Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Anayasanın başlangıcı |
Yeri geldikçe gündeme getirip mutlaka kalkması gerektiğini ifade ettiğimiz ve son olarak medya yöneticileri ile buluşmasında Başbakana da sorduğumuz, ama cevap alamadığımız “anayasanın başlangıç kısmı”yla ilgili tartışmalar yeniden canlanıyor ve hararetleniyor. Konuya dair dikkat çekici değerlendirmelerden birini, 2007 sonbaharında gündeme getirilir gibi olup da tepkiler üzerine derhal rafa kaldırılan anayasa taslağını hazırlayan ekipteki isimlerden Prof. Dr. Levent Köker’in yaptığını gördük. Çağdaş ve demokratik anayasalarda böyle bir başlangıcın bulunmadığını ifade eden Köker, “Yeni bir anayasa yapılacaksa bu başlangıç metni de yeniden yazılmalı” diyor (Taraf, 5.10.10). Kendilerinin heyet olarak taslağı hazırlarken bu metni de yeni baştan yazdıklarını, ama “Atatürk milliyetçiliği üzerinden siyaset yapıldığı için, özellikle (Komisyon Başkanı) Ergun Özbudun’un ‘Siyaset mümkün olanı yapma sanatıdır’ yaklaşımıyla taslağa koymadıklarını” söylüyor. Bu ne biçim iş? “Atatürk milliyetçiliği adına siyaset yapanlar,” çağdaş ve demokratik anayasalarda yeri bulunmayan böyle bir garabetin kaldırılıp düzeltilmesini engelleyecek kadar güçlü mü ki, başlangıcın yeniden yazılmış taslak halini dahi köşe bucak saklamaya mecbur ediyor? Ve kim bunlar? CHP mi, MHP mi, yoksa derinlerde iş gören “kayıt dışı siyaset” aktörleri mi? Eğer CHP ve MHP ise, bunların halktaki karşılığı, aldıkları oy oranlarıyla orta yerde duruyor. Atılması gereken adımlar sırf onlardan çekinildiği için atılmıyorsa, bunu nasıl izah etmeli? Yok, bürokrasinin üst kademelerinde kök salmış “derin adresler” ise, bu da demokrasimizin en temel ve kronik handikapına işaret ediyor. Ve özgürce çalışması gereken akademisyenlerin dahi düşüncelerini reel siyaset denilen şeyin hukuk, mantık ve çağdışı kalıplarıyla sınırlandırıp, kendi kendilerine otosansür uygulayarak, özenle hazırladıkları taslak metinleri ortaya çıkarmaya cesaret edemeyip gizlemeleri, önümüzde daha aşmamız gereken çok mesafeler bulunduğu gerçeğini bir defa daha gözler önüne seriyor. Yeni yazılan başlangıç metnini anayasa taslağına koymaktan kaçınan tavrın gerekçesini “Siyaset mümkün olanı yapma sanatıdır” olarak izah eden yaklaşım, demokratik bir başlangıç yazmanın imkânsızlığını mı ifade etmiş oluyor? Peki, bu ucube başlangıca dokunmadan, hattâ onu tamamen iptal etmeden, yeni ve demokratik bir anayasa yapmanın imkânı olabilir mi? Hem o başlangıç korunacak; hem de ona “demokratik bir anayasa” monte edilecek; hiç olacak şey mi? Eğer yerine koymak üzere hazırladığınız metni açıklamaktan çekindiyseniz, hiç değilse, “başlangıçsız” bir metin önermeliydiniz. Şayet bu taslak üzerinden iktidar partisini zora sokmama kaygısı var idiyse, o da yanlış. Çünkü bilim adamının işi, şu veya bu mülâhaza ve gerekçeyle hakkı eğip bükmeden, sadece ve sadece gerçeği ortaya koyup, gerektiğinde siyasetçideki endişeleri izale ederek onları yüreklendirecek fikrî ve ilmî tahkimatı yapmak olmalıydı. Kimbilir, belki de o taslağın neticeye ulaşamamasında rol oynayan en önemli sebep, bu çekingenliğin aşılamayıp gerekli cesaretin gösterilemeyişiydi. Belki kader bu sebeple taslağa geçit vermedi. Zira başlangıcın değişip yenilenmesini es geçen bir anayasa hiçbir işe yaramayacaktı. İktidar partisinin bu konudaki yaklaşımı ise başından beri problemli. Ya başlangıçla ilgili sualin geçiştirilmesi örneğinde görüldüğü gibi bu meseleye hiç yanaşmıyor veya “Değişmez maddelere dokunmak aklımızın ucundan bile geçmez” sözünü yerli yersiz tekrarlayıp duruyor. AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın, sonradan kendisinin de “Öyle demedim” deyip tevile çalıştığı “Değişmez maddelere pozitif anlamda dokunulabilir” sözüne karşı başlatılan tepki kampanyasınaa AKP'nin de katılması manidar değil mi? 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Kabri İstanbul’da olan musîkişinaslar… |
Şiirlere ilham, bestelere nağme olan İstanbul, aynı zamanda pek çok meşhur müzik insanının da kabrinin bulunduğu bir diyar. Kimler medfun değil ki? Meselâ, 1765–1820 yılları arasında yaşamış, bestekâr, şair ve Yenikapı Mevlevîhanesi’nin 15. Şeyhi Abdülbâki Nasır Dede’nin kabri Merkezefendi’de Yenikapı Mevlevihanesi’nin bahçesindedir. Zekai Dede Efendi’nin oğlu besteci Ahmet Irsoy Eyüp Sultan’da Piyer Loti yolu üzerinde babasının mezarının yanındadır. Şair, yazar, bestekâr ve aynı zamanda Osman Nihat Akın’ın dedesi Ahmet Rasim’in (1864-1932) mezarı ise Heybeliada Mezarlığı girişindedir. 1945’de vefat eden Lem’i Atlı’nın kabri Erenköy Sahrayı Cedit mezarlığındadır. Hacı Arif Bey Beşiktaş Yahya Efendi Mezarlığında defnedilmiştir. Sadettin Kaynak ise Mevlânâkapı’da Merkezefendi Mezarlığı’ndadır. Tanburi Cemil Bey’in mezarının ise geçtiğimiz yıllarda Mehmet Güntekin’in çabalarıyla Mevlânâkapı da Merkezefendi Mezarlığında olduğu tesbit edilmiştir.
Kütahya’nın Pınarları ve Hisarlı Ahmet
BAKIRKÖY Musıkî Cemiyeti’ne devam ettiği yıllarda hocamız Mehmet Güntekin’den dinlediğimiz ve öğrendiğimiz bir türkü idi Kütahya’nın Pınarları. Çok güzel duygusal ve hüzünlü bir türküdür. Hikâyesi acıklı bir sevda öyküsü idi. Bu türkü Hisarlı Ahmet’in türkü kültürümüze kattığı bir eserdir. Hisarlı Ahmet 1908 yılında Kütahya nın Hisar ilçesinde doğar. Gençliğinde evlerde toplanıp eğlendikleri gezeklerde bağlama ile tanışır. Babasından gizli aldığı bağlamayı babası kırsa da Ahmet bağlamasını elinden bırakmaz. Ankara Radyosunda bir dönem program yapar. Radyo yönetimi ona radyoda kalmasını teklif ederlerse de o Kütahya ya dönmeyi tercih eder. Kahvehanesi Aşık Veysel, Aşık Davud Sulari gibi ünlülerin de uğrak yeri olmuştur. Kütahya’ya gelen Nida Tüfekçi, Yücel Paşmakçı da Hisarlı Ahmet’in türkülerinden etkilenir. O’nun önemli bir farkı aynı zamanda ilâhi ve salâ da söylemesiydi. Hacca da gitmiştir. Hacı olduğu halde “Neden hâlâ bağlama çalıyorsun?” diyenlere "Ben sazımla Rabbime daha yakınım” demişti. Merhum Hisarlı Ahmet’in kendi sesinden yayınlanan albümünde iki ilâhi ve bir salâsı yer almaktadır. Hisarlı Ahmet 4 Ocak 1984 yılında vefat etmiştir.
Bir piyanistin garip vasiyyeti
AMERİKA biladından Konter Sevil şehrinde Mis Mari Tata namında meşhur bir piyanist ahiren şiddetlice hastalanır. Ba’delvefat cenaze ayininin icrasında na’şının piyano üzerine vaz’ını vesanat refikalarından birinin yine kendi piyanosuyla zemzeme-i duaiyeyi teganni etmesinin ve âyinin hitamında piyanonun derunu tahliye edilerek bedeninin içeriye vaz’iyle kendisine tabut ittihat edilmesini vasiyyet eylemiştir. Nasıl medeni bir vasiyet değil mi? (Sabah Gazetesi, tarih 5 muharrem 1318, sahife 4 sütun 3)
SEVDİĞİM SÖZLER... Bir yetimi başını eğmiş düşünceli ve üzgün görürsen kendi çocuğunun yüzünü öpme. Şirazlı Şeyh Sadi 07.10.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Cevat ÇAKIR |
|
Küresel açlık |
Dünya genelindeki gelir dağılımı bozukluğu dolayısıyla bir milyar insan aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bir zamanlar “su savaşlarından” bahsedilirken şimdi de “gıda savaşlarından” bahsediliyor olması günümüz insanlarını tedirgin ediyor. Bazı Afrika ülkelerinde ekmek fiyatlarına yapılan zam dolayısıyla ciddî protestoların yapılması uzmanları tedirgin etmekte. Bu protestoların Ortadoğu ülkelerine de sıçrayabileceğini söylemekteler. Bu konularla ilgili olarak Ziraatçılar Derneğinden şu açıklama yapıldı: “Buğdayı, eti, sütü olan ayakta kalacak.” Evet ekmeğin değerini insanlık anlamaya başladı. Yıllar önce Said Nursî Hazretleri bu konu ile ilgili olarak “Bu ahirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli rol oynayacak” 1 diye bir tesbitte bulunmuştur. Bu musîbetin ehemmiyetli sebebini de “küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlâhiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Adil-i Hakim, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle” demektedir. 2 Ekmeğe hürmetle ilgili olarak da Hz. Peygamberimiz (asm) “Ekmeğe hürmet edin, zira şanı yüce olan Allah arz ve semanın bereketini ona tabi kılmıştır” 3 buyurmaktadır. Türkiye’de günlük üretilen 120 milyon ekmeğin 12 milyonu çöpe atılmakta. Dünya genelinde bir milyar insan açken böylesine bir israfın içinde olmak çok kötü. Bu kötü fiilimizden dolayı açlık musîbeti bize de ulaşabilir. “Hem bu fakr u zaruret zamanında“, “Hem, yüz aç adamın huzurunda kemal-i afiyetle fazla yenilmez” 4 tesbitini akılda tutmak lâzım. Dünyadaki açlıkla ilgili bir örnek de bir kaç ay önce Zambia’da yaşandı: Aç kalan bir grup köylü ölü bir fili iki saatte parçalayıp yemişti. Dünyada böyle yerler varken diğer taraftan da “tiryakiliğe” varan aşırı bir tüketim ve israf devam etmekte. The World Watch Enstitüsünün son raporuna göre Amerikan tüketim standartlarına göre yaşanması halinde, dört buçuk dünyaya ihtiyaç varmış, Avrupalıların standartlarına göre yaşanması durumunda ise, üç dünya birden gerekli imiş. 5 Oysa bizim bir dünyamız var. Öyleyse dünya imkânlarına göre yaşamak bütün dünya insanları için şart. Gelmesi muhtemel bir açlığa karşı da her konuda iktisada ve az yemek suretiyle de nefsi terbiyeye alıştırmak gereklidir.
Dipnot: 1- Kastamonu Lâhikası, 104. 2- Kastamonu Lâhikası. 104. 3- Üsdü’l- Gabe: 3/213. 4- Lem’alar, 204. 5- Bugün Gazetesi, 27/2/2010. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet ÖZDEMİR |
|
Bediüzzaman’ın hizmeti her yerde |
Bir zamanlar o isimden devlet çok korkuyordu. Korkusunun etkisinde çok kalmış olmalı ki, onun için zindanlarda yer ayırmıştı. Günlük raporlar tutuluyor ve ivedi olarak başşehirde gönderiliyordu. Mahkemeler beraat kararı veriyor, ama hükûmet kararıyla bir yerlere sürgün ediliyordu. Hapisler, sürgünler yetmeyince defalarca zehirlendi. Amaç onun hayatına son vermek veya ondan kurtulmaktı. Evinden adımını atsa yakın takibe alınıyordu. Adeta aldığı nefesler bile sayılıyordu. Bir-iki talebesiyle kırlara çıksa, uçaklarla izleniyordu. Zaman oluyor, hayattan bin defa bıktırılıyor, adeta intihar etmeye zorlanıyordu. Eğer dini onu intihardan men etmeseydi, belki çok genç yaşta intihar etmiş olacaktı. Devletin menfî propagandası sonucu kimse selâm veremez olmuştu. Ona yaklaşanlar analarından doğduklarına pişman ediliyordu. İnsanlardan da adeta tecrit edilmişti. Sanki tek başına yaşamaya mahkûm edilmiş, toplumdan tecrit edilmiş bir kişiydi. Suçu neydi acaba? Mahkemelerde bir türlü suçu ispat edilememişti. O her türlü eza ve cefaya rağmen kendi devletine ve milletine hiç küsmedi. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğu için çırpındı, durdu. “Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Onlara bedduâ bile etmiyorum. Cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu”1 diyordu. Adeta maddî ve mânevî hayatını feda etmişti. Yeter ki, insanların imanı selâmette olsun. Burada kimden bahsettiğimi her halde tahmin etmişsinizdir. Bediüzzaman Said Nursî’den bahsediyorum. Tarihçe-i Hayatı’nı okuyanlar, son şahitleri dinleyenler onun çektiği sıkıntıların bir kısmını hatırlarlar. Ona yaklaşanlar, ona selâm verenler bile çok defa ağır işkence ve hakaretlere maruz kalmıştır. Bunları saymak bile neredeyse imkânsız. Bediüzzaman’ın, hayatından korktukları gibi ölümünden de korktular. Onu mezarında rahat bırakmadılar. 27 Mayıs ihtilâlinden iki ay geçmeden bir gece mezarını kırıp mübarek cesedini çıkarıp bilinmeyen bir yere kaçırdılar. Onun mezarını kaçırmakla Said Nursî meselesini kapattıklarını zannettiler. Çünkü o, “Ölümüm hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” diyordu. Tabiî bu hizmet kolay olmadı. Bediüzzaman’ın vefatından sonra korkular tükenmedi, yıllarca devam etti. Bu sefer onun adından ve eserlerinden bahsedenlere zindanlarda yer hazırlandı. İşkenceli ve çileli geçen yıllar... Risâle-i Nurlar ve Nur Talebeleri dünya tarihinde rekor kıracak çoğunlukta beraat kararları aldı. Zındıka komitesi devleti ve milleti aldatmaya yıllarca usanmadan devam etti. Her türlü eza cefaya rağmen Nur Talebeleri hak bildikleri dâvâdan vazgeçmediler. Onlara zulmedenlerin çoğu şimdi toprak altında işledikleri günahlarıyla ve yaptıkları zulümleriyle başbaşa kıyametin kopmasını bekliyorlar. Bütün bunlardan sonra kazananlar Nurlar ve Nur Talebeleri oldu. Çünkü Nur Talebeleri dâvâlarının hak olduğuna inanmışlardı. *** Bediüzzaman’ın vefatından çeyrek asır geçmişti… Üniversitede okuduğumuz yıllardı. Ankara’nın en işlek merkezinde, Kızılay’da, otobüs duraklarının yoğun olduğu yerde, bir akşam mesai çıkışında Yeni Asya Yayınlarını tanıtmak maksadıyla, birkaç arkadaşla kaldırımlara kitap sergisi açmıştık. Serginin ortasına Necmeddin Şahiner’in yazdığı “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” kitabını koyduk. Biraz da maksadımız bu kitabı, dolayısıyla Risâle-i Nurları tanıtmaktı. İnsanlar bir anda serginin etrafını meraklı gözlerle çevirdiler. Hemen bütün kitaplara baktılar, içini açıp okudular. Ama her nedense ortada duran kitaba kimse elini değdiremiyordu. Yavaş uzanan eller, hızla geri çekiliyordu. Onların ellerini geri çeken bir şey mi vardı? Bir süre sonra içlerinde orta yaşlı birisi elini uzattı ve cesaretle (!) kitabı aldı. Sonra elini cebine attı. Biz zannettik ki, para çıkarıp satın alacak. Hiç de öyle olmadı. Gözlüğünü çıkardı ve gözüne taktı. Kitaba bakıp adını okur-okumaz elleri titremeye başladı. Sanki elektrik şokuna tutulmuş gibiydi. Gücünün yettiği kadar bağırmaya başladı: “Ben albay… Siz bu kitabı ne cesaretle satabilirsiniz. Bu yasak kitap. Said Nursî daha yeni Kayseri hapishanesinden çıktı…” Daha pek çok ipe sapa gelmez sözler söyledi. Adeta ağzından çıkanları kulakları duymuyordu. Cevap vermeye çalıştık. Dinleyen nerede? Kitabı sergiye bıraktı ve hızlı adımlarla oradan uzaklaştı. Adamın gürültüsüne duraktaki yolcular da döndüler. Meydan bize kalmıştı. Elimize kitabı alıp Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalıştık. İnsanlar hak verdiler, “Allah yardımcınız olsun” deyip duâ ettiler. Gerçi kimseye o kitaptan bir tane satamamıştık. Ama olsun. Biz görevimizi yapmıştık ya. Duraklar boşalırken biz de sergimizi toplayıp Ankara Yeni Asya Bürosunun yolunu tuttuk. *** Şimdi Bediüzzaman’ın vefatından elli yıl geçti. Onu ve dâvâsını anlatmak için ulusal ve uluslar arası sempozyumlar, paneller, konferanslar, seminerler düzenleniyor. Yerli ve yabancı binlerce ilim adamı onu hayranlıkla anlatıyor. Kitap fuarları Risâle-i Nurlarla şenleniyor. Nurların kokusu olan kitaplar bile satış rekorları kırıyor. Bediüzzaman’ı tanıtmak için TIR’lar ülkeyi bir baştan diğer başa dolaşıyor. Bediüzzaman Hizmet ve Tanıtım TIR’ı geçtiği il ve ilçelerde coşkuyla karşılanıp coşkuyla uğurlanıyor. Adeta Bediüzzaman Said Nursî gelmiş gibi bir hava esiyor her yerde. Said Nursî’nin yaşadığı mekânlar her yıl artan sayıda ziyaretçilerin uğrak yerleri oldu. Risâle-i Nurlar kırktan fazla dünya dilinde okunuyor. Nurları daha iyi anlamak için Türkçe öğrenenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Ondan yıllarca kaçan/kaçırılan insanlar artık ona gözyaşları ile kucak açıp koşuyorlar. Devlet adamları, emniyet güçleri ve belediyeler geçmişten özür dilercesine yapılan hizmetlere katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Demek ki, Bediüzzaman Said Nursî korkulacak, kaçılacak bir insan değilmiş. Çünkü o, hayatını bu milletin imanının kurtulmasına vakfetmişti. Yıllarca insanların üzerine atılan “ölü toprağı” artık dökülüyor. Bediüzzaman, iman hizmetiyle her yerde ve bizimle beraber.
Dipnot: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 544. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Oku kitabını |
Recai Bey: “Kur’ân’da mahşerle ilgili âyetlerde ‘Oku kitabını!’ ibareleri var. Bu ne demektir? Nasıl kitaptır?”
Kitap ya da defter… Yazımı aşamasında defter, amel defteri; öldükten sonra, yazım bitince, defter kapanınca artık kitap olmuş bir mahşer belgesi! Bunlar, insanın ömrü boyunca işlediği iyi-kötü amellerinin yazıldığı mânevî sayfalardır. Başka bir ifadeyle; yazıcı meleklerce tutulan insanın davranışlar kütüğü, ya da insanın yaşadığı bütün hayatın ayrıntılarıyla kaydedildiği ana defter veya insanın kendi davranışlarıyla yazılan ve mahşer günü için esas tutulan kitap. Kur’ân’a göre, kendilerine Kirâmen Kâtibîn denilen şerefli melekler insanın her yaptığını bilip 1 kayda geçirmektedirler. Bu melekler insanla birlikte, insanın sağında ve solunda bulunmakta, insanın söylediği her sözü ve yaptığı her fiili yazmaktadırlar.2 İnsanın ömür boyu yaptıklarıyla yazılıp doldurulan amel defteri Mahşer gününde insana sağından, solundan veya arkasından verilecektir. Amel defteri sağından verilenlerin hesabı çok çabuk görülüyor; bunlar ailelerinin ve yakınlarının yanına sevinçle dönüyorlar.3 “Alın!” derler, “Okuyun kitabımı! Ben, gerçekten hesaba uğrayacağıma inanmıştım.” Bu kimseler pek hoş bir hayata adım atıyorlar. Yüksek bir Cennetin içindedirler. Yanı başlarında Cennetin meyveleri salkım salkımdır. Kendilerine, “Geçmiş günlerde yaptıklarınıza mükâfat olarak yiyin ve için!” deniliyor.4 Kur’ân-ı Kerîm’e göre, bir kısım insanların da amel defterleri solundan veya arkasından verilecektir. Bu kimseler, dünyada âhireti unutup zevk ve eğlence içinde bulunanlar, dirilip Allah’a döneceklerine inanmayanlardır. Bunlar amel defterleri kendilerine arkalarından verilince, “Eyvah; mahvoldum!” diye bağırırlar ve çılgın alevli bir Cehenneme girerler.5 Amel defteri solundan verilen kimseler de, “Keşke, kitabım bana verilmeseydi! Hesabımı öğrenmeseydim. Keşke ölüm her şeyi bitirmiş olsaydı! Malım bana fayda vermedi. Gücüm kuvvetim kaybolup gitti” derler. Bunlar, Şanı büyük olan Allah’a inanmayan ve yoksulları doyurmayan kimselerdir. Orada bu kimselere: “Tutun, bağlayın onu! Sonra, Cehenneme atın! Sonra da, yetmiş arşın zincire vurun!” denir. Bu kimseler için artık ne bir candan dost vardır, ne de kanlı irinden başka bir içecek! Çünkü bunlar kâfirdirler ve bilerek günah işlemişlerdir.6 Tohumların ve çekirdeklerin baharın amel defterinin sayfaları hükmünde olduğunu ve içindeki programların ikinci baharda yeniden, daha parlak ve daha alımlı bir biçimde neşredildiğini vurgulayan Bediüzzaman Said Nursî, insanın hayatının neticesi olan amel defterinin de insanın hizmetine ve ibadetine çok büyük sevap verilmek ve işledikleri günahların hesabı sorulmak üzere muhafaza edildiğini ve mahşer gününde neşredileceğini kaydeder.7 Üstad Bediüzzaman’a göre Cenâb-ı Hakkın Âdil, Hakîm8, Hafîz ve Rakîb9 isimleri insan için amel defteri tutulmasını ve yaptıklarının harfiyen yazılmasını gerekli ve hattâ zorunlu kılmaktadır. Nitekim koca baharın çiçekli meyveli bütün bitkilerinin amel defterleri eksiksizce tohumlarında yazılmakta ve ikinci bir baharda onlara göre eşsiz bir muhasebe içinde sayfa sayfa neşredilmektedir. Böylece kocaman diğer bir baharın, önceki baharı aratmayacak derecede yeryüzünü kaplaması Cenâb-ı Hakk’ın Hafîz isminin ne derece şiddetle tecelli hâlinde bulunduğunu göstermektedir. Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hak, mülkünde cereyan eden her şeyin yazılmasına ve zabt edilmesine çok büyük önem veriyor. Öyle ki, en küçük bir olayı, en ufak bir hizmeti küçük görmüyor; yazıyor, yazdırıyor. Mülkünde gerçekleşen her şeyin sûretini, yaşanan her olayın bütün ayrıntılarını çok çeşitli araçlarla muhafaza ediyor. Hafîz isminin bu yüksek tecellisi gösteriyor ki, insan için ehemmiyetli bir amel muhasebe defteri açılacak, mahiyetçe en büyük, en şanlı ve en şerefli olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesap ve mizana girecek. İnsanın amel sayfaları neşredilecek. Yaşadığı her ânın kaydı eksiksizce tutulan insanın kabre girip rahatla yatmasının, uyandırılmamasının, yokluğa gidip kaçmasının ve toprağa girip saklanmasının imkân dışı olduğunu bildiren Üstad Bediüzzaman, insanın mahşere gideceğini, Mahkeme-i Kübrâ’yı göreceğini ve küçük-büyük her amelinden suâl edileceğini, Kur’ân’ın bunu net biçimde haber verdiğini kaydediyor.
Dipnotlar: 1- İnfitar Sûresi, 82/11-12. 2- Kaf Sûresi, 50/17, 18. 3- İnşikak Sûresi, 84/7,8, 9. 4- Hâkka Sûresi, 69/19-24; İsrâ Sûresi, 17/71. 5- İnşikak Sûresi, 84/ 10-15. 6- Hâkka Sûresi, 69/25-37. 7- Mektûbât, S. 222. 8- Sözler, S. 67. 9- Sözler, S. 75. 10- Sözler, S. 76, 77. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Başörtüsü gel–gitleri |
Başörtüsü meselesinin tam da siyasîlerin gündeminde olduğu esnada YÖK Başkanı Prof. Özcan tarafından yapılan bir açıklama, farklı algılamalara ve gerilimli tartışmalara yol açtı. YÖK Başkanı, kendilerine ulaşan bir şikâyete bağlı olarak, İÜ'de bir öğrencinin kıyafetinden dolayı dersten çıkarılmasının doğru olmadığı, üğretim üyesinin yönetmeliğe aykırı gördüğü bir kıyafet sebebiyle, öğrencisi hakkında üniversite idaresine ancak yazılı olarak durumu iletebileceği yönünde bazı açıklamalarda bulundu. Bu açıklama, aynı zamanda ilgili üniversite yönetimine gönderilen "Öğrenciyi, kıyafetinden dolayı sınıftan atmayınız" mesajlı bir yazıya dayanıyordu. "Kıyafetinden dolayı..." deyince, bunu çoğu kimse "tesettürlü giyim ve başörtüsü" şeklinde anladı. Nitekim, bizi arayan birçok üniversiteli öğrenci, gelişmeleri bu mânâda okuyup anladığını ifade etti. Oysa, YÖK Başkanı Özcan'ın da bizzat yaptığı yeni açıklamaya göre, söz konusu gelişmelerin başörtüsüyle bir ilgisi bulunmuyor. Meğerse, bu hadisenin başlangıcı, bir kız öğrencinin sınıfta başına taktığı şapkaya dayanıyor. Öğrenci, başındaki şapkadan dolayı bed muamele görmüş, bir haksızlığa uğramış ve bu sebeple şikâyetini YÖK'e bildirmiş. İşte, YÖK Başkanı da bu şikâyete binaen İÜ'ye bir yazı göndermiş; öğrencilere bu şekilde müdahale edilmesinin yanlış olduğunu söylemiş. Haliyle, bu haber, gerek medyada, gerek üniversite camiasında ve gerekse kamuoyunda flaş bir gelişme olarak yankılandı. Meselenin mahiyeti, içyüzü daha tam olarak bilinemeden, konuşmalar, tartışmalar her tarafta başını aldı yürüdü. Ortam, bilmem yüz kaçıncı defa olmak üzere, bir kez daha gerildikçe gerildi. Gelinen noktaya bakıldığında ise, şunları söylemek mümkün: * YÖK Başkanı Özcan'ın yazılı ve sözlü açıklamaları, ideal bir mânâyı taşımakla birlikte, yeterli güvenceyi sağlamaktan uzaktır. * Söz konusu yazı ve açıklama, temel insan hakkı olan "başörtüsü hürriyeti"ni sağlamayı garanti altına almıyor. * Bu meseleye şimdiye kadar ciddî, samimî ve rasyonel şekilde yaklaş(a)mayan siyasîlerin, bir kez daha "med–cezir" oyununu oynamaya teşne oldukları anlaşılıyor. * Gözyaşlarını içlerine akıtan, yürekleri ukdelerle parelenmiş olan mâsum başörtüsü mağdurlarının el altından uyandırılan hevesleri, ne yazık bir kez daha kursaklarına hapsedilecek gibi görünüyor. * Bu meyanda hükümet ve siyaset âleminde yaşanan gel–gitler, insanı kahredecek ve güveni temelden sarsacak boyutlara çıkmış bulunuyor. * Türkiye'de uzun zamandır yaşanan bu müzmin derdin, öyle basit, sıradan ve dahi sırıtan birtakım tedbir ve müdahalelerle devâ bulmayacağı hususu, artık iyiden iyiye anlaşılmış olmalı.
Ninelerin başörtüsü ve Yeniçeri kıyafeti
Bazı kimseler, başörtüsünün siyasî ve ideolojik bir anlam taşıdığını iddia ediyor ve şu teklifte bulunuyor: "Başını örtmek isteyen, ninelerimizin baş bağlama şeklini örnek alsın." Bu tip kimseler, yarın çıkıp şöyle bir teklifte de bulunurlar mı acaba: "Askerlerimiz, Avrupaî giysileri terk etmeli, dedelerine benzemeli, meselâ Yeniçeri kıyafetini örnek almalı."
Tarihin yorumu 7 Ekim 1966 Piyasada yerli otomobil var mı?
Piyasa değeri olan, ilk yerli olduğu kabul edilen otomobile "Anadol" ismi verildi. (7 Ekim 1966) Kimi otomobil meraklıları tarafından hâlâ kullanılmakta olan Anadol'un seri üretimine aynı yılın sonlarında başlandı. Vehbi Koç'un sahibi olduğu Otosan Otomobil Sanayi A.Ş. tarafından İstanbul'daki fabrikada üretilen bu otomobillerin kaportası cam elyafı ve polyesterden yapıldı. Anadol marka otomobillerin seri üretimine 1984'te son verilerek, aynı fabrikada Ford Taunus'ların imâlatına geçildi.
Yüzde yüz yerli değil Anadol marka taksi ve kamyonetler için her ne kadar "Yüzde yüz yerli" tâbiri kullanılmakta ise de, bu doğru değildir. Zira, bu otomobilin en mühim parçası olan motor ithaldir. Evet, Anadol üretiminde motor olarak baştan itibaren Ford motorları kullanılmıştır. İlk kullanılan motor ise, Ford'un Cortina modelinin 1200 cc'lik Kent motorudur.
Devrim Bazı kimseler, ilk yerli otomobil üretimi olarak 1961'de TCDD yardımıyla imal edilen "Devrim" isimli otomobilden söz ederler. İçinde N. Erbakan'ın da mühim emeği olan Devrim otomobilinin seri üretimi yapılamadığı gibi, bu otomobil trafiğe de çıkarılamamıştır. Çalıştırıldıktan sonra birkaç metre ilerleyip durmuş, daha öteye gidememiştir.
Düşündürücü nokta Sadece otomobil değil, bilgisayar, cep telefonu gibi ileri teknolojiye dayalı üretim sahasında ülkemizin geri kalmışlığı son derece düşündürücü ve üzüntü vericidir. Türkiye'nin çağ atladığını söyleyenlerin—onlarca ithal markaya mukabil—yüzde yüz yerli marka bir otomobil, bir bilgisayar üretememesini acaba nasıl değerlendiriyor, cidden merak konusu. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Tam isabet |
17 Eylül’den bugüne “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı”yla ilgili olarak, uğradığı yer sayısınca, belki daha da fazla yazıldı, çizildi; TIR, Türkiye’yi turlayıncaya kadar yazılmaya da devam edecek. Burada esas olan, meselenin ardındaki taşıdığı mânâlar. Yazarlarımız, muhabirlerimiz Bediüzzaman’ın hatıralarını hatırlatıyorlar; yaşadığı badireleri tarih tarih aktarıyorlar, yazılarında. Tamam. Bunlara bir sözüm yok; doğruların ta kendisi. Dağıtılan broşürler, teşhir edilen kitaplar; halka karşı hitaplar hepsi yerli yerinde. Bu, hizmet için yola çıkmış kervanın insanlarla teması. Bakınız! O TIR, dorsesinin yani arkasında taşıdığı karoserin hacmince, yüksek mânâlar dolu; neşrediyor cihana. Adı üstünde “Tanıtım TIR’ı”, hareketli bir “pano”; işin görünür hâli böyle. Yaptığı görev, sunduğu hizmet ise şöyle: Bediüzzaman’ı, tanımayanlara değil, “tanıyamayanlar”a; onu, bilmeyenlere değil, “bilemeyenler”e; onun dâvâsını anlamayanlara değil, bir türlü “anlayamayanlar”a yüksek sesli bir hitap, gayrine de ilânât. Geçen Pazar günü icra edilen Bediüzzaman Sempozyumu’nun açılış gününde Sn. Hüseyin Çelik: “Ülke üzerinde bölünme senaryolarının yapıldığı bu zamanda Bediüzzaman’ı tanımaya daha çok ihtiyacımız var. Bediüzzaman’ı anlamış olsaydık ne Doğudaki gençlerde Kürtçülük, ne de Batıdaki gençlerde Türkçülük olmazdı” diyor. Ve, böylece tanıtımın ne derece ehemmiyet arz ettiği bu yönüyle de anlaşılmış oluyor! Bu tanıtım seyahati dosta moral verirken, düşmanı “mort” ediyor. Duymayana, Nûr halesi olurken, kiminin de beti benzi soluyor! İşte sana bir örnek: Uygulama, Erzurum halkından, özellikle de üniversiteli gençlerden yoğun ilgi görürken; bir kısım nâdânlarca saldırıya uğradı. Hem de park halindeyken, hem de savunmasızken! Arkadan vurmak gibi alçakça bir davranış! Endişeye mahal yok; “İt ürür, kervan yürür”! Bu çalışma, demek ki ses getiriyor, maksadına eriyor. Bu da işin bir başka yönü… Beldelerde beklenen “Scania TIR” değil, TIR’ın omuzladığı cihanşümul mânâlar. Bütün vatan sathını adım adım geziyor; uğradığı her mekâna iz bırakıp geçiyor. Gel gör ki Bediüzzaman’ı ve dâvâsını hâlâ anlayamayanlar var; hâlâ anlamamakta ısrar edenler var! Demek ki, bu da, imtihanın bir yönü. Buna rağmen, basılı ve görüntülü medyadan beklenen olumlu yaklaşımın ilki, FLASH TV’den geldi. Yeni Asya yazarlarından Cevher İlhan’ı stüdyosunda misafir edip, çalışmayı duyurdu. FLASH TV’ye, program yapımcısı ve FLASH TV Ankara temsilcisi sayın Yılmaz Tunca’ya konuya gösterdiği duyarlılıktan dolayı alenen teşekkür ederim. Sayın Tunca, ilk sorunun ilk cümlesinde: “Risâle-i Nur ve Bediüzzaman, toplumda, Türkiye’de çok geniş tartışmalara yol açmış, çok da etkili olmuş bir hareket…” tesbitinden sonra meâlen, bu hareketin genel çerçevede, biraz “rölanti”de kaldığı kanaatini ifade etti; ardından da, “Dolayısıyla gençlerin bu konuda eksikleri olabilir” sözleriyle, “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı”yla tanıtım hizmetinin meydanlara inmesinin, geniş halk kitlelerine, aynı zamanda gençlere doğrudan hitap etmesinin isabetli oluşuna ve lüzumuna işaret etti, özetle. Yani, “Harekette bereket var” demek istedi. Zaten, Yeni Asya’nın hizmet üslûbu da bu işte: Aktivite ve aksiyon. Demek hedef, on ikiden vurulmuş! Burada, bu projenin fikrin mimarına ya da mimarlarına; uygulamada emeği geçenlere çokça duâ edelim, teşekkür ekleyerek. Cenâb-ı Hak, ehl-i hizmet, ehl-i himmet kullarını kem gözlerden ve kötü niyetli insî ve cinnî şerlerden muhafaza eylesin. Risâle-i Nûr eserleri, uzun yolun yolcusunu doğru yola iletir. Nûr’lar, gölge etmezler; gölgede de kalmazlar. Çünkü, şahıslar fâni, dâvâlar bâkîdir. Ara sıra farklı rüzgâr esse de! Bu da, böyle biline. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Bosna’da seçim sonuçları neyi değiştirecek? |
Bosna-Hersek’te seçimler yapıldı. Aliya İzzetbegoviç’in oğlu Bakir İzzetbegoviç sürpriz bir zaferle Bosnalıların lideri oldu. İzzetbegoviç, Bosnalıların önceki lideri Haris Silayciç’ten daha yapıcı ve yumuşak. Hırvatlar da ılımlı Jelyko Komsiç’i seçti. Sırplar ise aynı duyarlılığı göstermedi. Ayrılıkçı Neboyşa Radmanoviç yeniden seçildi. Dayton Antlaşması uyarınca üçlü sistemle yönetilen Bosna-Hersek’te barış sonrası doğan umutlar, son dört beş yılda yerini bezginlik ve umutsuzluğa bıraktı. Sırpların sürekli oyun bozanlık etmesi, birleşme ve istikrar umudu olan anayasayı 2006’da boykot etmesi, toplumların kendi içlerindeki siyasal rekabet ve ülkeyi boğan ekonomik kriz, Bosna’nın Avrupa’nın ortasındaki yalnızlığını daha da zorlaştırıyor. Uluslar arası Kriz Grubu’nun Bosna-Hersek raporuna göre; “birbiriyle rekabet veya açık çatışma içinde olan yoğun bürokrasi, birbiriyle çelişen mevzuat, üçlü yapının getirdiği düzensizlikler ülkeyi Avrupa’nın yatırım yapmak için en kötü yeri haline getirmekte ve halkın ekonomik potansiyelini boğmaktadır”. Buna kamu ihalelerinin politikacıların yakınlarına verilmesi, özellikle enerji ve Telekom sektörlerinde koalisyon liderlerinin yönetimi paylaşması, yönetim kurullarına kimin atanacağına karar vermesi durumu daha da kötüleştiriyor. Bu olumsuz tablo içinde, AB’den gelen vizeyi kaldıracağı umudu da Fransa’nın bu karara karşı çıkacağı söylentileriyle zayıfladı. Tek umut İzzetbegoviç’in yapıcı politikalarının ülkedeki üçlü yapıyı bir arada tutması. Onun başarısızlığı, artık beklemeye sabrı kalmayan ülkenin bölünmesi anlamına gelecek. Washington’daki Stratejik ve Uluslar arası Araştırmalar Merkezinin öncülüğündeki Balkanlar görev gücü müdürü Ioannis Armakolas’a göre, böyle bir kriz bütün bölgeyi etkileyecektir. Bu noktada Türkiye’nin bölgedeki arabuluculuğu büyük önem taşıyor. Sırbistan’la kurulan dostluk ilişkileri de Bosna-Hersek’te sallanan parçaları bir arada tutan önemli unsurlardan birisi. Osmanlı’nın Balkanlardaki altın mirası, çoğu parçası AB’ye üye olmasına rağmen Avrupalı olamayan Balkanlarda istikrarın ve kaynaşmanın sağlanmasında hâlâ etkisini gösteriyor. Uzun süren iç savaşın yaralarının kapanması en az iki kuşak alacak gibi görünüyor. Ama Boşnaklar ve Hırvatlar acılarını içlerine gömüp, varolmak için bir olmalarının gerekli olduğunun farkındalar. Sırplar da artık bölünmenin kendi yararlarına olmadığını, Bosna-Hersek’in kendi kaderleri olduğunu görmek zorundalar. Kısacası; seçimlerin sonuçlarının tek umut verici yanı İzzetbegoviç’in Boşnakların liderliğini kazanması. Umarız başarılı olur. Bu arada Avrupa Birliği’nin de bir zamanlar gözleri önündeki soykırımını görmezden geldikleri Bosna-Hersek’e verdikleri vizeyi kaldırma sözünü tutmalarını bekliyoruz. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Hanefi Avcı olayı |
Haliçte Yaşayan Simonlar’ kitabı ile Türkiye’nin gündemini değiştiren Hanefi Avcı’nın yasadışı bir örgüte yardımcı olmaktan tutuklanması farklı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bir yanda, yıllarını sol örgütlerle mücadele yapmakla geçirdiğini söyleyen deneyimli, makbul bir istihbaratçı ve saygın bir emniyet müdürü; diğer yanda Hanefi Avcı’nın yazdığı kitaptan dolayı üstünün çizildiğini iddia ederek cemaat-devlet ilişkilerini tartışmaya açanlar. Malûmunuz, ‘Haliçte Yaşayan Simonlar’ kitabı Türkiye’de cemaat yapılanmalarının devleti ele geçirmeye yönelik stratejilerle dolu olduğunu iddia etmekte ve yetkililere suç duyurusunda bulunmakta. Türkiye’de, cevabı ancak mahşerde öğrenilebilecek öyle zor sorular vardır ki, bunlar üzerine hayatımızı kurgulayıp bir tarafta yer almak bizi büyük yanılgılar içinde bırakabilir, dahası asli görevlerimizden bizi uzaklaştıracak bir tavra sürükleyerek bizi rûz-ı mahşerde sorumlu hale getirebilir. Hanefi Avcı olayı da böyle bir olaydır. Mü'min duyarlılığı bu tür olaylarda çok dikkatli olmayı ve konuşmayı gerektirir. Zira, tek gayesi iman ve Kur'ân hizmetleri olması gereken cemaatleri siyasî labirentlerin içinde tartışmak, derin işler içinde değerlendirmek bizi de yaralayabilir. Hayatının hiçbir anında polislik işi olmamış, istihbarat işlerinin nasıl yürüdüğünü bilmeyen, derin işlerle ve derin kişilerle hiç karşılaşmamış biri olarak Hanefi Avcı’yı değerlendirecek değilim. Ne böyle bir birikime ne de böyle bir hakka sahibim. Hanefi Avcı’nın bir kadınla ilişkisinden yola çıkarak onu ahlâksız, defolu da ilân etmeyeceğim; ya da Baykal’a başka türlü Avcı’ya başka türlü davrananlar gibi ikiyüzlülüğün içinde de olmayacağım. Dün Hanefi Avcı’yı “bizim adamımız” diye gururla yüceltip bugün “hain çıktı” diyerek yerin dibine sokanlarla da aynı çizgide durmayacağım. “Avcı, yazdığı kitapla kasasını doldurdu, gerisi hikâye” diyen ucuz bir edebiyatın içinde de olmayacağım. Kitabın ilk nüshasında cemaatle ilgili kısım yokmuş, ikinci kısım sonradan eklenmiş, bu cemaate yönelik derin bir operasyonun ilk adımıymış gibi tartışmaların içine de girmeyeceğim. Ben, tamamen bizi ilgilendiren, dikkat edilmediği takdirde yıkıcı sonuçlar doğurabilecek, bizi derinden yaralayacak daha önemli bir konuyu ısrarla vurgulayacağım. Türkiye’de cemaatlerin tartışılır hale gelmesi, üzerinde ısrarla ve önemle durulması gereken bir husustur. Dikkat edilmelidir ki, davası yalnız ve yalnız bu milletin imanını kurtarmak, iman hakikatlerinin vicdanlardan başlayarak toplumun en üst katmanlarına kadar yayılmasını sağlamak olan Bediüzzaman’ın tartışılma şekli ile bugünkü cemaat tartışmasının ekseni çok farklıdır. Bediüzzaman; dindışılık üzerine kurgulanan, içinde dini motiflere yer vermeyen bir modernlik anlayışıyla dizayn edilen yeni Türkiye’nin önünde tehdit unsuru olarak görüldüğü için tartışıldı, tehdit edildi, zindanlara mahkûm edildi. Bugün yer yer “Nurculuk” ismi de zikredilerek dile getirilen tehdit ise hukuk dışı, gayr-i meşrû ve ahlaki yollarla devleti ele geçirme suçlamasıdır. Oysa Nurculuğun ne pratik ne de teorik zemininde buna rastlamak mümkün değildir. Cemaat kavramının politize olması, cemaatlerin siyasetle görünür hale gelmeleri, siyasi bir iktidarın arkasında bir güç olarak addedilmeleri, daha da kötüsü cemaatlere ait gizli bir gündemden söz edilerek devleti ele geçirme sendromunun horlatılması İslâm’ın ter ü taze iman esaslarının da engellenmesine, hor görülmesine, dışlanmasına yol açabilecektir. Asıl tehlike budur. Bizim gayemiz vicdanlarda gerçekleştirilecek inkılaplarla ilgili olmalıdır. Bizim işimiz uhuvveti tesis ederek bu milleti bölünmelerden, çatışmalardan koruyabilmek olmalıdır. Bizim işimiz, imanlı gençler yetiştirerek bu vatana ve millete faydalı olmaktır. Yetişenler bir yerlere gelmiş, bir makama sahip olmuş, makamını bu milletin hizmetine aracı kılmış. Ne alâ! Tabiî olan budur. Hukuk ve ahlâk dışı yollarla bir yerlerin sahibi olmaya çalışmak ne cemaatlerin işidir ne de kendini insan bilenlerin. 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Risâle-i Nur’u okumak |
Risâle-i Nur’u anlamak ve Bediüzzaman’ı tanıtmak için yapılan çalışmalar her geçen gün artmakla birlikte, yapılan çalışmaları yeterli görmek mümkün değil. Çünkü Risâle-i Nur’a her insan muhtaç ve bu hakikatleri muhtaç olanlara ulaştırmak için de durmadan çalışmak gerekiyor. İstanbul’da yapılan ve önceki gün sona eren “9. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu”nda sunulan tebliğlerden biri “mutluluk” üzerineydi. “Materyalizm, Hedonizm, Maneviyat ve Mutluluk: Risâle-i Nur Okuyucuları Üzerinde Yapılan Ampirik Çalışmanın Sonuçları”nı dinleyicilerle paylaşan Dr. Furkan Aydıner, çalışmasını şöyle özetledi: “Risâle-i Nur, mutluluk kaynağı.” İlk bakışta ‘slogan’ gibi gelen bu tesbit, yapılan bir araştırmanın sonucu olarak ortaya çıkmış. Aydıner ve çalışma arkadaşları Risâle-i Nur okuyan 1500 kişi üzerinde bir ‘anket’ yapmışlar. Anket, ABD, Florida State Üniversitesi, Nöroiktisat ve Mutluluk Araştırmaları Merkezi’nce yapılmış. Ekip, zenginlik ile mutluluk arasındaki bağı da araştırmış. Aslında mutluluk bir hayat tarzı. Bilindiği üzere ABD en zengin ülkelerden biri, ama her halde ‘vatandaşının en mutlu olduğu ülke’ denilemez. Araştırma sonunda bizce sürpriz olmayan neticelere ulaşılmış. Meselâ günde 10 ya da 15 sayfa Risâle-i Nur okuyanlar kendilerini ‘çok mutlu’ kabul ediyormuş. Tabii bu ‘mutlu grup,’ Risâle-i Nur Külliyatı’nın tamamını 7 defa okuduğunu da ifade etmiş. Özetle, az okuyan ‘az mutlu’, çok okuyan ‘çok mutlu’ oluyor. Araştırmanın başka dikkat çeken yönleri de var, ama Risâle-i Nurların okunması noktasındaki ısrarın sebepsiz olmadığı anlaşılıyor. “Ruhu sıkılan” günümüz insanını ‘ilâç’la mutlu etmek mümkün mü? Bakınız, Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Zübeyir Gündüzalp bu araştırma yapılmadan yıllar önce ne demiş: “Risâle-i Nur’u beş sayfa okuyan imanını kuvvetlendirir, on sayfa okuyan kendini muhafaza eder, on beş sayfa okuyan şevke ve gayrete gelir, yirmi sayfa okuyan hizmet eder.” (Yeni Asya, Hasan Yalçın’la yapılan röportajdan, 12 Nisan 2008; http://www.yeniasya.com.tr/2008/04/12/roportaj/default.htm) Risâle-i Nur’da da Risâle-i Nur okumanın dünyevî faydaları şöyle sıralanır: 1- Rızıkta bereket. 2- Kalbde rahat ve sürûr. 3- Maişette suhûlet. 4- İşlerinde muvaffakiyet. 5- Talebelik fazîletini almakla bütün Risâle-i Nur Talebelerinin has duâlarına hissedâr olmak. (Emirdağ Lâhikası, s. 165; Şuâlar, s. 369) Çağımız insanının her türlü sorularına cevap sunan Risâle-i Nur Külliyatı’nı okumanın elbette sadece ‘maddî faydaları’ yok. Bunlardan daha fazla manevî faydaları var. Maddî faydaları zikretmek, Risâle-i Nurları okumaya teşvik içindir. Son araştırma da bu bilgileri tasdik ve teyid etmiş olması bakımından önemlidir. Huzurlu ve mutlu olmak için buyurun Risâle-i Nur okumaya... “Vakit bulamıyorum” bahanesine sığınmadan... 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Heykel ve turizm |
Bir büyük otobüs firmasının Karadeniz sahillerindeki dinlenme tesislerinden birinin tam girişinde kocaman bir heykel var: Elinde kurulu bir yay tutan açık saçık bir genç kadın heykeli. Amazon kadınıymış. Güya Amazonlar o bölgede yaşamışlar. Bölgeyi ziyarete gelen ya da getirilen turistleri o—hâşâ—modern ibadethanede alış verişe çekmek için imal ve ikame edilen bu heykel, sanki bir tür tapınağın önündeki tuzak totem gibi. Üstelik sun’î, ne tarihî bir değeri var bu heykelin, ne de hakikî bir önemi. Ama o şimdi orada var. Hem de bakınız, neye rağmen ve neyle beraber! Şimdi benimle beraber siz de hayal ediniz: Hacdan dönen kafile yemek molası vermiş. Ak pak hacı teyze, bir eli bastonunda, bir eli oğlunun kolunda, durmuş, garip bakışlarla heykeli süzüyor. Oğlu ise hacı anasına cevap yetiştiriyor: “Ne var bunda anacuğum, turist çekiyorlar işte, ne güzel.” Hacı teyze Amazon kadınının heykeline yabani bakıyor. Oğlu ise farklı. Bu olay bize iki ders veriyor: Birincisi, “Ahir zamanda salih ve saliha ihtiyarlarınızın dinine-itikadına tâbi olunuz” hadis-i şerifi elhak doğrudur. İkinci ders ise şu: Oğlu her olaya ekonomik ve her seyahate turistik baktığı için, bir hemşehrisinin Karadeniz’de bir başka sun’î turistik mekâna, hem de en sun’îsinden plastik sanat eseri ve şenaat tesiri bir heykel dikmesi kendisine hiç de garip gelmiyor. Belediye başkanı da, yöneticisi olduğu şehirde zaten var olanların yakınına ya da uzağına çeşitli din ya da devlet adamlarının başka heykellerini dikebilirse kendisini başarılı yönetici sayacağını açıklıyor. Acaba “heykel” mi yanlıştır yoksa “filancanın heykeli” mi yanlıştır? Heykel fikri doğru ise “filancanın heykeli”ne yanlış deme hakkınız yoktur. Heykel yanlış ise herkes için yanlıştır. Üstelik filanca yanlışsa heykeli olsa da yanlıştır olmasa da. Nitekim Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî adlı eserinde (s. 245’te) Necmettin Şahiner’in aktardığına göre, Bediüzzaman da bu hususta, ekonomiye, turizme ve diğer izmlere değil, doğrudan doğruya Kur’ân’a dayanmış ve “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise, hastaneler, mektepler, yetimleri koruyan yurtlar, mabedler, yollar gibi âbideler olmalıdır” demiş. Yoksa, “Filancanınki olsun ama feşmekancanınki olmasın” dememiş. O halde soralım kendimize: “Neler oluyor bize? 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Elektronik silâhlara karşı süngü |
Kâinattaki en değerli varlık insandır. Gelişmişlik düzeyini gösteren en belirgin unsur da insan hayatına verilen önem ile ölçülmektedir. Bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmekle eşdeğer olduğunu ifade eden Kur’ân hükmü vardır. Dinimiz, bırakın bir başka insanı öldürmeyi kendi hayatına kıymayı dahi büyük günah sayar. Buna mukabil vahşileşmiş insanlar yüzyıllarca pırasa gibi insan doğramışlar, hatta son yüzyılda ırkçılık ve menfaat yüzünden 1. Ve 2. Dünya savaşlarında milyonlarca insan acımasızca öldürülmüştür. İnsanların öldürerek hiçbir yere varılamayacağı nihayet yavaş yavaş anlaşılmaya başlandı. Öyle ki toplum sağlığını tehdit ettiği anlaşılan ürünleri satanlar için dahi ömür boyu hapis cezası da dâhil olmak üzere ağır cezalar getirilmeye başlandı. Fakat ne yazık ki ülkemizde 10 ton civarında hastalıklı et sattığı iddiası ile suçlanan insanlara doğru dürüst ceza bile verilmedi. Sadece gıda konusunda mı? Diğer birçok konuda da insan hakkı ihlâlleri ayyuka çıkmış durumda. Maalesef toplum olarak insana ve insan hayatına gerekli değeri vermiyor, özen göstermiyoruz. Bunun tipik bir örneği de askerlik sistemi konusundadır. Yıllarca konuşulup tartışıldığı belki de sağcısı ve solcusu toplumun bütün katmanlarınca kabul görmüş bir konuda yani “profesyonel askerlik” konusunda ne yazık ki ilerleme kaydedebilmiş değil. Bu konuda 15 yıldan daha fazla bir sürede gazetemizde yazılar yazmış, hatta çeşitli sivil toplum örgütlerinde seminerler vermiş birisi olarak geldiğimiz noktada hükümetimizin politikalarını üzülerek izliyor ve derin endişelere kapılıyorum. Zira hâlâ “tek tip askerlik” adı altında mükellef askerlik sistemi toplumumuza dayatılmakta, en geri kalmış toplumlar liginde yerimizi almak için yoğun uğraşlar verilmektedir. Hükümet ve silâhlı kuvvetler yöneticileri şunu iyice bilmelidir ki; toplum olarak bu yönetim anlayışını hak etmiyoruz. Bizi çağdışı ve faşist askerî politikalar ile medeni toplumlar yanında geri bırakmak isteyenler büyük bir ayıba imza atıyorlar. Yazımızın başlığını “elektronik silâhlar” şeklinde attım. Aslında bu dönem dahi geride kalmıştır. Şimdilerde savaşlar internet ve bilgisayar ortamında, kıyasıya yapılmaktadır. Meselâ İran’ın nükleer santrallerine “stuxnet” adı verilen bir bilgisayar virüsü ile saldırıya geçilmiş birçok tesis kullanılamaz hale getirilmiştir. Elektrik santralleri, sanayi kuruluşları ve bunların bilgi işlem merkezleri, yazılım programları hedef alınarak çökertilmektedir. Savaş san’atının en son geldiği noktada “siber” veya “sanal” saldırılar en yıkıcı tesiri icra etmektedirler. Programlamadaki akıl almaz gelişmeler film senaryolarına konu olmakta bunun ötesinde gerçek hayatta dahi hedef alınan ülkelere ağır zayiatlar verdirilmektedir. Bütün bunlara mukabil hâlâ kas ve kol gücüne dayalı, asker sayısına önem veren hatta Avrupa’nın en büyük ordusunu beslemeye çalışan bir silâhlı kuvvetimiz var. Utanmadan bunun ne büyük bir marifet olduğunu söyleyen insanlara rastlıyoruz. Allah, akıl fikir versin, ne diyeyim… Evet, mevcut askerlik sistemimiz askerî, sosyal ve ekonomik olarak sürdürülemez hale gelmiştir. En kısa zamanda modern askerliğin gereği olan profesyonelleşmeye mecburuz. Bakın yıllar önce Sırbistan’ın Kosova’ya saldırısını örnek göstererek tarihî bir dönemden geçtiğimizi vurgulamıştım. Sadece birkaç pilotu riske ederek hiçbir piyade askeri kullanılmadan Sırbistan devleti dize getirilmiştir. Hatta bununla yetinilmemiş devlet başkanları Miloseviç’in yargılanmak üzere mahkemeye sevk edilmesi sağlanmıştır. Öyle bir döneme girdik ki hiç rahatını bozmadan kahvesini yudumlarken güdümlü mermiler sayesinde savaş kazanan ordular var. Bunu görmemek ve hâlâ Prusyalılardan kalma askerlik sistemlerini savunmak körlükten başka bir şey değildir. Savaş, generallere bırakılmayacak kadar önemlidir. Hele hele bizdeki gibi başörtüsü ile mücadele etmeyi en önemli görev sayan generallere hiç bırakılmaz. Başbakan Erdoğan, genelkurmay başkanları ile gizli anlaşma yapma siyasetini terk etmeli, bir başbakana yakışır şekilde gerekli emir ve talimatları vererek silâhlı kuvvetlere kumanda etmelidir. Artık “darbe yapılır” endişesine de gerek yoktur. Zira darbelerin gizli savunucusu olmuş bir partinin yani CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “darbe olursa tankların karşısına ilk ben geçerim” diyerek meydan okumaktadır. Daha evham ve şüpheye gerek yoktur. Askerî vesayete derhal son verilerek demokratik kuralların egemen olduğu bir yönetim sistemine en kısa zamanda geçilmelidir, vesselâm… 07.10.2010 E-Posta: [email protected] |