Basından Seçmeler |
Seçimden önceki en âcil reform: Barajı kaldırmak
Hep söylüyorum, hükümet her şeyden önce, tek taraflı olarak, muhatap filan aramadan, hiç kimseden bir şey beklemeden; Meclis’teki partilerle uzlaşma derdine de düşmeden, boynunun borcu olan reformları yapmalı. Bunların kimisi hemen yarın gerçekleştirilebilecek kadar kolay işler; kimisi biraz daha çetrefil. Ama içlerinde bir tanesi var ki seçimden önce mutlaka halledilmeli: Yüzde 10 barajın indirilmesi... Benim anladığım kadarıyla, aslında AK Parti kurmay kadrosunun önemli bir kesimi de yüzde 10 barajın daha fazla sürdürülemeyeceğini, bu barajın inmesi gerektiğini kabul etmiş durumda. (Nitekim bunu yurtdışında bazı platformlarda dile getiriyorlar.) Ama bütün çabaları bu seçim dönemini de atlatmak; 2011 seçimlerine de bu barajla girmek; tek başına iktidarı riske atmamak. Ondan sonra da muhtemelen Başkanlık Sistemi’ni devreye sokarak barajın indirilmesinin sakıncalarını gidermek... Böyle düşünüyorlar. Ama bence yanlış yapıyorlar. Çünkü Türkiye’nin şu anki siyasi koşulları, yüksek barajın yol açtığı “temsilde adaletsizlik” tablosunu bir beş yıl daha taşıyabilecek durumda değil. Baraj her zaman, bütün ülkelerde temsil meselesi açısından bir problem yaratır. Ama acaba kaç ülkede, oy oranı kimi illerde yüzde 80’lere, yüzde 90’lara varan, ülkenin koca bir coğrafi bölgesinde çoğunluk oyuna sahip olan bir partinin parlamento dışında kalmasına yol açacak ölçüde vahim bir “problem”dir bu? Türkiye siyaseti böyle anormal bir tabloyu beş yıl daha taşıyamaz. Kimse Kürtler’den temsil haklarını ellerinden alan bu baraja bir beş yıl daha tahammül etmelerini isteyemez. Hem siyasetin önündeki bu barikatı koruyup hem de “çözüm şiddet değil siyaset” nakaratını tekrarlamaya devam etmek en hafifinden ayıptır, Kürtler’le dalga geçmektir. Düşünün ki AK Parti “Kürtler’in parlamentoda temsili bir beş yıl daha bekleyebilir” dediğinde Kürtler de kalkıp “Peki o zaman, barış da beş yıl daha bekleyebilir” derse ne olacak? ««« Bu konu açıldığında hep altı çizilen bir nokta var: Parlamenter sistem, “yönetebilir demokrasi”yi sağlayabilmek için, yönetimde istikrar ile temsilde adalet arasında bir denge bulmak zorunda deniliyor. Doğru. Ne var ki bu denge statik bir şey değildir. Belli bir anda ve belli bir ülkede bu dengenin nasıl oluşacağını belirleyen sihirli bir formülü hiç kimse veremez. Öyle zamanlar olur, istikrarlı ve güçlü bir yürütmeye sahip olmak o kadar hayati bir önem kazanır ki, kamuoyu “temsilde adalet” arayışlarını belli bir süre için ikinci plana itebilir. Yine öyle zamanlar olur ki, parlamentonun temsil kabiliyetinin güçlendirilmesi, demokrasinin işlemesi açısından temel mesele haline gelir. Bu yapılmadan iktidarın meşruiyetinin güçlendirilmesi, dolayısıyla “güçlü yönetim” oluşturulması da imkânsız hale gelmiştir. İşte böyle zamanlarda, temsilde adaleti sağlamak söz konusu “denge”nin olmazsa olmazıdır. Bana kalırsa Türkiye şimdi temsilde adaletin ön plana geçmesi gereken bir dönem yaşıyor. Ülke son sekiz yıldır tek parti tarafından yönetiliyor. Bu dönem aynı zamanda demokratik rejimin niteliğine ilişkin çok önemli reformların yapıldığı bir dönem oldu ve doğrusu bu sekiz yılda güçlü bir tek parti iktidarına sahip olmak büyük bir avantaj oldu. Ne var ki artık, devletin transformasyonu gibi çok önemli bir sürece başka siyasi güçlerin de katılmasının hem süreci hem de toplumsal barışı güçlendireceği yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Demek istediğim o ki, koalisyonlardan bu kadar korkmamız için bir neden yok. Yüzde 10’luk baraj makul bir düzeye çekildiği takdirde, 2011 seçimleri yaşadığımız değişim sürecinin devamı konusunda anlaşan bir koalisyonu sandıktan çıkarabilir ve böyle bir koalisyon pekâlâ istikrarlı bir yönetim kurabilir. Unutmayalım ki, Türkiye’de çok önemli ve radikal nice yapısal reform üçlü koalisyon döneminde gerçekleştirildi.
Gülay Göktürk, Bugün, 16.10.2010 |
17.10.2010 |
Atatürk resimleri
“Burada neden Atatürk resmi yok?” Yıllar önce dükkâna hacze gelen icra memurunun, bu soruyu şaşkınlıkla sorduğunu zannetmiştim. Meğer tehditmiş. Ertesi gün “Bir tebligatınız” var diye karakola çağrıldım. 80’li yıllardı. Önder Somer’e benzemeye çalıştığı her halinden belli olan başkomiser, birlik ve beraberliğe ne kadar muhtaç olduğumuzu anlattıktan sonra, karakol bölgesindeki bütün işyerlerinde başlattığı seferberliğin öneminden söz etti. Daha önce görev yaptığı yerlerde Atatürksüz hiçbir iş yeri bırakmadığını, gelir gelmez (benim de namını çok iyi bildiğim) bir matbaayla anlaştığını, muhik bir ücret karşılığı edinebileceğimi bana bildirdi. Karakola gerçekten tebligat almak için gelmiştim. Hoş, dönem de o dönem değildi ama böyle durumlarda zaten çatışmacı olamam. Tek tip eşofman için şehrin öbür tarafındaki spor malzemeleri satan dükkânı adres gösteren beden eğitim hocasıyla da çatışmamıştım. Hepimiz niye flüt çalmak zorundayız, diye sormak da aklıma gelmemişti müzik hocasına. Burada da aynı şeyi yaptım. 12 Eylül’ün hemen ertesinde Konsey üyelerinin de posterini basmış olan matbaadan, ‘muhik’, yani bir haftalık asgari ücret tutarında para ödeyerek kalpaklı bir Atatürk posteri aldım. Altında “İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamaz” diye bir sözü vardı Atatürk’ün. Ben matbaadan çıkarken, köşedeki taksi durağının sahibi, giriyordu. Hatta “Erkan kardeş hangisinden alıyoruz” diye sordu bana. “Kafana göre al birinden” dedim, ben de. Matbaa üç farklı Atatürk basmıştı. Birisi mareşal üniformalı olanıydı, meşrebime uygun bulmadım. Bir diğerinde hatırladığım kadarıyla “Nereden baksan güzel/ Nereden baksa güzel” gibi dizeler vardı. Bizim tüpçü esnafının, komşu egzozcu ve kaportacıların “Erkan ağbi şimdi burada şair ne demek istemiş” gibisinden sorularına muhatap olmamak için, daha basit ve galiba solcuların daha çok tercih ettiği kalpaklı posterle dükkâna döndüm. Mucur’dan terfian gelmiş baş komiser üç beş gün sonra “bir çayımı içmeye”, yani teftişe geldi dükkâna. Masamın arkasına değil de, yan duvara, vergi levhasının yanına astığım posteri görür görmez, gözleri ışıldadı. Daha doğrusu, nemlendi. “Tabii yapamazlar” dedi. “Kim, ne yapamaz baş- komiserim” dedim. “Maslahatçılar” dedi, sonra çay bardağının üstüne birikmiş köpüğü kaşığıyla alıp yere silkti. Bir süre daha sustu. “Esaslı devrim yapamaz tabii” dedi. Ben de aynı lafı tekrar ettim. “Tabii ki yapamaz” dedim. Posterin yerini yadırgayacağını düşünmüştüm. Hiç oralı olmadı. Bu arada matbaadan aldığı ‘satış raporları’ başkomiseri çok şaşırtmıştı. Esnafın posterlere gösterdiği ilgiden memnundu memnun olmasına ama bu kadar çok dükkânın Atatürksüz olmasını da içine sindiremiyordu. “Öyle değil başkomiserim” dedim, “arkadaşlar posterleri güncelliyor.” Yine gözleri nemlendi. Çok memnun ayrıldı yanımdan. Her ne kadar Önder Somer’e benzemeye çalışsa da, Hulusi Kentmen şefkatiyle yaptıramayacağı şey yoktu baş-komiserin. En azından kendisi öyle sanıyordu. Sonraki günler dükkânın ziyaretçi trafiğinde gözle görülür bir artış oldu. 60’lı yıllarda televizyon giren evlere ‘hayırlı olsun’ diye gelenler olduğu gibi “Erkan sen hangisinden aldın” diye merak duygusuyla şöyle bir uğrayanlar da az değildi. Bir iki yıl sonra başkomiserin doğuda uzak bir yere tayini çıktı. Emekliliği gelmişti. Dişçilikte okuyan kızını bahane ederek meslekten ayrıldı, posterleri basan matbaaya müdür oldu. Daha doğrusu yine bir çay içmeye geldiğinde uzattığı kartvizitinde öyle yazıyordu. Yerine gelen başkomiserin bir gün esnafın ileri gelenlerinden bir heyeti kabul edeceği söylentisi yayıldı. Ben çok ayak diredim gitmemek için. “Aramızda ağzı laf yapan sensin” diyenler oldu. “Orda laf yapmaya gerek yok, üstelik tehlikeli bile olur” dediysem de ikna edemedim. Yeni başkomiserin talebi aslında çok basit ve çok netti. Ama o bunu akademili olduğundan mıdır nedir, çok karmaşık anlatmayı tercih etti. Bazı işyerlerinde Atatürk’e ait olduğu iddia edilen devrim lafının geçtiği resimlerin olduğundan dem vurdu. Nazik bir dönemden geçtiğimizi, Atatürk’e sığınarak kimi hassasiyetleri kaşımanın kimseye bir fayda getirmeyeceğini anlattı. Geçmiş dönemde ‘şüphesiz’ iyi niyetle yapılan bazı uygulamalara bundan böyle cevaz verilemeyeceğini söyledikten sonra, İskitler esnafı olarak bizim de aynı hassasiyetle davranmamızı ‘hassaten’ rica etti. Tek tip olarak hazırlanan posterler için de bize Mithatpaşa Caddesi’nde bir matbaayı işaret etti. Niye hatırladım bunları, valla ben de şimdi bilemedim.
Erkan Goloğlu, Radikal, 16.10.2010 |
17.10.2010 |
Emekli paşayı kızdıran soru
Necatİ Özgen Paşa, 33 erin şehit edilmesiyle ilgili soruya sinirlendi. Sinirlenince, “biz bugün burada konuşabiliyorsak ordumuz sayesinde” dedi..Yumruğunu masaya vurarak sordu: Siz silahlı kuvvetleri ne zannediyorsunuz. Böyle bir soru nasıl sorulur. Biz Mehmetçiği yemeyiz yediririz, giymeyiz giydiririz, onlar içeri girmeden biz girmeyiz, onlar yatmadan biz yatmayız.. Böyle bir anlayışa sahip olan kurum, kendi askerini vurur mu?” 33 er meselesindeki denklemi, o soruda sözü edilen ihtimal doğru ise bu tip faaliyetlerin yabancı servisler tarafından nasıl yürütüldüğünü ben şahsen paşanın anlamasını beklemiyorum. O tarihte (93) bugünküne benzer şekilde hava yumuşamış, Kürt meselesini kökünden halledebilir miyiz arayışları var. Örgüt eylemsizlik kararı almış. Dolaylı görüşmeler başlamış. Tam o günlerde 33 erimiz şehit edilmiş. Bugün cevabı aranan soru da şu: PKK, 33 eri biz öldürmedik dediğine göre erlerimizi kim şehit etti? Bu katliam çözüm yolunu tıkamak için mi yapıldı? Paşa bu soruya öfkelendi, sanki kastedilen orduymuş gibi savunmaya geçti. Bu konunun tartışıldığı ortamlarda, kim şehit etmiş olabilir, sorusuna cevap aranırken orduyu ima eden hiç kimseye rastlamadım. Ama Ergenekon yapılanması ile terör örgütünün ilişkileri gündeme geldiği zaman söz konusu yapılanmanın bu işte de parmağı olabileceği bazı ipuçları olduğu söylendi. Emekli paşaya da bu ihtimali soracaklardı, soramadılar. Muhtemelen paşa böyle bir ihtimali de kabullenemezdi. Ben yüksek dirayetimle, o dönemde uçan kuştan, konan sinekten haberdardım. Böyle bir şey olsa benim haberim olurdu, sonucunu çıkarırdı. ... Yemedik yedirdik kısmına gelince hemen herkes askerlik görevi sebebiyle kurumun işleyişine aşina. İnsanlar o kurumda en azı altı ay bir buçuk sene zaman geçiriyor. Yeme, içme, giyme, giymeden giydir, yatırmadan yatma işinin nasıl yürüdüğü biliniyor. İnsanlara kendi yaşadıklarının ve gördüklerinin reklamını yapmak... Hemen hamaset kanalına geçmek ne kadar tesirli olur. Propaganda da bir sanattır. Emekli paşaların üslubuna bakılırsa bu işten de habersizler. Bağırınca işlerin çözüleceğini zannediyorlar.
Ahmet Sağırlı Türkiye, 16.10.2010 |
17.10.2010 |
Ordunun hizmetkârları
Oral Çalışlar gündeme getirdiği, Hasan Cemal’in ve benim altını çizdiğimiz, çeşitli gazetelerde yer bulan bir subay mektubu hakkında ne ilgili kurumdan ne ilgili bakanlıktan ses çıkmadı... Mektup şöyleydi: ‘Türkiye’de yaklaşık 185 bin er, tamamen posta, kuaför, berber, görevli gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet veriyor. Ayrıca 32 bin asker de koruma adı altında yine kişilere hizmet veriyor. 14 bin asker de lojmanlara hizmet veriyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendini milletin bağrında gibi gösterip, milletten uzakta, sivillerden tam bağımsız kendi lojmanı, kendi mahkemesi, kendi hastanesi ve kendi hegemonyası içinde bulunması ve bütün bunları disiplin gerekçesiyle kamufle etmeye çalışması gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür. Askerlikle bir ilgisi olmayan hizmetlerde çalışan asker sayısı, yukarıdaki rakamları topladığımız zaman 231 bin ediyor. Örneğin, Alman ordusunun şu anki toplam personel sayısı 247.000, İtalya’nın 195.000, İngiltere’nin 173.000. Avrupa’daki büyük orduların çoğunun toplam personel sayısı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarya sektörü’nde çalıştırılan personel sayısından daha az...” Tespit doğru ve vahim... Bu yapıya ilişkin sivil sorular arttıkça, tepkiler çoğaldıkça Türkiye hem sivilleşme hem demokrasi yolundaki ilerleyişinde hız kazanacaktır. Ama açıktır ki ordunun siyasi işleviyle yapısı arasında temel bağlar bulunur... Zorunlu askerlik ilkesine dayanan devasa ordular ideolojik ordulardır... İdeolojik orduların ana işlevleri dış tehdit kadar, içe yönelik tehdit algılaması üzerine kuruludur. Şöyle söyleyelim: Dev görünümlü, ezici çoğunluğunu bizlerin, zorunlu askerlik hizmeti yapanların oluşturduğu bir ordu, toplumdaki asker-millet imajının da, militarist duyuların da önemli gıdalarından birisidir. O zaman askerlik tartışması sadece sivil bir tartışma değil, aynı zamanda siyasi bir tartışmadır... Sadece bir ilke sorunu değil, bir insan hakkı sorununa işaret etmektedir... Ve ülkenin sivilleşme sürecinde er ya da geç gelip işin merkezine oturacaktır...
Ali Bayramoğlu, Yeni Şafak, 16.10.2010 |
17.10.2010 |