giyerek aslının Arap olduğunu beyan eder, böylece kuvvetine kuvvet katmak isterdi. Arap asıllı olan Saddam haklı olabilirdi. Ancak İran’ın vermek istediği mesaj aldatıcıdır. 8 milyon Arabın yaşadığı Arap Körfezinin doğu kıyısı olan Ahvaz bölgesi (Arabistan) 1925’den beridir İran işgali altındadır. Ahvazlılar bir çok hak ve hukuktan yoksundurlar. Çocuklarına Arap ismi koymakta dahi zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Dolayısıyla Ahvaz Arapları İran’a kuvvet olamazlar. Kuveyt Ünv. Siyasal Bilimler Fak. Öğr. üyesi Dr. Meryam Hasan ise fotografı şöyle youmluyor: “İran, elleri silâhlı BASİC kuvvetlerine Arap kıyafeti giydirmesi ile Filistin gibi Arap meseleleri ile yakından ilgilendiğini ve bu konuda bütün kuvveti ile Arapların yanında yer aldığını gösteriyor. Hatta bütün dünyaya “Biz de bir şekilde Arabız (!!)” demek istiyor. Ancak İran’ın bu hareketi, 11 Eylül olayları akabinde zedelenen Arap ve İslâm imajını düzeltmeye çabalayan Araplara zarar vermektedir.” Bahreynli Şiî yazar Sameera Rajab ise olaya daha farklı bakıyor. Rajab’a göre, İran Sasâniler döneminden beridir Arap meselelerinin hiçbirinde esaslı bir rol üstlenmemiştir. İran tarih boyunca sadece kendi egemenliğini arzulamıştır. Günümüzde ise, Kudüs’ü kurtama iddiaları hakikat dışı olup vehimden ibarettir. İran Arap körfezindeki 3 adayı istilâ ederek, bölgedeki etkin kuvvet bakımından, kendini “Büyük Şeytan” dediği Amerika ile baraber aynı kefeye koymaktadır. İran’ın ana hedefi İslâm Devrimini yaymaktır. Tahran, Bağdat, Şam ve Beyrut üzerinde kıvrılan “İran hilâli” Körfez ülkeleri ve Yemeni içine alacak kadar büyüyüp “Dolunay” olmuştur. (21.9.2010 Kuveyt el-Vatan) *Dijdâşe: Entâri. Bişt: (Pelerin, abâa), Ğatra: (erkeklerin beyaz baş örtüsü) İkaal: (baş örtüsünün üstüne konan siyah halka) 06.10.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Osman ZENGİN |
|
Bu, bizim Bediüzzaman’ımız! |
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin adının geçtiği her yere dikkat eder, onunla alâkalı faaliyetlere mümkün olduğunca katılmaya çalışırız. Geçtiğimiz hafta sonu, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı tarafından tertiplenen 9. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna iştirak etmek için dört kişi Bursa’dan İstanbul’a geldik. Gerçekten çok büyük bir salonun büyük bir kısmı dolmuştu. Bir zamanlar, Bediüzzaman’ın ismini zikretmenin suç unsuru olduğu günleri yaşayarak gelen bizler için bir bayram havasıydı bu. “Çok şükür ne günlere geldik ya Rabbi!“ dedik. Sempozyumda, konuşmacıların hepsi heyecan ve alkışlarla dinlendi. Özellikle Müslüman olmayan yabancıların halleri çok enteresandı. Kanada Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Lazar Puhalo, kılık kıyafetiyle de, bunların en çok dikkat çekeniydi. Dışarıda kendileriyle ayak üstü sohbet edip, fotoğraf çektirdiğimiz bu insanlardan; konuşmasını Türkçe olarak yapan Rusya Bilimler Akademisi, Profesörlerinden Dr. Dimitri Vasilyev’e; “Bizde eskiden ‘komünistler Moskova’ya!‘ derlerdi. Şimdi ise, ‘Nurcular Moskova’ya! oldu’ dediğimizde, sevinerek tasdik etti. Colin Turner de dahil, yabancıların Bediüzzaman için Türkiye’ye gelmeleri ve onu tasdikleri çok mânâlıydı. Bizim yerli bihaberler, hâlâ o büyük zatı kabul edip tasdik etmeye yanaşmazken, insanlar kıt'alar aşıp Bediüzzaman’ı anlamaya ve anlatmaya geliyorlar. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Dürüst tüccar |
Şevval, Hicretin 14. senesi, Şam. Gri bulutların çekilmesiyle ortaya çıkan güneş, neşeyle göz kırpıyor, henüz gitmediğini haber verircesine ışığını ve ısısını gönderiyordu cömertçe. Yağmur sularının oluşturduğu göletlere basmamaya dikkat ederek çarşının yolunu tuttum. Curcunalı bir kalabalık vardı pazarda; Cuma namazından çıkan cemaat, çarşıya yayılmış, ihtiyaçlarını temin için alış veriş yapıyordu. Tezgâhlarda muzlar, elmalar, dutlar ve envai çeşit sebzeler görsel bir şölen sunuyordu. Hele kokuları… İnsanın iştahını kabartmaya yetiyordu. Dayanamadım, muz ve kavun almaya karar verdim. Kalabalığı yararak yoluma devam ederken az ileride bir yığılmanın olduğunu gördüm. Ne olduğunu anlamak için sür'atle ilerlediğimde, iki kişiyi, kimseyi umursamadan haşin ve kaba ifadelerle birbirine hakaret ediyor buldum. Satıcı ve müşteri arasında olduğunu anladığım kavgaya kimse karışmıyor; herkes sadece uzaktan izlemekle yetiniyordu. Oldum olası, kuru kalabalık yapan insanlardan hiç hoşlanmam. Öylece durmuş, bir gösteri izler gibi kavgaya kendini kaptıran bu yığını arkama alarak hararetle cedelleşenlerin yanına vardım. “Hayırdır İnşallah kardeşim? Ne oluyor?” Müşteri imdat istercesine bana baktı; tartışmayı keserek öfkeyle söylendi. “Üçtür başıma geliyor kardeşim. Tepem attı vallahi.” “Başına gelen nedir? Anlat hele, size yardımcı olalım.” Adamcağız derin bir nefes aldı, kan çanağına dönmüş gözlerini gözlerime dikti ve derdini dökmeye başladı. “Bu satıcı benim uzaktan akrabamdır. Her zaman kendisinden alış veriş yaparım; evime daha yakın tezgâhlar varken. Akrabamdır deyip gözetmek, haline yardımcı olmak, kazancına katkı sağlamak isterim. Hanım, bu sabah iki miskal domates ısmarladı. Sakın geçen seferki gibi çürük olmasın, diyerek sıkı sıkı da tembihledi beni. Kaç vakittir getirdiğim domatesleri beğenmiyor, söyleniyordu. Ben de ona kızıyor, sen çürütüyorsun, dikkatli kullanmıyorsun, diye azarlıyordum. Az önce aldığım domatesleri, şöyle bir yoklayım, kontrol edeyim dedim. Bir de ne göreyim, bizim hanım haklı! Çantanın altındaki domatesler hep çürük. O kızgınlıkla çantayı ters yüz edip tezgâha boşalttım. Sonra kendimi dizginledim, sakince, ona bu yaptığının doğru olmadığını anlattım. Ancak o, yaptığı sahtekârlığı reddetti, suçunu bastırmak için de sesini yükseltmeye başladı. Karşılıklı sataşmaya başladık ki, sen çıktın geldin.” “Allah sizi ıslâh etsin!” Herkes bu çıkışıma homurdanıyor, kimi müstehzi bir gülüşle kimi hayretle bana bakıyordu. Onlara aldırmadan sözlerime devam ettim. “Siz Hz. Resulullah’ın (asm) sözünü ne çabuk unuttunuz!” Kalabalık, sevgili Peygamberimiz’in (asm) ismini duyar duymaz sus pus oldu. Sadece adını işitmek bile başımızı öne eğmeye, kendimize gelmeye, tavırlarımıza çekidüzen vermeye yetiyordu. “Ben Resulullah’tan (asm) bizzat işittim: ‘Kazançların en helâl ve temiz olanı, o tüccarın kazancıdır ki, konuştuğunda yalan konuşmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet etmez. Söz verdiğinde sözünden dönmez, satın aldığında malı kötülemez, bir şey sattığında aşırı methetmez, borç aldığında geciktirmez, alacağı olduğunda zorluk çıkarmaz.’* Bu güzel ve hak sözün üstüne bir şey söylemekten Allah’a sığınırım. Varın doğruyla yanlışa siz karar verin.” Adam haklı, doğru söylüyor, özür dilemeli satıcı ki barışsınlar, gibisinden sözleri arkamda bırakıp pazarda ilerlemeye devam ettim. Zaman hızla başkalaşıyordu; insanlar artık çabucak öfkeleniyor çabucak hüsrana kapılıyordu. Gidişin daha çok olmamıştı ki Ya Resulullah… *Beyhaki Şibü’l-iman… 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Nebe Sûresi üzerine |
Ankara’dan okuyucumuz: “Nebe Sûresi’nin fazileti hakkında bilgi verir misiniz?”
Nebe Sûresi Kur’ân’ın 78. sûresidir. Mekke’de inen ilk sûrelerdendir. Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz’in (asm) getirdiği kıyamet, âhiret, mahşer, sorgu, sırat, Cennet ve Cehennem haberleri üzerine inatla ve alaycı biçimde birbirlerine bu haberlerin gerçek olup olmadığını sorup duruyorlardı. 77. Sûre olan Mürselât Sûresi “O günü yalanlayanların vay haline? Onlar artık kıyamet günüyle ilgili olarak Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar?” sorusuyla bitiyor ve hemen ardından Nebe Sûresi “Onlar neyi sorup duruyorlar? Üzerinde ihtilâfa düştükleri o büyük haberi mi?” sorularıyla başlayarak, inanmayanlara kıyamet, âhiret, diriliş gibi o gelecek günlerle ilgili olarak açık cevaplar veriyor. Müşrikleri sarsıcı ve azaptan uyarıcı cevaplar veriyor. Nebe Sûresi kıyamet haberleri ile dolu bir sûre. Kıyamet ve sonrası ile ilgili haberler taşıdığından, ilk âyetinde geçen “Nebe” (önemli haber) kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre gün içinde her dakika okuyup feyiz alabileceğimiz bir sûredir. Sûrenin şemsiyesi sonsuza kadar açılır ve her kendini okuyanı içine alır, her kendine sığınana şefaat eder. Bilhassa günlük yorgunluklarımızın üzerimize çoğu zaman bir kâbus gibi, bir karabasan gibi çöktüğü ikindi vaktinde, ikindi namazını kıldıktan sonra okumak sünnettir. Bediüzzaman Hazretleri de, ikindi namazı tesbihatına Nebe Sûresini sünnet olarak almıştır. Sûrenin gelecek haberleriyle dolu bıçak gibi keskin âyetleri şöyle devam ediyor: “Evet; yakında bilecekler! Biz yeryüzünü bir döşek, dağları birer kazık kılmadık mı? Sizi de çift çift yarattık! Uykunuzu bir dinlenme vasıtası kıldık! Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü bir geçim zamanı kıldık! Üzerinizde yedi sağlam sema kurduk. Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık. Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden daneler ve bitkiler, sarmaş dolaş gür ağaçlı bahçeler çıkardık.”1 Sûrede buraya kadar dünya nimetleri hatırlatılıyor. Her bir nimet, bundan faydalanan insanın zihnine çelik harflerle çakılıyor. Bu âyetleri okuyan insan; “Evet doğru! Allah bütün bunları bizim için yarattı” diyor ve teslim oluyor. Sûre bundan sonra gelecek haberlerini ardı ardına sıralıyor. İzleyelim: “Şüphesiz o hüküm günü belirlenmiş bir vakittir. O gün Sur’a üflenir. Siz de bölük bölük gelirsiniz. Gök açılır; kapı kapı olur. Dağlar yerinden yürütülür; bir serap olur. Cehennem gözetler durur. Orası azgınların varacağı yerdir. Sonsuz çağlar boyunca kalacaklar. Kaynar suyla irinden başka orada ne bir serinlik tadacaklar, ne de bir içecek. İşte yaptıklarına uygun bir ceza!”2 Müşriklerin bu kadar ağır cezayı, ne yaparak hak ettiklerini insan ürpererek merak ediyor. İşte Kur’ân iki âyetle buna cevap veriyor: “Onlar hesaba çekilmeyi ummuyorlardı. Âyetlerimizi yalanlayıp duruyorlardı.”3 Demek hesaba çekilmeyi ummadan yaşamak ve Allah’ın âyetlerini yalanlamak böylesine korkunç bir cürüm! Peki, bunu kim biliyor ki? Müşrikler zannediyor ki, yaptıklarımız, yalanladıklarımız, inkârlarımız yanımızda kâr kalıyor. Unutulup gidiyor! Bunun bir defteri, kaydı kuyudu tutulmuyor. Onlar öyle zannetsinler. Cenâb-ı Allah diyor ki: “Biz her şeyi tek tek kaydettik.”4 “Peki, af yok mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Onlar af istememişler ki! Onlar Allah’a sığınmamışlar ki. Onlar hesaba çekileceklerine inanmadan yaşamışlar. Onlar inkârdan ve yalanlamaktan hiçbir şekilde vazgeçmemişler ki. Onlar Allah’ın âyetlerini küstahlıkla ve kibirle sorgulamaktan, insanların aklını karıştırmaktan, Allah’ın hak elçisine işkence yapmaktan geri durmamışlar ki. İşte Cenâb-ı Allah bu yüzden bu azap bahsini şu sarsıcı ifadelerle bitiriyor: “Şimdi tadın azabınızı! Sizin için azaptan başka bir şey artıracak değiliz.” 5 Nebe Sûresi bu âyetten sonra Cennet haberlerine geçerek, azap haberlerinden içi daralan inananların içine su serpiyor. Şefkatli cümleleriyle Cenneti bütün güzellikleriyle tasvir ediyor. Cennet cümlelerinin ardından: “İşte hak olan gün budur. Artık dileyen, Rabbine giden bir yol tutsun kendine” 6 âyeti son önemli uyarısını yapıyor. Nihayet, insan olduğu halde, bu haberlere kulak vermediği için sorumluluklarını yerine getirmemiş olarak Allah’ın huzuruna çıkmaktan utanan kâfirin, o gün, “Keşke toprak olsaydım!” 7 diyerek derin ve dönüşsüz bir pişmanlık içine gireceğini bildirerek sûre sona eriyor.
Dipnotlar: 1- Nebe Sûresi: 40. 2- Nebe Sûresi: 39. 3- Nebe Sûresi: 30. 4- Nebe Sûresi: 29. 5- Nebe Sûresi: 27, 28. 6- Nebe Sûresi: 17-26. 7- Nebe Sûresi: 1-16. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Cumhuriyet ve dinde reform (2) |
Bu ülkede ne yazık ki, tarih bile çarpıtılarak, iç siyasette bir ideolojik araç olarak kullanılarak ilke ve inkılâplar adına, tarih tasfiyeciliği yapılmıştır.1 Osmanlı aleyhinde konuşmak Cumhuriyetin ilk yıllarında maalesef prim yaptığından, kalemini menfaatine kullananlar,2 bu çarpıtma teâmülüne uydular.3 Oryantalistlerin yıkıcı takımının çalışmaları, sanki hedefini bulmuş gibidir. Dinde reform yaparak Türkiye’yi Hıristiyanlaştırmak için zemin hazırlanmış, uygun şahıslar bulunmuştur: “Vaktiyle Çankaya’da, Türk milletinin dinini değiştirerek Hıristiyanlaştırmak maksadıyla teşkil edilmiş Protestan Cemiyeti listesi... Biz bu hâdiseyi Kâzım Karabekir Paşa’nın ağzından aynen işitenlerden naklettik... Bir gün Çankaya’da mühim bir içtimâ olmuştu... Bu milleti garp medeniyetinden geri koyan âmilin en mühimmi Müslümanlık olduğu, artık milletin dinini değiştirerek protestan olmaktan başka çâre olmadığı söyleniyor... O sırada dâvetli bulunan Kâzım Karabekir Paşa geldi. Atatürk ona dedi ki: “‘Paşam!.. Biz bir Protestan Cemiyeti teşkil ettik. Bir de liste hazırladık. Sizi de dahil ediyoruz.’ “Dehşet içinde kaldı. “‘Bu mümkün değil’ dedi. ‘Millet bizi parçalar. Benim böyle bir cemiyete girmemin imkânı yoktur. Ben derhal sizden ayrılırım.’ “Onun üzerine Atatürk: “‘Paşa, sizinle şaka ettik’ dedi. “Urfalı’nın, ‘Bu listede kim vardı?’ sorusuna Salih Bozöyük, ‘İşte bildiğiniz parti (CHP) erkânı...’” 4 Karabekir Paşa: “Ben geldiğim sırada Tevfik Rüştü Bey konuşuyordu. ‘Teşkilât-ı esasiyemizde dinimiz ap açık yazılmalıdır’ diyordu. Söz aldım ve sordum: “‘Teşkilât-ı Esasiyemizde (Anayasamızda) dinimizin İslâm olduğu yazılıdır Tevfik Bey. Hangi dini yazdıracaksın, Hıristiyanlığı mı?’ “Mahmut Esat cevap verdi: “‘Evet, Hıristiyanlığı... Çünkü İslâmlık, terakkîye mânidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz. Ve bize de kimse ehemmiyet vermez...” 5 Cumhuriyet ilân edilmeden önce Meclis’in açıldığı yıllarda Ankara’da “Gizli Komünist Fırkası” ile “Türkiye Komünist Fırkası” isimli iki partinin kurulduğu görülüyor. Türkiye Komünist Fırkası’nın kurucuları arasında Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt, Kılıç Ali, Refik Koraltan gibi isimler de bulunduğunu ve bunların da CHP’ye katıldığını aktaralım. Onlara gerekli cevapları veren Karabekir Paşa, Bediüzzaman’ı Doğu Cephesi’ndeki kahramanca çalışmalarından dolayı da tanıyordu. Keçekülahlılar ile birlikte Ruslara karşı savaşmasını takdir ederdi. Said Nursî’yi görmeyi çok istiyordu. Üstad, bir mektubunda, onun hakkında şöyle diyordu: “Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eskisi gibi ise ve nurlara zararı yoksa ve nura faideleri muhtemel ise ve dost ise, benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz.” 6
Dipnotlar: 1- Dr. Ümit Meriç Yazan, İnsan Yay., Cevdet Paşa’nın Toplum ve Devlet Görüşü, İst., 1992, s. 16. 2- Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı’da Harem, OSAV, İst., 1997, s. 41. 3- Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, s. 275-288. 4- Hıristiyanlığa ve Yahûdiliğe İrtica, Sebilürreşad, sayı: 88, Ekim 1950, s. 194-196. 5- Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, İst, 1993, s. 55-56. 6- Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 176. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Kaçak sigara furyası |
Başlığa bakınca, haber sevindirici gibi görünüyor. Ancak, ne yazık ki kazın ayağı hiç de öyle değil. Haber şu: "Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumundan (TAPDK) verilen bilgiye göre, sigara satışları bu yıl yüzde 16 düştü." Bazı gazeteler de "Sigara tüketimi azaldı" diye başlık atmış. Keşke öyle olsa da, biz de sevinsek... Haberin özeti şöyle: "Kapalı alanlarda sigara içilmesini yasaklayan düzenlemenin olumlu neticeleri alınmaya başlandı. TAPDK'nın verilerine göre, geçen yılın ilk 8 ayında toplam 3 milyar 641 milyon paket satılan sigara, bu yıl 3 milyar 50 milyon pakete indi. "Temmuz 2009'da hayata geçirilen uygulama, özellikle geçen yılın ikinci yarısından itibaren etkisini gösterdi. "Ancak, buna rağmen, sigaranın ekonomiye zararı yine de çok yüksek seviyede. Devlet bütçesinden yatırımlara giden paraya yakın bir miktar, sigara için vatandaşın cebinden çıkıyor." * * * Bu haberde verilen istatistikî bilginin "tüketim" değil, "resmî satışlar"la ilgili olduğunu özellikle belirtelim. Doğrusu, bu çok önemli bir ayrıntı. Zira, reel tüketim başka, kayıt altındaki satış miktarı başkadır. Birincisi "kaçak kayıt dışı" mânâsını da içeriyor ki, bizi asıl endişelendiren husus da bu noktada düğümleniyor. Evet, kaçak sigara satışlarının büyük artış kaydettiğini çok bâriz şekilde görmekteyiz. Otobüs minibüs duraklarında, bilhassa mesai saatinden sonra kalabalık ortamlarda dolu dolu siyah poşetler içinde taşınan kaçak sigaralar, seyyar tezgâhlar üzerinde açıkça satışa sunuluyor. Fiyatı nisbeten ucuz olduğu için de, tiryakilerin (bağımlıların demek daha doğru) çoğu bu tezgâhlara yöneliyor. Son derece nâhoş ve üzüntü veren bir görüntü de şu: Bilhassa durak yerleri, yeniden izmaritten geçilmez bir hale geldi. Üstelik, ilk günlerde uygulanan cezaî müeyyideden de hiç eser kalmadı. * * * Kapalı alanlarda sigara içilmesinin yasaklanması, hiç şüphesiz doğru ve yerinde bir karardır. Bu yöndeki düşünce ve kanaatimizi, yasağın ilân edildiği günlerde de ifade etmiştik. Ama, aynı günlerde, şu an karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi de açıkça nazara vermiş ve şunu söylemiştik: "Sadece kànunî müeyyidelerle ve birtakım cezaî tedbirlerle, sigara iptilâsının önüne geçmek mümkün görünmüyor. Bu 'umumî belâ'yı hiç olmazsa asgarî seviyeye indirgemek için, ilmî metodlarla hareket etmeye ve temel eğitime dayalı ciddî tedbirler almaya şiddetle ihtiyaç var." Gelinen nokta, bu yöndeki ciddî tedbirlere ne ölçüde ihtiyaç hasıl olduğunu bizlere açıkça göstermiyor mu?
Tarihin yorumu 6 Ekim 1923
İstanbulluların kurtuluşu ne zaman?
Bugün İstanbul'un kurtuluş yıldönümü. Kasım 1918'den itibaren kademeli şekilde İngiliz işgaline uğrayan İstanbul, nihayet 6 Ekim 1923'te hürriyetine kavuştu. Düşman işgali altında 4–5 sene kapkara günler geçiren İstanbul, 87 senedir bizlerin baskısı altında inliyor. Her 6 Ekim günü, İstanbul merkezinin nefes borusu hükmünde olan bir ana arter (Vatan Cd./Menderes Bulv.) ile bağlantılı bütün yollar trafiğe kapatılıyor. Çünkü, kurtuluş günü için resmî geçit töreni yapılacak... Duyurular da iki gün önceden yapıldı; vatandaş tedbirini alsın diye... Tedbir nedir ve nasıl alınacak? Nefes darlığının çekildiği bir yerde, acaba hangi tedbir işe yarar ki? Her defasında yaşanan bıktırıcı keşmekeş, maalesef bir kez daha tekrarlanacak. Hiçbir çare kâr etmeyecek. * * * İstanbul'un sıkboğaz olduğu günler, sadece fetih ve kurtuluş günleri de değil. Resmî törenlerin yapıldığı hemen bütün günlerde, aynı sıkıntı yeniden tekrarlanıyor. Üstelik, bu sıkıntıyı bizim gibi binlerce vatandaş çektiği ve şikâyetini bildirdiği halde, buna bir türlü çare bulunamıyor. İkinci büyük şehir Ankara için çare bulunmuş ama... Ne tuhaf değil mi? Ankara'daki benzeri hemen bütün törenler hipodromda yapılıyor. Oraya devlet ve hükûmet erkânı gidiyor, halk gidiyor, öğrenciler gidiyor, vesaire... O halde, Türkiye'nin en büyük ve en kalabalık şehri İstanbul için neden Ankara'dakine benzer bir formül bulunmuyor? Mevcut sıkıntıyı ömür billah çekmek mecburiyetinde miyiz? İstanbul'un en büyük derdi zaten trafik keşmekeşliği. Tutup bunu daha da katmerleştirmenin mantığı ne? Hülâsa: İdareciler ve yetkili merciler tarafından, bu sıkıntıya bir çare bulununcaya kadar, bizlerin şikâyeti ve memnuniyetsizliği de devam edecek. 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
İçimdeki sevgiyi kaybetmekten korkarım |
Kendine acımayı ne kadar da iyi bilirsin ey kalbim Kendine ağlamayı da seversin sen Bir de kendini sevebilsen Kendini koruyabilsen Ve izin vermesen yüreğinin acıtılmasına Ne iyi olurdu...
Gerçi eskisinden daha iyi sayılırsın Duygularına daha çok güvenmeyi Karanlıkta kendinle yol bulmayı Çok istesen de beklemeyi öğrendin Daha az konuşup, daha çok dinler oldun kendini Belki de kendi sesini, Ancak böyle duyabileceğini öğrendin En azından çizilmiş doğrularda yürümekten kurtuldun ‘Yeterince iyi’ olmanın tadını da aldın sayılır Kendinle dalga geçtiğinde ve kendine güldüğünde Ne kadar da rahatladığını fark ettin Aslında sen hep biliyordun ey kalbim Ben duymazlıktan mı geldim Yoksa başkalarını mı dinledim bilemiyorum Yanıldığım yollardan koşa koşa dönüyorum artık Arkama bile bakmadan, Korkuyorum geriye bakmaktan, Aynı hüznü yaşamaktan, Aynı yerlerde kaybolmaktan korkuyorum... Bir gün bile geri gitmek istemem inan! Sadece şu içimdeki sevgiyi kaybetmekten korkarım...
Hiç pişman değilim, Yaşadıklarımdan ya da gördüklerimden... Olandan ya da olmayandan, Hepsinden razıyım Hepsine minnettarım öğrettikleri için... Bırak sıyrıklar içinde olsun dizlerim, Bırak kanasın istediği kadar, Hatırlattıklarıdır, öğrettikleridir Değerli ve kalıcı olan... Sadece şu içimdeki sevgiyi kaybetmekten korkarım...
Onunla öğrendim her seferinde kalkabilmeyi Ve her ağladığımda tekrar gülebilmeyi Ne kadar itilsem de arkamdan Kendimi tutabilmeyi... Her düşüşümde zaferle kalkabilmeyi Her bitişimde yeniden başlayabilmeyi öğrendim
Yüreğimi inciten bütün görüntüleri Bütün kötü sözleri Ve lekesi kalan her şeyi Onunla silmeyi öğrendim. İşte bu yüzden, Ve sadece bu yüzden, İçimdeki şu sevgiyi kaybetmekten korkarım... 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Medrese ve mescidde defile”ye izin! (2) |
Mardin Kasımiye Medresesi ve mescidlerinin avlusundaki defile, halkın infiâli ve sivil toplum kuruluşlarının ikazlarına rağmen emr-i vakiyle âdeta dayatıldı. “Mardin hoşgörüsü”ne sözde “sembol” olarak, haçtan Siyonist yıldıza kadar çeşitli “dinî semboller”le süslenmiş gelinliğin giydirildiği mankenin sahneye çıkarıldığı, şarkılar, danslar ve görsel efektler eşliğinde 30’u kadın 45 mankenin sahnelediği defile, başından beri AKP hükûmetinden destek gördü. Mardin Halk Eğitim Merkezine bağlı “Cemil İpekçi Atölyesi”nde hazırlanan defile, Vali’den Kültür Bakanı’na kadar yetkililerin - hükûmetin himâyesinde ve THY gibi devlet kurumlarının finansörlüğünde yapıldı. Medrese-mescid avlusunun defile podyumu ve plâtformu haline getirilip “birçok inanışın ve etnik desenlerin yer aldığı gece-gündüz kostümleri gösterimi”ne önayak olundu. Böylece, AKP iktidarının “garip icraatları”na bir yenisi eklendi. Aslında defilede sahneye yalınayak ve elinde bir mumla çıkan İpekçi’nin yüzyıllarca ibâdethâne ve dinî ilimlerin okutulduğu medresede defileyi, “700 yıllık kültürümüzün simgesi” olarak göstermesi, çarpıklığın ikrarıydı. Ancak daha da vâhimi, İpekçi’nin “Türkiye’de yirmi günden bu yana Mardin’in konuşulduğunu” söyleyip, “En büyük ibâdetlerden bir tanesi san'at ve sevgidir” sözleriydi. Ardından bol kahkahalı bir televizyon programına çıkarak, “İnançlarımız kendimize mahsustur” diyen İpekçi’nin, “Budist olup evimde portakal rengi elbise giysem kime ne?”, “Evimde çan çalıp ayin yapsam ne olur?” diye dinî mekânda ezgiler, şarkılar ve danslar eşliğinde defile düzenlemeyi, “san'at özgürlüğü” ve “san'at ibâdettir” yorumuyla savunması, çarpıklığı daha da açığa çıkardı…
HÜKÛMETİN İKİRCİKLİ HALİ Görünen o ki, insan fıtratına aykırı bir hastalık ve sapkınlık olduğu bilimsel olarak tescil edilen eşcinselliğin “liberalizm ve özgürlük” olarak “cinsel tercih”e indirgendiği, hatta lanse edilip terviç edildiği günümüzde, inanca saygısızlık pervâsızlaşmakta. Sormak lâzım; kötü emsal olur mu? Vali’nin daha önce bol içkili-danslı dizi film çekimlerinin mescid-medrese avlusunda yapılmasını gerekçe göstermesi, bu çirkinliği meşrûlaştırır mı? Keza İpekçi’nin üstelik Kur’ân-ı Kerim’e isnadla, “hoşgörü” ve “herkesin istediğini yapması” özgürlüğü, dinî mekânda müzikli-danslı defile düzenlemek mi? Sahi Vali ve Belediye Başkanının izlerken önüne bakmak durumunda kaldığı kadın mankenlerin gösterilerinin mescid ve medreseye yakıştırılması, ne tür bir zihniyetin ürünü? Doğrusu, bir yandan herkesin ortak mukaddes değeri olan din ve dinî terim ve tâbirler üzerinden sürekli siyaset yapılırken, diğer yandan mescid ve medresede defileye müsaade edilmesi, âdeta turnusol kâğıdı oldu. Haftalar öncesinden iletilen tepkilere kayıtsız kalan iktidarın öteden beri tâkip ettiği ikircikli hali su yüzüne çıkardı.
BAŞKA YER Mİ YOKTU? Geçen yaz başında -muhalefete mensup belediyenin ruhsatını iptal ettiği- Muğla-Datça’da 175 yataklı Türkiye’nin ilk “çıplaklar oteli”ne gerekli izni veren Kültür ve Turizm Bakanlığı, diyelim ki işin mâhiyetini ve önemini kavrayamadı. Peki, Kasımiye Medresesi Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olduğuna göre, her fırsatta konuşan vakıflardan sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Arınç, neden bu rezâlete ses çıkarmadı? Niçin bu tarihî vakıf mekânın mankenlerin podyumu haline getirilmesini engellemedi? Medreseyi Valiliğin kullanımına veren Arınç’a bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu dinî-ilmî mekânın kirlenmesine hangi sâikle müsaade etti? Keza Medrese içindeki mescidin ait olduğu Mardin Müftülüğü veya Diyanet İşleri Başkanlığı, neden bu işe müdahâle etmedi? Bakanlığın, 700 yıllık medrese ve mescidi re’sen müzeye çevirme yetkisi var mı? “Müze”yse, kadrolu imamın vakit namazlarını kıldırdığı mescidin orada işi ne? Medreseler ilim-irfan yeridir. Mescidler, gösteri yeri değil, ibâdethânedir. Çok maksatlı oyun-eğlence-gösteri çadırları, tiyatro sahneleri, spor tesisleri, konser salonları, dans pistleri ve defile podyumları değil, dinî mekânlardır. Sanayi ürünlerinin tanıtım-reklâm yeri değildir. Dinî mekânda mankenler giyinik de olsa, tesettür defilesi de olmaz… Dünyanın hangi ülkesinde dinî mekânda defileye izin verilir? Mâdem bu defile ille de yapılacak; medrese eyvanı ve mescid avlusundan başka yer mi yoktu? Yazıklar olsun! 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Yetmez, tazminat ödensin! |
YÖK’ün, aldığı bir kararla başörtüsü yasağını sona erdirdiği ifade ediliyor ki eğer böyle ise gecikmiş bu karara imza atanların eline sağlık demek bize düşer. Önce, medyada yer alan haberi aktarmak suretiyle hadiseyi özetleyelim: YÖK’ün sessiz sedasız, Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran ve on binlerce kız öğrenciyi ilgilendiren derslikteki başörtüsü yasağını fiilî olarak ortadan kaldıracak bir karara imza attığı ortaya çıktı. “27 Temmuz 2010 tarihli yazıda türban sorununa değinilmeden ‘hiçbir öğrencinin disiplin yönetmeliğine aykırı durumu nedeniyle sınıftan çıkarılamayacağı’ görüşüne yer veriliyor ve öğrencileri bu nedenle dersten çıkaran öğretim üyelerinin cezalandırılacağı bildiriliyor.” (Radikal, 5 Ekim 2010) YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın 27 Temmuz tarihinde hazırlattığı resmî yazı Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden bir öğrencinin şikâyeti üzerine hazırlanmış. Yazıda, kurallara aykırı davrandığı düşünülen öğrenciler hakkında öğretim elemanı tarafından yapılacak işlemin dersten çıkarmak olmadığı vurgulanmış. Aynı yazıda, öğrencileri derse almayarak, dersten çıkararak ya da derse girmiş öğrenciyi yok göstererek yasa ve yönetmeliklerde yer almayan bir yaptırım uygulayan öğretim elemanının söz konusu fiilinin disiplin suçu olduğu da belirtilmiş. Bu gelişme üzerine konu yeniden hararetle tartışılmaya başlandı. Yasağın devam etmesini isteyenler, hukuktan bahsetmeye başladı. Güya YÖK’ün bu kararı hukuka aykırı imiş, daha önce alınan çok sayıda karar ve yönetmelikler varmış. Hemen ifade edelim ve tekrarlayalım ki başörtüsü ile üniversiteye girmeyi engelleyen ve yürürlükte olan herhangi bir kanun yok. Şimdiye kadar yapılan, tamamen keyfî bir davranış. Dolayısıyla bu karar sonrası ‘hukuk’u hatırlayan ve hatırlatanların samimî olduğu söylenemez. Kanuna dayanmayan keyfî yasak karşısında susan ve şimdi hukuku hatırlayanlara ne denir ki? Şunu da ifade edelim: Biz netice olarak başörtüsü yasağının her kademede sona ermesini talep ediyoruz. YÖK’ün yazdığı sözkonusu yazının bunu temin edip edemeyeceğini bilemiyoruz. Yasağı sağlıyorsa tebrik ederiz, sağlamıyorsa bir an önce yasağı sona erdirecek kararların ve uygulamaların icra safhasına konulmasını arzuluyoruz. Geçen yıllarda söylediğimiz gibi bugün de söyleyelim: Sadece yasağın sona ermesi yetmez. Yasağın sona ermesine elbette evet, ama gerçekten de yetmez. Bu yasak dolayısıyla şimdiye kadar mağdur edilenlerin tamamının hakkının tazmin edilmesi de gerekir! Bu tazminat belki maddî belki de manevî olur, onu bilemeyiz. Meselâ, bu yasak dolayısıyla okulunu terk etmek mecburiyetinde kalanlara, istemeleri durumunda aynı bölüme devam etme hakkı da tanınmalıdır. Hatta ve hatta, başörtüsü yasağı dolayısıyla üniversite imtihanlarına giremeyenlere bile aynı hak yeniden tanınmalıdır! Başörtüsünden dolayı işlerinden olan devlet memurları derhal işlerine dönebilmeli, dönenlerin bütün sosyal hakları eksiksiz geri verilmeli, atıldıkları yılların toplam maaşları bugünkü rakamlar üzerinden tazmin edilmelidir. Hiç kim, “Bu kadar da ısrarcı olmayın, böyle şeyler olmaz. Yasak sona ererse şükredin!” demesin. Elbette yasağın sona ermesi bizi şükre sevk eder, ama bütün mağduriyetlerin tazmin edilmesi için de yeni kampanyalar açarız ve açmalıyız. Sloganımız da şu olsun: Yasağın kalkması yetmez, mağduriyetler de giderilsin! 06.10.2010 E-Posta: [email protected] |