Görüş |
Bediüzzaman’ı Beyazıt Meydanı’nda dinleyerek vedalaşmak
Yeni Asya Medya Grup olarak hazırlanan ve Anadolu’nun en batı ili Edirne’de, Selimiye Camii önünden 17 Eylül’de hareket ederek yola çıkan “Bediüzzaman TIR’ı”, Trakya, Marmara, Karadeniz, İç, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Akdeniz ve Ege Bölgelerimizi dolaştıktan sonra yaklaşık “8000 km” yol yaparak, okuyucularımızın duâları ile bugün turunu noktalayacağı İstanbul Beyazıt Meydanı’nda olacaktır. Buradaki programlardan sonra “TIR” veda edecek. Ancak ben ne kadar alışık olsam bile “vedalar” hep bana zor gelmiştir. Hele mânen Üstadı temsil eden bir şeyle vedalaşmak daha da zor olacaktır. Onun için bugünki yazım hem uzun, hem duygulu olursa sabrınıza sığınacağım. TIR’ımızla “hayâlen” yolculuk yapmaya devam ediyorum: Dün Kurtköy’de “TIR’ı” İstanbullulara teslim ettikten sonra, görevi ifanın rahatlığı ile kendimize zaman ayırmaya çalıştık. İbrahim Bey koordinatör olduğu için onu yanımıza alamadık. Çünkü Çamlıca Tepesi’nden “TIR’ın” boğazı geçtiğini seyredecektik, o da bunu resmedecekti. Gelemedi, ama inanıyorum ki o bunu en güzel şekilde çizecektir. Başka zaman bu fırsatı bulamayacağımız, hem İstanbul şehrini, hem de Bediüzzaman’ın hayatını yazma uzmanı ve Anadolu’dan dolu dolu gelen İslâm Yaşar Ağabeyi kendimize rehber almak istedik. Sağ olsun kırmadı, bizi kendisine misafir gibi kabul etti. Bu vesile ile Kayseri’de ona yemek bile yediremediğimizin mahcubiyetini bir kez daha hissettik. O bizi öyle bir ziyafete götürdü ki, bütün aç ruhları doyuracak özellikte idi. Bu satırları okuyacak çok dostumuz bu yolculuğumuza hayli gıpta ile bakacaktır. Ve onun rehberliğinde “Adım adım İstanbul”da “Adım adım Bediüzzaman’ı takip etmeye” başladık: İlk önce, Çamlıca Tepesi’ne çıkıyoruz. Bediüzzaman’ın durduğu yerden şehri “temâşâ” ediyoruz. Geçen hadise-i tarihiyelerin yelerini İslâm Bey tek tek anlatıyor. O esnada “TIR” köprüde görünüyor ve bizi selâmlayarak boğazı geçiyor. Gözden kaybolana kadar izliyoruz, sonra biraz sahile bakıyoruz, bir kayık gözümüze ilişiyor; sanki Bediüzzaman’ın vesveseli zâta söylediği kayık gibi duruyor, çünkü kullanıcının kıyafetleri bizim elbiselere pek benzemiyor. Çamlıca’dan, Yûşâ Tepesine gidiyoruz. Orada Bediüzzaman’ın izlerini İslâm Bey anlatırken; münâcâttan “bir ders” dinliyoruz. Burası çok güzel, ama gidilecek yer çok. Boğazda Said Halim Paşa konağına varıyoruz. Maddî ve manevî yanmış hâlini görüyoruz. Bediüzzaman’ın “Beni bünyaya çağırma, ona geldim fena buldum” dediğini duyar gibi oluyor ve oradan ayrılarak hayali seyahatimize devam ediyoruz: İngilizlere karşı dağıttığı “Hutuvat-ı Sitte”sinin basıldığı matbaaya varıyoruz. Geceleri bu eseri İstanbullulara nasıl ulaştırdığını İslâm Bey anlatırken “Çam Dağı’nı Yıldız Sarayı’na değişmem” dediği sarayın önünde duruyoruz. “Darülfünun sevdası için” geldiğinde “ihsan-ı şâhâneyi reddettiği için” gönderildiği “tımarhanenin” içine giriyoruz. Doktorun yazdığı raporu tam karşımızda buluyoruz, ama Osmanlıca bilmediğim için okuyamıyorum. İslâm Yaşar mahcubiyetimi anlıyor ve okumaya başlıyor: “Eğer, Bediüzzaman deli ise, dünyada akıllı yoktur.” Buradan Eyüp Sultan dergâhına geliyoruz. “Eyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. (...) Kalbime ihtar edildi ki: Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır” dediği yere varıyoruz, kabristana bakıyoruz. İslâm Yaşar, Üstad’ın yaşadığı zaman ile bugün arasındaki farkı anlatıyor. Zaman çok az, İstanbul büyük, Bediüzzaman ise çok hızlı… ”Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camii’nin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki (….)” diye tarif ettiği yere geldiğimizde, bu anlatılanlar kulağımızda yankılandı durdu. Biz de burada teberrüken “bir Yasin-i Şerif” okuyarak dışarı çıktık. Kendisine “İstanbul’da Eyüp’e gelirsem lokantada misafirin olurum” dediğim ve bizi hoşgörü ile affedeceğini düşündüğüm değerli dostum, Kağızmanlı Hacı İsmet’in lokantasının önünden, çınarların yanından, güvercinlerin zikirleri eşiğinde geçiyoruz. Midemizin yemeğe çok iştahlı olmasına bakmadan Beyazıd Camii’ndeki hafızların Kur’ân okumasına yetişmeye çalışıyoruz. Yolda hızla devam ederken Fatih Camii yanında Şekerci Hanı bize bakar gibi duruyor. İslâm Bey takılıyor bize ”Her suâle cevap verilir, ama sual sorulmaz. Varsa sorunuz sorun” diyor. “Şu görünen levhanın olduğu oda onun odası” diye ekliyor. Yolda “hamallara ve taburlara” verdiği nutukları biraz anlatıyor. Beyazıd Camiine yaklaşıyoruz. Çok kalabalık, zar zor içeriye girebiliyoruz. “İstanbul’un Bayezid Cami-i Mübarekine, Ramazan-ı Şerif’te ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, semâvî yüksek hitabıyla beşerin fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir sûrette ‘Küllü nefsin zâiketü’l-mevt’ (Her nefis ölümü tadıcıdır) fermanını, hafızların lisanı ile ilân etti.” (Bak: Lem’alar, 26 Lem’a) dediği yere oturmak istiyoruz, ama içeri dolu olduğu için daha gerilerde oturabilecek yer buluyor, hafızların Kur’ân tilâvetinden sonra dışarı çıkarak Beyazıt Meydanı’na geliyoruz. Hurşit Paşa’nın idam sehpalarına karşı “Zalimler için yaşasın Cehennem!” sadasını işitiyoruz. Burada İslâm Yaşar’ı bırakmak istemiyoruz, ama programı başlamak üzere olduğu için vedalaşıyoruz. Hayalen “ruhumuza verdiği bu nefis İstanbul ziyafetinden” sonra midemizin “hâlâ aç olduğu” aklımızın ucuna bile gelmiyor. İslâm Yaşar, bize bunları anlattı, ama yazı sınırımız dolduğu için daha fazla yazamıyorum. Çünkü bu yazı o kadar uzadı ki, editörümüz yazıyı sıkıştıracak sahife bulamadığı için yayına vermese kimsenin bir diyeceği olmaz. İslâm Yaşar bugün Beyazıt Meydanı’nda, saat 14.00’te, tam Bediüzzaman’ın konuştuğu yerde bunların çoğunu anlatacak; siz bugün burada olacağınız için bizzat dinlersiniz. Hem çocuklarınızı, eşlerini ve dostlarınızı da alın öyle gelin, panayırı andıracak meydanda asla sıkılmazsınız. Çünkü burada İstanbul, hem Anadolu’nun tecrübelerini değerlendirecek, hem de bütün şehirlerin çekirdeği mânâsında İstanbullulara “Bediüzzaman’ın İman ve Kur’ân dâvâsının” ziyafetini verecektir. Ayrıca, sinevizyon gösterisi, kitap dağıtımı, ikramlar ve müzik yayınları ile program akşam saatlerine kadar devam edecek. Buna Yeni Asya Medya Grubun bütün birimleri katılacak. Genel Müdürümüz ve Yönetim Kurulu Başkanımız birer konuşma yapacak, “TIR’a” emeği geçenlere plâket verilecek. “TIR’ın” çevresinde kitap sergisi, Bizim Aile, Genç Yaklaşım, Can Kardeş ve Köprü dergileri ile takvim, gazete tanıtım standları kurulacak. Yeni Asya’nın değerli yazarları da kitaplarını imzalayacaklar. Bir de yemek uzmanı hanım okuyucularımız bir jest yapacak ve hazırlayacakları kermeste nefis tadımlıklar sunacakları gibi “Bizim Radyo” da bu meydan içindeki olayları canlı olarak dinleyicilerine aktaracaktır. İnanın, ayağım “kırık” olmasaydı, kızımın düğün hazırlıklarına bakmaz Kayseri’den atlar gelirdim. Benim gibi hayalen “TIR’ı” takip edenler vücutları ile burada olmayacak, ama ruhları, yürekleri, duâları, sevinçleri ve heyecanları ile burada olacaklardır. Bedelime gitmek isteyenlere de şükranlarımı sunacağım. Plâket takdiminde eğer TIR Genel Koordinatörü Ali Toker Bey, TIR’ın arkasındaki “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” afişini “hoş bir seda için” Kayseri Yeni Asya Temsilciliği’ne hediye ederlerse, “hayır” demeyeceğiz. Bizden sonra gelen arkadaşlar da bu afişi temsilciliğimizde koruyacaklardır. Üniversite imtihanlarında, İstanbul Üniversitesi Hukuk ve Edebiyat Fakülteleri ilk tercihlerimdi. Eğer 1981 yılında kazanmış olsaydım, Beyazıt Meydanı’nda Üstadın nutkunu zaman zaman okumayı düşünüyordum. Bugün ise bizzat kendisi okuyacak gibi hissedeceğim. Ankara’dan ilk alıştırma ile başlayıp, Erzurum’dan “nöbeti devir alarak” sürdürdüğümüz “TIR yazı devriyesini” Kayseri yerine, İstanbul’da tamamlamak durumunda kaldık. Artık yarınki gazetede bana yazı yazmak düşmeyecek. İstanbul gibi bu işin ehillerinin merkezi olduğu yerde, bizim gibi az liyakatli ve Anadolu’nun iptidâi hâleti ile kalem oynatanlar arka sıralarda durmalı ve onları takdir ile izleyerek, bu civanmert arkadaşlarımızın çalışmalarını tebrik edip, duâ ile takip etmelidir. “Fuzuli-i Bağdadi gibi müfarakat eden dostları düşünerek enin edip, ‘Vaslını yad eyledikçe ağlarım’ (……) ‘Dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin’” gibi ayrılmayacağız. “Hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar…” diyen Üstad’ın bu manzara karşısındaki “bahar çiçeklerini” görmenin sevincini bizlere bıraktığını biliyoruz. O, “kışta geldi.” Biz ise “baharda” gelenlerin müjdeleri karşısında “sevinçten gözlerimiz yaşaracak” mânâsında ağlayacağız. İsterseniz, bu gün, bu yazıyı okuduktan sonra, eğer vaktiniz olursa, eve gittiğiniz zaman televizyonu kapatıp, 26. Lem’a’yı okursunuz, benim aldığım tattan daha fazlasını alacağınızı göreceksiniz. Küçük bir kısmını burada yazdıklarımızı birinci kaynaktan okumuş olursunuz. Son sözüm: Bugün burada, İstanbul’da, “Beyazıt Camii’nde hafızları dinledikten” sonra dışarı çıkıp Beyazıt Meydanı’ndaki kalabalığın arasına karışan Bediüzzaman’ı dinlediğimiz gibi, günün birinde Ayasofya’da “öğle namazı kılıp” oradan çıkarak Şam’a gidip, Emeviye Camii’nde Cuma Hutbesinde “Hutbe-i Şamiye”yi dinlemeyi de Cenâb-ı Hak bizlere nasip etmesi niyazı ile “TIR’a” gönlünde en küçük bir yer barındıranlara hürmetlerimi sunuyor, “TIR” vesilesi ile yazdığımız yazıları iştiyakla takip eden okuyucularımıza lâyık olabilmek için duâlarını bekliyorum. Yazarken doya doya ağlama lezzetini aldığım bu “TIR” yazılarına “veda” ederken, yeni tarz yazılarda buluşmak üzere Allah’a ısmarladık!
ŞERİF GÜNDÜZ |
17.10.2010 |