Lahika |
Bayezid Camii’nde... İstanbul’un Bayezid cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerif’te ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. SEKİZİNCİ RİCA İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum. İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid Cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerif’te ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, semâvî yüksek hitabıyla beşerin fenâsını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” (Her nefis ölümü tadıcıdır. [Âl-i İmrân Sûresi: 3:185]) fermanını, hafızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!” İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve adeta âşık olduğum dünya bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allahaısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” âyetinin külliyetinde, “Nev-i insanî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek” mânâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu. İşte bu hâlette vaziyetime baktım ki, medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık, yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı, dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin mâşukası olan dünya, pek süratle zevâle kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvâkına baktım, hiçbir faydası olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok. Yine tam uyanmak için, Kur’ân’ın semâvî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Camii’ndeki hafızları dinlemeye başladım. O vakit, o semâvî dersten “İman edenleri ve güzel işler yapanları müjdele...” (Bakara Sûresi: 25) nevînden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ân’dan aldığım feyizle hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve meyusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki, ayn-ı dert içinde dermanı buldum. Ayn-ı zulmet içinde nuru buldum. Ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum. En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm.
Devamı için bakınız: Lem’alar, 26. Lem’a, 8. Rica
LÜGATÇE lâyemûtâne: Ölmeyecekmişçesine. zîhayat: Hayat sahibi, canlı. medar-ı ezvak: Zevklerin kaynağı. menşe-i ahzân: Hüzünlerin kaynağı. sakîl: Ağır, can sıkıcı, çirkin. hodfüruşluk: Kendini beğendirmeğe çalışmak. |
17.10.2010 |