Mehmet YAŞAR |
|
Bizim Radyo Beyazıt Meydanı’nda |
Bundan tam bir ay önce ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'ı’ büyük ve kutlu bir yolculuğa çıkmıştı. Edirne’den başlayan yolculuğu her geçen gün artan heyecanıyla bütün Türkiye’yi sardı ve elliyi aşkın şehir merkezinde, caddelerde, meydanlarda sevenleriyle buluştu. Bizim Radyo, bu büyük heyecanı an be an gerçekleştirdiği canlı yayın bağlantılarıyla bütün dünyaya duyurdu. TIR'ımızda bulunan Yeni Asya Gazetesi’nden muhabir arkadaşlarımız, bölge koordinatörleri, TIR'ımızı karşılayacak illerdeki insanların heyecanları, TIR'ımızın ayrıldığı illerdeki mutluluk bütün ayrıntılarıyla Bizim Radyo’dan dinleyicilerimize aktarıldı. TIR'ımıza Erzurum’da yapılan o çirkin saldırı, ilk Bizim Radyo aracılığıyla olayın gerçekleştiği sabah bütün dünyaya duyuruldu. Çok şükür ki bu olayın dışında her daim güzel haberler duymanın mutluluğunu yaşadık. Bölgelerinden dönen koordinatörlerimiz yolculuk boyunca yaşananları haber bültenlerimizde anlattılar. Bütün bu yayınları kaçıranlar için internet sitemizin arşiv bölümüne ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'ı Bağlantıları’ kategorisi ekledik. Tekrar o heyecanı yaşamak isteyenler sitemizin arşiv bölümünü ziyaret edebilirler. İşte bir ay boyunca yaşanan bu büyük heyecanın bugün sonuna geldik. ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'ı’ 17 Ekim Pazar günü (bugün) İstanbul Beyazıt Meydanı’nda Final Programıyla bu büyük yolculuğu noktalıyor. Bediüzzaman Said Nursî, 100 yıl önce Türkiye insanına hitap ettiği Beyazıt Meydanı’nda şahs-ı manevisiyle bir kez daha bütün dünyaya seslenecek ve Bizim Radyo o hitabı, o heyecanı bütün coşkusuyla sizlere aktaracak. O gün, Yeni Asya Medya Grup bütün birimleriyle Beyazıt Meydanı’ndaki yerini alacak. Bizim Radyo’da canlı yayın aracıyla meydandan bütün program dinleyicilerimize aktarılacak. Saat 12:00’de Aysun Bilge özel programla stüdyoda yayında olacak. Final Programı öncesinde son gelişmeleri, dinleyicilerin heyecanını canlı yayında paylaşacak. Saat 13:00’den itibaren yayınımız Beyazıt Meydanı’ndan Fatma Yılmaz ve İbrahim Bedir’le devam edecek. Meydandan son gelişmeler, röportajlar, faaliyetteki son durum canlı yayında dinleyicilerimize aktarılacak. Saat 14:00’de ‘Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'ı’ Final Programının naklen yayını gerçekleştirilecek. Bizler bu tarihi ve büyük finali, o gün İstanbul Beyazıt Meydanı’nda olamayacaklar için naklen yayınlayabilmek adına büyük bir heyecanla hazırlıklarımızı ve çalışmalarımızı tamamladık. Radyo olarak ilk defa açık alandan naklen yayın yapacak olmanın heyecanını sizlerle paylaşmak üzere 17 Ekim Pazar günü herkesi Bizim Radyo’ya kulak vermeye dâvet ediyoruz. Her türlü görüş ve teklifleriniz için [email protected] elektronik posta adresinden bizlere ulaşabilirsiniz. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
HSYK seçimi ve sonrası |
Yeni HSYK’yı oluşturacak üyeler için bugün seçim yapılacak. Kurulun başkanvekili ile üç asil ve üç yedek üyesinin istifa etmesine dair tartışmalar ise hâlâ devam ediyor. Hükümetin istifalar için yaptığı yorum, Başbakanın “dört dörtlük şov” sözüyle ifade edildi. Konunun doğrudan muhatabı konumundaki Adalet Bakanlığı ise, istifaları, “devam eden seçim sürecini etkileme gayreti” olarak niteledi. Ayrıca, Yargıtay veya Danıştay üyeliklerine dönecek olan istifacılar içinde bu yüksek mahkemelerdeki başkanlık veya başsavcılık seçimleri için “yatırım” yapanlar olduğu öne sürüldü. Bu iddiaların gerçekliği ve doğruysa muhatapları için istenen sonucu verip vermeyeceği, söz konusu seçimler yapıldığı zaman görülecek. İstifaların, sahipleri açısından umulan etkiyi meydana getirememesinin bir sebebi, görev sürelerinin dolmasına yakın bir zamanda gerçekleşmiş olmaları. Öyle ki, bu üyelerden biri, süresinin bitimine sadece üç gün kala istifa etmiş. Başkanvekilinin süresi de Aralık’ta doluyormuş. Diğer üyeler ise, 2012’ye kalacak biri haricinde, gelecek yıl görevlerini tamamlayacaklarmış. Üzerinde durulan bir diğer nokta, istifaların zamanlaması. İktidar cenahının bu hususta yaptığı “Niye bu kadar geciktiler?” yorumu, ilginç bir şekilde, prensip olarak istifacılarla aynı safta bulunanlarca da paylaşılıyor ve seslendiriliyor. “İstifa gerekçesi olarak açıklanan ‘Kurul 17 Ağustos’tan beri çalıştırılmıyor’ argümanı geçerli olsaydı, şimdiye kadar çoktan ayrılmaları gerekirdi. İstifalar özellikle referandum öncesi açıklansaydı, çok daha etkili ve vurucu bir çıkış yapılmış olunurdu. Artık iş işten geçti, bu saatten sonra bu atraksiyonun anlamı yok” deniliyor. Bu arada, istifacıların gerekçelerine katıldığını söyleyen, ama kendisi istifa etmeyip şimdilik devamda karar kılan üyeye dikkat etmek lâzım. Cezaevlerindeki bol ölümlü “hayata dönüş” operasyonlarında Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü olarak gösterdiği “performans” sebebiyle, AKP iktidarınca devlet madalyası, Yargıtay ve HSYK üyeliği ile ödüllendirilip, sonrasında, özellikle de son dönemdeki HSYK odaklı krizlerde hep ön planda gözüken bu üye acaba niye tek başına yola devam etmeyi tercih etti? Konuyla ilgili soruları “Ben kurulun hafızasıyım. Bilgi ve birikimlerimi yeni seçilecek üyelere aktaracağım” diyerek cevaplandıran bu üye, “Benim sorumlu olduğum bir kesim var” diyor. Bu sözüyle acaba kimi veya kimleri kast ediyor? Ve kurulda kalmak suretiyle, bu kesime karşı olan sorumluluklarını nasıl yerine getirmeyi düşünüyor? Dediği gibi, yeni seçilecek üyelere bilgi ve birikimlerini aktararak mı, yoksa “Bakanlıktan gelecek tekliflerin aynen kabul edildiğini gördüğümde ben de istifa ederim” sözüyle işaretini verdiği üzere, tek başına da olsa, daha stratejik bir zamanlama ile yeni bir krizin tetikleyicisi olma misyonunu mu üstlenecek? Ya da, istifa etmeyip tek başına devam kararı vermek suretiyle, kendisini oraya getiren iktidara vefa mı gösteriyor? Yani, o kriz ve çatışma görüntüleri, bir “danışıklı dövüş”ten mi ibaret? Bilemiyoruz. İlerleyen süreç içinde bu soruların nasıl cevap bulacağını ise birlikte göreceğiz. Netice olarak, HSYK artan üye sayısı ve tekrar düzenlenen yapısı ile yenileniyor. Bu yenilenme, yargıdaki işleyişte yaşanan kriz ve tıkanmaları bitirip bir rahatlamaya vesile olacak mı? Temennîmiz öyle olması. Ama mağlûbiyet ve dışlanmışlık psikolojisi içinde iyice bilenen bir kesimin, elinde tutmaya devam ettiği “mevziler”de, “vuruşarak çekilme” mantığıyla direnişini sürdürme işaretleri verdiği unutulmamalı. Ve daha şimdiden, HSYK’ya üye seçimlerinde gözlenen “kamplaşma”nın, oluşacak yeni kurulda ve onun üzerinden tüm yargı camiasında yeni kriz ve gerilimler üretmesine fırsat vermemek için, asıl gerekli olan zihniyet dönüşümünü hızlandıracak yapısal reformlar âcilen yapılmalı. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Yaşadıkların sana bir şeyler söylüyor |
İnsan hiçbir şeyi sadece yaşamış olmak için yaşamıyor. Başına gelenlerin ve geçenlerin ilk bakışta göremediğimiz o kadar çok anlamı olabiliyor ki… Kendimizin bile unuttuğu birçok anı ve yaşanmışlık yıllar sonra başka bir hikâyenin kahramanı olarak karşımıza çıkabiliyor. O dönem niye yaşadığını anlamadığın sahneler, sonra anlamlı repliklere dönüşebiliyor. Seni Yaratan asla döküntü yaratmıyor, seni ihmal de etmiyor, sadece imhal ediyor, bekletiyor… Yaşadıklarının hiçbiri kalıcı değil, sürekli kalmaya da niyetli değil… Sen şikâyet ettiğinde ve sızlandığında sırtındaki yükü de artıyor. Gittiğin her yere yükünü de taşır hale geliyorsun. Atlayıp gidemediğin, kalbinde aklayamadığın her şey, ruhunda kara izler bırakıyor. Seni yolundan da alıkoyuyor aslında… Oysa şikâyet eden şüpheye düşer. Kalbindeki emniyeti ve huzuru kaybeder. Bildiği yerlerde kaybolup, yitip gider. Kendi kişisel haritan, senin kişisel ihtiyaçların, zaafların, yaraların ve zayıf yanlarına uygun şekilde çizilmiştir. Devamını göremediğin her yol, kör dağlara döner önünde… Nice açık yollar dururken, kendini karanlık kuytularda bulursun.. Ya da en azından sana öyle görünür. Doruktan bakarsan yol haritana, nice açık yollar görürsün, ama sadece yürüdüğün yola odaklanırsan, yol daraldığında, bitti, tükendi sanırsın… Yürüdüğün her yol sana yeni hikâyeler anlatır. Hiç canın sıkılmaz, yüreğin de daralmaz… Hikâyenin sahibi yolun da sahibidir. Yolu sevdiği ve koruduğu gibi seni de sever ve korur. Emniyetli yolculuklar yaşarken, seyrettiğin her şey, yolun ilerideki kısımlarında sana azık olarak döner. İpuçları sunar önündeki görünmezliğe dair… Bilinmez gibi görünen her şey, ışıklı aydınlık bir yola dönüşür… Sen yeter ki, sükûnetli bir teslimiyetin sahibi ol, Yüreğindeki şüpheyi savur tozlu yollara, Öfkeni duânla yıka, üzerini sakin küllerle ört Soğut kalbini inciten bütün ateşleri Yaşadığın her şeyi anlamlı yolculuklara dönüştürene Ve seni çok sevene bırak yüreğini… Bırak etrafındaki öfkeli, şikâyetçi bakışları Yorma içindeki kalan umudunu Kimseyi incitmemeye verdiğin söz gibi, İzin verme yüreğinin hoyratça kullanılmasına Sen değerlisin, en çok değer verenin, adını hep ananın kulusun O neyi yaşamanı murat ediyorsa, sadece yolu takip et Yorma kendini çıkmaz sokaklarda, yanlış yollarda Kendine zulmetmeyi de bırak artık ne olur… Yoldaki işaretler O’nun senin için koyduğu ışıklar gibidir Onları doğru okumaya odaklanırsan eğer, Bırak yürümeyi, koşarak gidersin buralardan... 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Selim GÜNDÜZALP |
|
İlk abdest |
Sakin adımlarla yürüyordu. Attığı her adımın ne kadar önemli olduğuna inanarak. Soğuk bir güz günü, caminin şadırvanına yöneldi. Adımları onu götürüyordu sanki. O, adımlarını değil... Şadırvanda tenha bir yer aradı, buldu. Önce üzerindeki paltosunu, ardından ceketini çıkardı. Tâ çocukluğundan kalma o eski günlere gitti. Her şey yerli yerindeydi. Şimdi bir soru vardı: Acaba sırayı tutturabilecek miydi? Bir an tereddüt etti. Sonra cesaretini toplayıp, “O kadar da değil!” dedi. Gözlerini kapadı, niyet etti o vaktin abdestini almaya. Önce ellerini güzelce yıkadı. Sonra ağzına, sonra burnuna götürdü suyu üçer defa. Hayret! Duâları da unutmamıştı. Onlar da hafızasının bir köşesindeydi… Sonra da yüzünü… Bu kısmın abdestin ilk farzı olduğunu çok iyi biliyordu. Ardından elleri dirsekleriyle beraber yıkamak ve başı avucunun içiyle mesh edip sırasıyla kulakları ve elinin tersiyle enseyi sıvazlamayı, en sonunda da ayakları da yıkamak gerektiğini çok öncelerden, mahalle camiinin imamından öğrenmişti daha küçükken gittiği Kur’ân dersi sırasında. Ellerini, yüzünü değil; kollarını, ayaklarını değil; sanki ruhunu yıkıyordu. Çeşmenin sarı kurnasını itinayla açıp suyu sicim gibi ipincecik akıtmıştı. En az suyla abdestini itinayla almaya çalışıyordu. Ayaklarını yıkarken sol elini kullanıyordu. Demek ki unutmamıştı. Hatta abdest duâlarının bir kısmını da… Hatta abdest sonrası yapılan duâyı bile. Hayret! Bu hafıza da ne acip şeymiş doğrusu. İçine giren bilgiler, nerelerde saklanıyormuş, lâzım olduğunda nasıl çıkıyormuş bir bir meydana. Hayret doğrusu!.. Kâğıt mendille ayak parmaklarının aralarını kuruladı. Çoraplarını ve ayakkabılarını giydi. Ceketini ve paltosunu da. Islak yüzünü silmeye çalışmadı; öylece bıraktı. Kıbleye döndü, bir şeyler mırıldandı. Güneyden esen rüzgârın yüzünü kurutmasını ya da okşamasını bekliyordu tâ çocukluğundaki gibi. O zamanlar da öyle yapardı. Gözlerini kapar beklerdi güneyden esen rüzgârlar yüzünü silsin, okşasın diye. Çevredeki cıvıl cıvıl sesleri fark etti. Kuş sesleri, çocuk sesleri, satıcı sesleri ve araba sesleri… Ne kadar farklı ses vardı. Onları duydu bir bir. Allah Allah… Abdest alınca sanki her bir organın dili de çözülüyordu. Paslanmış duygular cilalanıyordu sanki. Yıllarca kapalı kalmış kapıların ardından nasıl ki hiç görünmemiş yeni simalar, yeni manzaralar çıkıyorsa orta yere, aynen öyle olmuştu onun için de. Hiç, ama hiç birbirine benzemeyen sesleri fark etmişti. Abdestin sadece kendi hayatını değil, birçok hayatları da nasıl değiştirdiğini hakkalyakîn o sırada anladı. Dağ gibi bir yük kalkmıştı omuzlarından. Sonsuz bir huzur kaplamıştı içini. Bunu daha önce de yaşamıştı. Çok ama çok eskiden… Tanıdığı, bildiği bir şeydi bu. Belki de bundan daha iyi bildiği bir şey yoktu hayatta. Peki, niye bu kadar uzaklarda kalmıştı? Neden uzatmıştı bu vuslatla arayı? İşte orası tam bir kördüğümdü. Hepimizin zaman zaman yaşadığı türden bir kördüğüm… Hayatta küçücük bir kırılma ânı olur bazen. Bir şeye kızar, çıkar gider insan. Bir daha da o mekâna hiç uğramaz. Allah’ın evine uğramayalı da yıllar olmuştu. Ama hep içinde tuhaf bir duygu vardı; mahcubiyet vardı hep camilerin önünden geçerken. Hele de babasının namaz kıldığı caminin yanından. Üzgündü, suçluydu. Kendini bu noktada hiç affetmiyordu. Ne kokular, ne sesler, ne güzellikler kaçırdığını yaşamadan anlayamaz insan. Ah, bu bahçelerde geçen ne günler vardı. Şimdi oradaydı. Bahçede güz gülleri açar da, koklamaz mı insan? İçinde her sabah, her gün, defaatle güller açar da, onları okşamaz mı, koklamaz mı hiç insan? Allah ne güzellikler, ne güzel gül bahçeleri uyandırıyor içimizde de, ilhamın en güzelini sunuyor her gün defaatle de, koklamıyor, içine çekmiyorsa ve uyanmıyorsa insan, suçlu kim diye düşünürdü hep o zaman da, şimdi de. En sevdiği şeydi düşünmek ve okumak. Kalbinin gıdasıydı. Birden eski dost seslerden birini hatırladı “Gaaaaak” diye bağıran. Ayaklarının yakınına bir ceviz düştü. Kurnaz kargaların işiydi. Ohooo, öyle ibretlik ve seyirlik işler vardı ki bu caminin bahçesinde, anlatmakla bitmezdi, orada olup yaşamak gerekirdi. Geçen günlere bir ah çekti. Burası insanı her yönden tatmin edecek, ibretlik, seyirlik ve derslik, ne derseniz deyin, acip, garip manzaralarla doluydu. Al, gözüm, seyreyle. İşte böyle… Zor olmamıştı, ama çok da kolay olmamıştı. İlk adım ne kadar da yavaş ve sakindi. Attığı adımların ağırlığını ve kararlılığını tek tek ölçercesine yürüyordu. Bir fetih yürüyüşüydü sanki. Bu adımları da ömrü boyunca belki hiç unutmayacaktı. Ellerinden, yüzünden, o güz günü, ıslak kollarının üstünden ve ağzından nasıl dumanların çıktığını da unutmayacaktı. Yüzünü nasıl tatlı bir sevincin ve tebessümün kapladığını da. Allah’ın istediği bir şeyi yapmak, ne kadar da huzur veriyor insana. Bir kere, içi değişiyor, içinin içi de, içinin içinin içi de değişiyor. Bu işin niçini yok. Karar verdi mi bir kere insan, rahmet de elinden tutup yâr oldu mu, ne âlâ!... Bir damla nasıl sebepsiz yere düşmüyorsa, toprağın üstündeki bir zerrenin de nasıl onda hakkı var ise, rahmet bir damla olup düşüyordu o kalbe, buluyordu o kalbin sahibini. Ve onun adımlarını yönlendiriyordu hedefe doğru. O sımsıcak iklime... Ruhların, canların, kulların o güzide topluluğuna doğru. *** Daha vakit vardı. Bahçedeki havayı solumak da gerekirdi. O da bir parçasıydı bu işin. Molalar da yürüyüşe dâhildi. Namazın sırrı, abdestin sırrıyla beraber demleniyordu şimdi. Tamamlıyordu çehreyi, çekiyordu kendine doğru bu bîçareyi. Ayak, ayaktı; el, eldi; yüz, yüzdü; göz, gözdü şimdi. Öyle güzel bakıyordu ki; eliyle yüzünü, gözünü yokluyordu. Bir damlayı itinayla eline aldı. Bakmaya başladı. O bir damlada hayatı seyrediyordu. Elindeki bir damlaydı, belki de hayatıydı. Sonra yerine koymak istercesine bir hamle yapıp, çenesinin altındaki bir başka yere bıraktı. Sonra yanaklarından süzülen o tuzlu, sıcak damlalardan birini aldı. Billur gibi damlalardan birini… O damlada ışıldayan bir küçük gün ışığına bakıyordu hayran hayran. “Allah’ım, ruhumdan kaynayan, gözümden kayan şu bir damlayı ömrümün duâsı kabul et!” dedi. Silemedi, silemiyordu da elindeki o damlayı. Onunla duâ ediyordu. Öylece kaldı. Şahadet parmağının üzerindeki o damlaya bakıyordu. Durdu, baktı… Baktı, durdu... O en güzel duâyı okudu: “Essalâtü vesselâm aleyke yâ Rasulallah!” O sırada sarı saçlı, mavi gözlü, güzel mi güzel, küçük bir kız çocuğu geldi babasıyla beraber şadırvana. Eğildi çeşmeden su içmek için. Çocuk ona, o çocuğa baktı. Çeşmeyi açmak için davrandı, hemen sağ eliyle hafifçe açtı, çocuğa buyur etti. Ufaklık, daha önceden dersini ezberlemişçesine hafifçe eğildi ve ağzını çeşmenin kurnasına dayadı. Kana kana içti. Durup nefesleniyordu, tekrar içiyordu. Durup nefesleniyordu, sonra tekrar içiyordu. İçti de içti… Çocuğa baktı, ama bir yandan da gözyaşlarını saklamak istiyordu. “Aynen ben…” dedi. “Benim eski günlerdeki hâlim. Ne kadar da benziyor hareketleri” diye geçirdi içinden. “Ben de bu çeşmelerin sularıyla serinlerdim çocukken. Koşar oynar, gelir içerdim… Koşar oynar, gelir içerdim… Allahuekber… Demek ki, bu caminin çeşmeleri bir anne memesi gibi içirmiş, doyurmuş bizi. Onun için ayrılamıyormuşuz buradan. Şimdi anladım.” Bir caminin çeşmesinden bir yudum su içen, artık bağlanmıştır bir kere, kopamaz oradan, asla uzaklaşamaz. Aradaki kutsal bağın, belki de çok kimse farkında değil. Anayla çocuk arasındaki ilişki gibi… Bir yudum su içen bu çeşmeden, bir daha kopamaz. Bir daha asla buradan ayrılamaz. Şadırvanlar, çeşmeleriyle, sularıyla, böyle doyurur, işte böyle besler, böyle büyütür. Ve öyle bir yerinden bağlar ki kalplerimizi Allah’ın evine, şaşarız. Yıllar sonra gelir işte, bu şadırvanın önünde oturur, ağlarız. Kaldığımız yerden seyr-i sülûkumuza başlarız. Su içtiğinizi de zannetmeyin o çeşmelerden. Su gibi gözükse de, su gibi süt içeriz. Kıvamı da başkadır, tadı da. Bu çeşmenin suları, bu bahçenin havaları, hatta bu bahçenin kuşları bile farklıdır. Ötüşleri, susuşları, hepsi farklıdır. Müezzin konuşurken susmayı bilir onlar. Eseceği vakti bilir rüzgâr. Salınacağı anı bilir dallar. Terbiyeli bir koronun parçasıdır onlar. Zikrini vaktinde yapar onlar. Edeb yâ hû… Edeb yâ hû… Rüzgârın sesi bu. Vaktinde eser, vaktinde gelir. “Adın Ayşe mi senin?” dedi. “Evet” dedi. “Zehra’sı da var mı?” “Evet” dedi. Başını salladı. “Nerden bildin?” “Benim bir torunum var da, onun da adı Ayşe Zehra. Okula gidiyor musun?” “Evet, anaokuluna gidiyorum.” dedi. “Neler öğretiyorlar orada?” Babası devreye girdi: “Amcası,” dedi “Bak bugün ezberlediğini okusun size” dedi. “Memnun olurum. Okur musun az?” dedi. Kız, ellerini kollarını da oynatarak başladı konuşmaya: “Abdest almak ne güzel, Abdest almak ne güzel… İlk önce ellerimi, Ağzım ile burnumu, Üç kere de yüzümü, Sağ kolumu, sol kolumu Sağ kolumu, sol kolumu Başımı, kulaklarımı, sonra ensemi En sonunda ayaklarımı yıkarım…” Eğildi, çocuğun başını okşayıp bir bûse kondurdu: “Ne güzel bir şey öğrenmişsin sen böyle…” Kız: “Okulda öğrendiklerimden çok mutluyum.” dedi. Adamın elinde hâlâ o damla duruyordu, kurumamıştı, düşmemişti Ve sonra Ayşe Zehra’yı eli boş göndermek istemedi. Tedarikliydi. Çilekli pembe şekerlerden cebinin kenarında bir tane duruyordu. Hatırladı. Tuttu, çocuğa onu verdi. Çocuk, babasının da teşvikiyle aldı, teşekkür etti. Sevinerek gittiler. Kalbiyle beraber gittiler, kalbini de peşi sıra götürdüler. Giden çocuk değildi, kendi çocukluğuydu. O şeker de Rıfat Amca’nın tavsiyesiydi. “At cebine, bir gün lâzım olur. Cebinde bir küçük şeker bulunsun hep.” demişti bir gün. İşte, lâzım olmuştu. Tedarikli insanlardı eskiler. Boşa lâf etmezlerdi. Boşa hayat yaşamamışlardı. Şimdi kenara koyduğu her şey işe yarıyordu. Cebinden bir küçük karanfil çıkardı, ağzına attı. Çiğnemedi. Dişlerinin arasında gezdirdi. Kokusuyla mest oldu. Daha vakit vardı. Öylece duruyordu. Henüz şadırvan kalabalıklaşmamıştı. Hayalini, düşüncelerini dağıtacak bir şey yoktu. Güzel bir güz günüydü. Abdestli bir vakit, bugünü mayalıyordu. Dili duâya durdu. *** Sonrası mı? İnşâallah haftaya… 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Evlilikte ebeveynin tutumu |
Almanya’dan okuyucumuz: “İstenilen bir kızın kararı olumlu iken ve dînî açıdan bütün şartlar da olumlu olmasına rağmen, anne ve babanın bu izdivâca şiddetle karşı çıkmaları ve kızlarına baskı yapmaları doğru mudur? Böyle bir durumda kızın yapması gereken nedir? Son karar hakkı kimindir? İslâmiyet’e göre anne ve babaların evlendirme konusunda hakları nelerdir?”
Evlenmek ve aile ocağı oluşturmak, insan fıtratının ihtiyaçlarından ve gereklerindendir. Dinimiz bu konuda kapıyı açık bırakmakla kalmamış, bizzat düzenleme yapmış ve yuva kurmayı teşvik etmiştir. Dinimizin evliliği meşrû, zinayı haram kılması hem insan fıtratına en münasip cevap, hem de sağlıklı nesiller yetiştirmek için en emin bir yol teşkil etmiştir. Evlenme çağında kızı veya oğlu olan anne ve babalar, evlâtları için ahlâklı, terbiyeli, iş güç sahibi, kanaatkâr ve frenkmeşrep olmayan1 münasip bir kısmet çıktığında, bir zarar ve belâya dolaşmadan, Allah’ın izniyle ve hayırlısı ile evlenmelerine yardımcı olmalıdırlar. Aksi takdirde “armutun çöpü, üzümün sapı” hesabıyla, incir çekirdeğini doldurmayan bir takım pürüzlere dayalı olarak gereksiz titizlik, alınganlık, şiddet ve darlık göstermeleri ve evliliğe tek taraflı köstek olmaları fıtrata uygun bir davranış olmadığı gibi, daha sonra doğabilecek bir düzine olumsuzluklara da zemin hazırlayabilir. Kız veya erkek evlâtlarımız da; anne ve babalarının kendileri için kötülük düşünebileceğine asla ihtimal vermemelidirler. Unutmamalıdırlar ki, hiçbir anne-baba, kendi evlâdının kötü olmasını istemez. Anne-babanın istek ve tercihleri kendileri için mutlaka en iyisi, en münasibi ve en uygunudur. Münasip bir eş seçiminde evlâtlarla anne-babalar arasında olabilecek sürtüşmelerin bir sebebi, her iki tarafın da “en iyi ve en güzel” tercihi yapma hassasiyetine sahip olmalarıdır. Ortak bir hedef çizebildiğimize göre, geriye ortak bir “yol ve usûl” tesbiti kalmaktadır. Çocuklar ve ebeveyn, iki sırdaş veya iki arkadaş gibi oturup, kendi meselelerini konuşabilmelidirler. Ne anne ve baba çocuğuna soğuk ve aldırmaz davranmalı; ne de evlât, saygının ötesinde, anne ve babasından hicap etmelidir! Her iki taraf da bu meseleyi birlikte çözebileceklerine inanmalıdırlar; birbirlerine güvenmelidirler. Şüphesiz, bu meselede her iki tarafa da görev ve sorumluluklar düşer. Şöyle ki: 1- Evlâtlar, anne-babalarına saygıda ve hürmette kusur etmemeliler. Onların kendileri için en iyiyi istediklerinden emin olmalılar, onların tecrübelerine güvenmeliler, onların uyarılarını dikkate almalılar, onların olumlu veya olumsuz görüşlerindeki haklılığı teslim etmeliler. Mümkün mertebe onların çizdikleri yöne razı olmalılar. Anne ve baba sözü dinlemenin, yollarını ve içlerini aydınlatacağını unutmamalıdırlar. 2- Anne ve babalar da, rüşt çağına ulaşmış, akil ve baliğ olmuş evlâtlarının kendi istikballerini seçebilecek yeterlilikte olduklarını teslim etmelidirler. Onlara “dünkü çocuk!” nazarıyla değil; kendilerine güvenen, kendileri hakkında karar verebilen, karar verdikleri takdirde-–on sekiz yaşından sonra—hem resmen, hem dinen evlenme ehliyetine sahip olan ve sorumluluk alabilen birer “olgunlaşmış fert” nazarıyla bakmalıdırlar. Mümkün mertebe yollarını açmaya, destek ve yardımcı olmaya çalıştıkları konusunda inandırıcı olmalıdırlar. Olumsuz görüşleri olduğunda, bunu emir-komuta üslûbuyla değil; gerekçesiyle birlikte ikna edici bir üslûpla anlatmaya özen göstermelidirler. Böylece ortak gayelerde ve ortak tarzlarda birleşmek ve mutlu bir evlilik adımı atmak İnşallah mümkün olabilecektir. Evlenme hususunda kızın da, erkeğin de rızaları esastır. Ebeveyn, oğlunu evlendirirken nasıl rıza esasına göre davranıyor ise, kız verirken de kızın izni ve rızasına göre hareket etmelidir. Sünnet olan budur. Kendisi yön verici görüşler beyan edebilir; ama kızın istek ve tercihlerini göz ardı edemez. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm); “Dul kadın kendi rızası alınmadan nikâh olunmaz. Bakire kız da kendisinden izin istenmeden nikâh olunmaz” buyurdu. Sahabeler: “Yâ Resûlallah! Bakire kızın izni nasıl olur? (Utanmaz mı)” diye sordular. Allah Resulü (asm): “Onun sükûtu, izin sayılır” buyurdu.2 Hazret-i Âişe Validemiz (ra) bildirmiştir: Bir genç kız gelerek, “Babam beni sırf itibar kazanmak için kardeşinin oğluyla evlendirdi” dedi. Hazret-i Âişe (ra): “Nebiyy-i Ekrem (asm) gelinceye kadar bekle” dedi. Resûlullah Efendimiz (asm) gelince, kızın babasına haber göndererek çağırttı ve kızının fikrini alıp almadığını sordu. Kız bu defa: “Yâ Resûlallah! Ben babamın yaptığı işe karşı değilim. Fakat evlenme işinde kadınların da söz hakkı var mı? Onu öğrenmek istedim” dedi. Ebû Hüreyre (ra) bildirir ki, Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Kız evlendirilirken fikri sorulur. Eğer sükût ederse, izin vermiş sayılır. Eğer istemezse, evlendirmek caiz değildir.”3 Demek, son karar hakkı kızındır. Ancak bu karar tesbit edilene kadar; ne kız, anne ve babayı kırmalıdır, ne de anne ve baba kızı düşüncelerinde yalnız bırakmalıdır. İki taraf da hiçbir zaman, sevgiyi, saygıyı, şefkati, birbirlerini anlamayı ve doğru değerlendirmeyi ihmal etmemelidirler.
Dipnotlar: 1- Lem’alar, (1994), s. 204. 2- Müslim, Nikâh, 9. 3- Nesâî, Nikâh, 36; İbn-i Mâce, Nikâh, 12. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Kur’ân her çağa hitap eder |
Kur’ân, Allah kelâmıdır. Sadece indiği çağın insanlarına hitap etmez. Bütün insanlara, bütün çağlara, bütün toplumlara, bütün mesleklere, bütün meşreplere, bütün fertlere hitap etmesi açısından mu’cizedir. Onun için Kur’ân’da “yaş ve kuru ne varsa, herşey vardır” (En’am Sûresi: 59) “Herşey içinde bulunur. Fakat herkes her şeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bâzan çekirdekleri, bâzan nüveleri, bâzan icmâlleri, bâzan düsturları, bâzan alâmetleri, ya sarâhaten (açıkça), ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 398) Peygamberimiz (asm), Kur’ân’ın ilk ve en mükemmel açıklayıcısı, tefsir edicisidir. Onun (asm) hadisleri de, Kur’ân’ın açıklanmasıdır. Biz, onun (asm) sünnet-i seniyyesiyle Kur’ân’ı daha mükemmel bir şekilde anlıyoruz. Kur’an, bütün çağların, toplulukların ihtiyaçlarını karşılayan 10 binlerce kitabı alan bir mu’cize kitaptır. Ki, mu’cize, insanın yapması mümkün olmayan, ancak insanın elinden çıkan demektir. Meselâ, Kur’ân dünkü teknik ve ilmi buluşlardan haber verdiği gibi, bugünkü teknik ve fenni buluşlardan da bahseder. Halbuki insan, bir gün, bir hafta sonra ne olacağını, ne keşfedileceğini bilemez. Hz. Muhammed (asm) bir insandır. 15 asır sonra meydana gelebilecek genel ve hele hele özel meseleleri, keşifleri—kendisine vahyedilmediği takdirde—bilemez. Bildiğine göre, öyle ise ona bildiriliyor. Öyle ise, her şeyi yaratan ve her şeyi bilen bir Zât ona bildiriyor. Öyle ise o bir peygamberdir. Öyle ise, onun haber verdiği bütün meseleler doğrudur. Keza, atom hakkında 10 binin üzerinde kitap yazılmıştır. Atomu yaratan Allah’tır. Kur’ân âyetlerini de indiren Allah’tır. Bir atoma, DNA’ya on binlerce kitap bilgilerini sığıştıran kudret, Kur’ân’ın bir âyetine, bir kelimesine de on binlerce bilgiyi şifrelemiştir. Atomu inceleyen fizikçiler, ondan bu kadar bilgiyi çıkarıyorlarsa; Kur’ân’ın anlaması ve anlatması için de indirildiği Peygamberimiz de (asm), müfessirler de elbette onu açıklayacak ve her çağ ondan istifade edecektir. Herkes kendisine sorsun: Tıptan, fizikten, kimyadan, coğrafyadan ne kadar anlıyor? Edebiyattan, edebî san'atlardan ne kadar bilgisi var! Tıpçı, fizik kanunlarını bilir mi? Bunlar bir yana, kendi branşımız, mesleğimize ne kadar vâkıfız? Hasta olduğumuzda doktora, evin planını çizdireceğimizde inşaat mühendisine veya mimara gideriz. Hastalığımızı biz teşhis etmez, reçete yazmaz, tedavi etmeyiz. Kur’ân hakkında bilgi sahibi olmak isteyen, uzmanı olan müfessirlere müracaat etmeli değil mi? Çağımızın en muhteşem tefsiri Risâle-i Nur’dur. Onu inceleyen, Kur’ân’ın mesajını en güzel şekilde alır. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Zerrin ve Saide Nur… |
“Kafkaslar, İslâmın bahadır evlâtları…” sözleriyle tasvir ediyor Bediüzzaman Hazretleri onların yaşadığı coğrafyayı. İsimleriyle müsemmalar ikisi de… Zerrin, Risâle-i Nur’a sımsıkı bağlı bir Azeri hanım… Azerbaycan’dan Türkiye’ye gelin olarak gelmiş. Risâle-i Nur’u tanıma hikâyesini anlatıyor. Ülkesinde Risâle-i Nur’u ilk tanıyan hanımlardan biri. 1993’de ülkesine gelen Nur Talebesi Ağabeyler Risâleleri okuduklarında, çok sevmişler ve sımsıkı sarılmışlar Nur hakikatlerine.
“Nurları kalbime yazdım…” “Stalin Komünizm ile hepimizi zehirlemişti” diyor Zerrin Hanım. “Dünya ilimlerini yıllarca okuduk okullarda. Hiçbirini kabullenemedim. Risâle-i Nur’u kabul ettim. Üniversitede felsefeyi ezberliyordum. Sınavdan çıkıp da işim bitince bütün bilgiler silinip gidiyordu. Risâle-i Nur’u tanıyınca kalbime yazdım, mümkün mü unutmak, söküp almak?” sözleriyle anlatıyor duygularını.
İktisat Risâlesi, Hanımlar Rehberi “Risâle-i Nur’u tanıyalı yirmi sene oldu. Ondan başka hiçbir eser imanımı kurtaramazdı. Üniversitede Maliye Bölümünü okudum. İktisad derslerimizde anlatılan felsefe ilimleri zihnimi karıştırmıştı. Kaynakların sınırlı olması, nüfusun artışı, açlık tehlikesi, alınması gereken tedbirler… Bütün bunlar beni tatmin etmedi. Risâle-i Nur Külliyatında ilk okuduğum eser İktisad Risâlesiydi. Hemen okuyup bitirmiştim. Anlatılan hakikatler zihnimi temizlemişti. Ardından Hanımlar Rehberi kitabını kanasıya içer gibi okumuştum. Hanımlar Rehberi’nin ilk sayfasını okurken başımı örttüm. Bunun için de kimseden izin almadım, sormadım. Kısa zamanda inkişaf edip, başka arkadaşlarıma da yardımcı oldum.”
“Bir saatte Lâtin Alfabesini çözdüm” “Azerbaycan’da okullarda Kril Alfabesi öğretilir. Lâtin Alfabesine İngilizce derslerinden aşinayız. Risâle-i Nur eserleri elime geçtiğinde Lâtin Alfabesini bir saatte söktüm. Nur kitaplarını okumaya başladım. Babam ‘Bu kız Lâtin Alfabesini bilmezdi. Bu kitapları nasıl okuyabiliyor? Kim öğretti?’ diyerek çok şaşırdı. Aileme de Nur hakikatlerini okudum. Kardeşlerim Risâle-i Nur’un yolunda gidiyorlar. Onlara örnek olarak önden gitmem lâzım. Yolundan gitmezsem sevmiyorum anlamına gelir. Çok baskılar yapıldı, ama umurumda bile olmadı…”
“Hergün biraz Risâle okumak iyi gelir” Bu sözler de Zerrin Hanımın arkadaşı Saide Nur’a ait. “Hanımlar Rehberi’ni her gün biraz okuyan aile problemi çekmez. Hizmette hergün biraz Risâle okuyan düsturdan şaşmaz” diyor. O da Türkiye’ye gelin olarak gelen Azerî hanımlardan biri. “Risâle-i Nur benim virdim. İhlâs, Uhuvvet, İktisad Risâlelerini ve Meyve Risâlesi’nin 4. Meselesini hergün aksatmadan vird gibi okurum. Dilimden, elimden eksik etmem” diyor.
Nazik Teyze… Azerbaycan’da bıraktığı annesini anlatıyor. Nazik Teyze de aynen kızı gibi ilginç bir hanım. Onu dinlerken zihnimde çocukken okuduğum masallardaki yaşlı teyzeler canlanıyor. Gülümsüyorum. Annesi Nazik Teyze Risâleleri tanıdığında o kadar sever ki bu eserleri, yanından eksik etmez. Bahçede oturup da Risâle okuduğu zamanlarda, tavuklar arkalarına taktıkları yavrularıyla birlikte koşarak yanına gelirler ve dinlerler okunanları. Özellikle Mercan ismini verdiği tavuğu adeta sarsılmaz ders arkadaşıdır. Nazik Teyzeyi elinde kitapla görür görmez nerede olursa olsun koşarak yanına gelir. Ders bitip de, Nazik Teyze kitabı kapattığında uzaklaşır. Annesini özlediği her hâlinden belli olan Saide Nur gülümseyerek anlatıyor bunları. Onu dinlerken “Risâle-i Nur’un ne ilginç, ne hoş talebeleri var!” diye düşünmeden edemiyorum. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Başörtüsü zulmü artık son bulmalı |
Uzunca bir zamandır devam etmekte olan, başörtüsü yasağı zulmünün böyle kronik hâle gelmesine hangi unsurlar sebep oldu acaba? Bu olayın, ehl-i din olarak kafa yormamız gereken önemli bir tarafı da, hiç şüphesiz kader ciheti olmalı. Acaba hangi günahlarımızla, hangi yanlış fiiliyâtımızla, hangi hata ve kusurlarımızla kadere fetva verdirdik ki, bazı ifsat komitelerinin bu haksız hakaretlerine, bu tasallutlarına maruz kaldık? Hangi sebeplerle, hangi sâiklerle Cenâb-ı Hak, dünyalık insanların, hem de önemli bir şeâirden sayılan mü’minlerin başındaki örtüye hücum ederek musallat olmalarına müsaade etti, izin verdi? Yüce Allah, hikmetsiz iş yapmayacağına göre, bu noktada dönüp kendimizi sorgulamamız, hesaba çekmemiz gerekir diye düşünüyorum. Bu konuda işin kader boyutu olmakla beraber, elbette sebepleri de bütün bütün görmezden gelerek reddetmek doğru olmaz. Yıllardır maruz bırakıldığımız, zulme varan, bu kanunsuz, insanlık dışı yasağın bir an önce sona erdirilmesini istiyorsak, üzerimize düşen vazife ve sorumluluklarımızı bir an önce yerine getirmemiz gerekir. Görüldüğü kadarıyla, fert olarak bu konudaki vazife ve sorumluluklarımızdan kaçıp, çareyi hep başkalarından, hep Ankara’dan, hep siyasîlerden bekliyor olmamız ilk akla gelen önemli bir yanlış. Siyasîlerin de, bu önemli problemi çözme yerine, onu suistimal ederek, siyasî malzeme hâline dönüştürüp, “Buradan ne kadar rey toplayabilirim?” hesaplarına girerek, karşılıklı bilek güreşine girişmeleri ikinci bir yanlış. Bu kanunsuz yasağın uygulayıcıları konumundaki idarecilerin bazıları da, bu yasağın haksızlığına inandıkları halde, zulme lâkayt kaldıkları, bir kısmı da bu yasağın tarafı oldukları için, mevcut başörtüsü zulmü devam edip gidiyor. Başbakanın ifadesiyle bu yasaklar, yeni icad edilen bu “kamusal alanlar” yedi yıl öncesine kadar niye yoktu? Mevcut kanunlar yürürlükte olduğu halde geçmişte bu yasaklar niçin yoktu? Dindar kadroların hükûmet oldukları zaman diliminde böyle mantıksız yasakların hız kazanarak devam etmesi size de tuhaf gelmiyor mu? Mânevî değerlere bağlı, hanımları başörtülü, inançlı bir çok idarecinin icrâ makamlarında bulunduğu dönemlerde başörtüsü zulmünün devam ediyor olması sizce de garip değil mi? Ayrıca dinî değerleri öyle fazlaca öne çıkarmadan, sırf hak ve hürriyetlerden bahsederek iktidara gelen siyasî kadrolar döneminde, şimdi yaşamakta olduğumuz yasakların hiç olmadığı veya asgarî düzeyde olduğu da sizce enteresan değil mi? Yine geçmişte öyle çok dindar görünmedikleri halde, başörtüsüne bir inanç ve insanlık hakkı olarak bakan ve yasaklara karşı çıkan bir çok idarecinin mevcudiyeti de, bu konuda kayda değer bir durum olsa gerek. Yasaklarla ilgili olarak cevap bekleyen böyle ilginç ve garip suâllerin doğru cevaplarını hep birlikte bulmamızda fayda var diye düşünüyorum. Olaya sebepler tahtında baktığımızda, geçmişte yaşanan yasaklara karşı ehl-i dinin samimiyetini, dinî hassasiyetlerinin gücünü ve yasaklara karşı olan kararlı mukavemetlerini göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca o dönemde iktidarda bulunan siyasî kadroların hiçbir sûistimale tevessül etmeden, başörtüsüne bir hak ve hürriyetler açısından yaklaşarak, herhangi bir fitneye de kapı aralamadan, olaya yaklaşmalarının payı olabilir. Meselâ şimdi başörtüsü yasağının kaldırılması hususunda, gerek referandum propagandaları esnasında, gerekse şimdi aynı konu etrafında, gerek iktidar partisinin, gerek muhalefet partisinin bu problemin çözümüne yönelik söylediklerine baktığımızda, her iki tarafın da müşahhas adımlar atmaktan çekindiklerini, birbirini samimiyetsizlikle itham etmenin ötesinde bir şey yapmadıklarını görüyoruz. Halbuki bu konudaki müşahhas adımı iktidar partisinin atması gerekir. Çünkü bu problemi çözme noktasında öncelikli vazife hükûmetindir. Bu hususta millete karşı sorumlu olan, önce iktidar, sonra muhalefettir. Kaldı ki, başörtüsü yasağının kaldırılacağına dair iktidar partisinin millete verdiği sözleri, vaatleri vardır. Bakın şimdiki başörtüsü yasağı gibi geçmişte vahim bir yasak olan ezanın Türkçe okunmasına son verip, aslî şekline çevrilmesini, Demokrat Parti iktidara gelir gelmez, çok maharetli bir manevra ile, o azgın ve acımasız Halk Partisi’nin desteğini de arkasına alarak, kavgasız, gürültüsüz bir şekilde hallederek, millete verdiği sözü yerine getirdi. Yıllardır artık zulüm derecesine gelmiş ve kronikleşmiş bu kanunsuz, insanlık dışı başörtüsü yasağını kaldırıp, mağdurların yıllardır çektikleri sıkıntı ve azapları sona erdirmek de, millete karşı sorumluluk makamında bulunan hükümetlerin öncelikli vazifeleri olsa gerek. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Politik ikiyüzlülük ve çarpıklıklar… |
Yeni “sivil demokratik anayasa”nın başörtüsü yasağının bitip tükenmeyen tartışmalar tuzağına düşürülmesinin ve Başbakan’ın “kamusal alan” söylemi ile sanki hâlâ çoğu üniversitelerde dayatılan yasak yokmuş gibi YÖK Başkanı’nın “tutanak yazısı” ve “başı açıklara güvence vermesi”nin akabinde alevlenen “resepsiyon gürültüsü” paravanında, bir dizi garâbet oluyor. Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta, Türkiye’de bir “Kusturica kargaşası” yaşandı. Bosna’daki katliâmı savunan Sırp Yönetmen Emir Kusturica’nın CHP’li Belediye Başkanı tarafından Antalya Altın Portakal Film Yarışması’na “jüri” olarak dâvet edilmesi, Kültür Bakanı Günay tarafından kınanmıştı. Ancak, Boşnak düşmanı soykırım destekçisi Sırp ırkçısı Kusturica’nın daha evvel 2001’de, peşinden AKP iktidarı döneminde 2004’te ve 2008’de Türkiye’ye çağrılıp hiçbir tepki görmemesi; ve en son dört ay önce AKP’li Büyükşehir Belediyesi tarafından konser vermek için Bursa’ya dâvet edilip ayakta çiçeklerle karşılanması gözardı edildi. Türkiye’nin tanıtılmasına, sinema sanatına ve endüstrisine hiçbir katkısı olamayacağı ortada iken, AKP’li ve CHP’li belediyelerin, sanat adına dünyada başka kimse kalmamış gibi, katliâmı ve tecâvüzleri savunan haliyle itibarı sıfırlanmış Kusturica’yı çağırmaları çarpıklığı bir yana. Asıl çarpıklık, daha önce iktidar partisi belediyesi tarafından el üstünde tutulan Kusturica’nın dört ay sonra Kültür Bakanı tarafından protesto edilmesi, politik ikiyüzlülüğü…
KUSTURİCA ÇARPIKLIĞI… Gerçekten, Srebsenizta’da yüzbinlerce Müslümanın katledilmesine alaycı ifâdelerle arka çıkan birinin kendi partisine mensup belediyenin dâvet edilip ağırlanmasına ve alkışlanmasına en ufak bir tepkide bulunmayan, “Soykırımı destekleyen birinin burada işi ne?” demeyen Bakan’ın, muhalefete mensup belediyenin dâveti üzerine “O varsa ben yokum!” demesi, çelişkili çarpık politikaların tezâhürü olmakta. Kısacası, Kusturica tavrı, çifte standartlı siyasetin karakterini su yüzüne çıkarmakta. Aslında sâdece “Kusturica krizi”nde değil, AKP iktidarında birçok yaman çelişkiler ve çarpıklıklar sergilenmekte... Meselâ Kültür Bakanı ve iktidar partisi, Ermeni diasporasının Fransa’daki ateşli savunucularından Lara Fabian’ı boykot etmedi. Yine “Öcalan’a özgürlük” ve “Pontos bizimdir” sloganlarını atan Yorgo Dalaras’ın İstanbul’de konser vermesine en ufak bir protestoda bulunmadı. (Cengiz Semercioğlu, Hürriyet, 12.10.2010) Ya da Amerikan kamuoyunda bile Afganistan’daki yüzbinlerce askerin harcamaları, Afganlılara sıkılan kurşunların, atılan bombaların masraflarının yine Afganlılardan ve NATO paravanında kendisine destek veren NATO üyelerinden tahsil edilmesine büyük tepki gösterilirken, Ankara tepkisiz kalmakta… “ABD’nin Afganistan’ı işgal ve istikrarsızlaştırma projesi faaliyetleri” ile ilgili olarak bir internet sitesinde Amerikan ordusunun Afganistan işgal ve katliâmına “gerekçe” gösterdiği “gizli Afganistan savaşının 92 bin belgesi”nin yayınlamasıyla deşifre olmakta. ABD’nin “yeni dünya düzeni” maskesi altında, “Taliban” bahanesiyle küresel egemenlik ve çıkarları adına çoğu “kaza” sürü verilen baskınlar ve saldırılarla işgale direnen Afganlıları ve Pakistanlıları sistemli katletmesi, İngiltere gibi işgal ortaklarını dahi sarsmakta. Lâkin ABD’nin bölgedeki en ileri işbirlikçileri kukla Karzai yönetimi ve Pâkistan hükûmeti dahi buna karşı “şoke” olup itiraz ederken Ankara’dan ses-seda çıkmamakta!
“DÜNYAYA ŞEKİL VEREN DIŞ POLİTİKA”! Çarpıklıklar sürüyor. En son Pentagon Amerikan Özel Operasyonlar Komutası CIA ve Ulusal Güvenlik Kurumu, Afganistan’daki gizli operasyonların ayrıntılarını ihtiva ettiği ve askerî sırları açıkladığı “tahminiyle”, Afganistan’da “hizmetleri”nden dolayı “bronz yıldız madalyası” alan Albay Anthony Shaffer’in 299 sayfalık “Operatıon Dark Heart” isimli kitabını toplatmakta. Amerikan Savunma Bakanlığı, 11 Eylül saldırılarından aylar önce uçak kaçıranların bir “tehdit unsuru” olarak teşhis edildiğinin yazıldığı kitabın 10 binlik ilk baskısına 250 bin dolar ödeyip imha ediyor… Hollanda gibi Amerikan müttefikleri bile “Amerikan egemenlik, enerji kaynakları ve hatları savaşı”ndan askerlerini çekerken, Türkiye mevcut birliğe ilâve olarak ek asker gönderiyor. Tıpkı Müslüman Irak’ta olduğu gibi, işgalcilere tam destek veriyor. Dahası her defasında çoğu çocuk ve kadın yüzlerce sivilin katledildiği, köylerin, şehirlerin bombalandığı bu Müslüman ülke üzerindeki “kirli hegemonya ve çıkar savaşı”nın “işgal ve savaş ortağı” oluyor. Mehmetçiği conilere “kalkan” yapmada yarışıyor. Şimdi de Pentagon’un Avrupa ve NATO’dan sorumlu üst düzey yetkilisi Jim Townsend’in ifşaatıyla; ve Brüksel’de Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Savunma Bakanı Robert Gates ile dörtlü zirve yapan Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve Millî Savunma Bakanı Gönül’ün ikrarıyla, Türkiye’nin Müslüman komşu İran’a karşı topraklarına “füze savunma sistemi”nin yerleştirilmesine dair “kapsamlı derin müzâkereler yapıyor”! Ve iki hafta önce İstanbul’a gelen Amerikan eski Başkanı Clinton, Bilgi Üniversitesi’nde “Türkiye dünya tarihine şekil veriyor” diye övgüler yağdırıyor. Eski bir Beyaz Saray çalışanı (tercümanı) olan Devlet Bakanı Egemen Bağış, “Siz ‘Shakespeare yazdı, Einstein düşündü, Atatürk inşa etti’ demiştiniz. Bizler daha güçlü bir Türkiye için Atatürk’ün izini tâkip etmekteyiz” methiyelerini diziyor… Peki bu mu “dünya tarihine şekil veren” dış politika? 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Yeni zamla kaç kilo et alınır? |
Başbakan son grup toplantısında işçi ve Bağ-Kur emeklilerine yapılacak zammı açıkladı. Günler öncesinden açıklanacağı duyurularak kamuoyu meraklandırılırken; ortaya çıkan yüzde 4 artı 60 TL seyyanen zam emeklileri memnun etmişe benzemiyor. Zira, Erdoğan’ın zammı açıkladığı gün benzin, ertesi gün de ekmeğe gelen yüzde 15’lik zam, Ocak ayında alınacak zammı şimdiden alıp götürdü. Başbakan zammı açıklarken verdiği örnek, grupta yıllardır gazetecilik yapan, şu anda emekli maaşı olmasına rağmen, maaşı düşük olduğu için çalışmak durumunda kalan gazetecilerden birini hayli güldürdü! Başbakan iktidarları döneminde emeklilere verdikleri zammı, 2002’den önceki zamlarla karşılaştırırken, “Vatandaşıma şunu hatırlatıyorum, 8 yıl önce bu maaşla ne kadar ekmek, ne kadar yumurta alıyordun, bunun hesabını yap. Asıl ölçü budur” demesine gazeteci “Başbakanın et fiyatlarından haberi yok anlaşılan” diyerek acı acı güldü. “Çünkü” dedi, “etin kilosu 40-50’leri buldu…” Bu gazeteci büyüğümüz bunu söylerken, ertesi gün ekmeğin de yüzde 15 zamlanacağını bilse gülümsemesi nasıl olurdu merak ettik… Bu arada birisinin bu hesabı yapıp Erdoğan’a sunması gerekiyor. Hem başbakan, hem de biz öğreniriz… * * * MERAK Anayasa değişikliğinin millet tarafından onaylanmasının üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçti. Bu değişikliklerin hayata geçmesi için uyum yasalarının çıkması gerekiyor. Ancak hâlâ Meclis’e bu mânâda gelmiş bir kanun teklifi yok. Anayasa değişiklik taslağı hazırlanırken, uyum yasalarının da hazırlanması gerekmez miydi? Yoksa taslağı hazırlayanlar bunun geçmeyeceğini mi düşünüyordu da hazırlık yapmadılar diye insanın aklına takılıyor. Aydınlatan olursa biz de burada yazar, milletimizi bilgilendiririz. İlgililere duyurulur. * * * GARİP! Önce bir yazar kendisine gelen mailden yola çıkarak bir yazı yazdı. Vatan Gazetesi’nde Mustafa Mutlu’nun “Cumhurbaşkanı için kapatılan yolda annesini kaybeden adam!” başlıklı köşe yazısında yer verilen ve Ahmet Ertaç isimli kişiye ait olduğu belirtilen mektupta, adamın hasta annesinin, yolların kapatılması dolayısıyla hastaneye yetiştirilememiş olduğunu ve yolda vefat ettiğini öğrenmiştik. Bu mektup gazetede çıkınca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül twitter’den cevap vermişti: “Ben o saatte yolda değildim! Benim için yolların uzun süre kesilmemesi talimatını da vermiştim.” Bunu söyleyen Gül, sonrasında bir araştırma yaptırdı. Araştırma sonucunda mailde bahsedildiği gibi bir olayın gerçekleşmediği, hatta maili gönderenin isminin bile sahte olduğu ortaya çıktı. Gelen maillere dikkat etmek lâzım artık. Bu örnekte de görüldüğü gibi teknoloji kötü amaçlarla kullanılabiliyor. Hem gazeteci zor durumda kalıyor, hem de devletin tepesindeki kişi rahatsız edebilmiş oluyor. *** “FİTNELİ”NİN MÜŞTERİSİ BULUNUR MU? Hafta içinde Millî Eğitim eski bakanı Hüseyin Çelik hakkında soruşturma önergesi Meclis genel kurulunda görüşüldü. Önerge sahipleri adına konuşan CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen, konuşmasında Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik döneminde yapılan ve yeni Bakan Nimet Çubukçu tarafından kaldırılan Seviye Belirleme Sınavı (SBS) hakkında aynı hükümette bulunan iki bakanın konuşmalarını usanmadan çıkarmış ve tek tek sıraladı: Sevigen’in verdiği bilgilere göre, SBS ile ilgili Hüseyin Çelik’in bazı sözleri şöyle: “SBS Türk eğitim tarihinin en önemli reformlarından biridir. SBS öğrenciyi dershaneye mahkûm eden bir sınav tipi değildir. SBS ile öğrenciler üzerindeki sınav kaygısı azalacak, öğrencilerin sosyal ve kişisel gelişmelerine zaman ayarlaması sağlanacaktır. Okulların dış kurumlara olan bağımlılıkları azalacak. Öğrenciyi sınava boğan bir sistem söz konusu olmayacaktır.” Buna karşılık yeni Bakan Nimet Çubukçu’nun sözleri ise şöyle: “Var olan sistem öğrencileri dershanelere yöneltmiştir. Çocuklar sınav odaklı yaşamaktan sosyal etkinliklere vakit bulamıyor. Çocuklar sokağa çıkamıyor. Okul dışı kaynaklara yöneltim burada çok artmıştır. Sınavın öğrenci, veli üzerinde olumsuz etkileri oldukça büyüktür.” Eski Bakan Çelik ise kendisini savunurken, “Amaç benim halefim olan değerli bakan arkadaşımla benim aramı açmak, Ak Parti’lilerin arasına fitne sokmaktır. Yalnız size şunu söyleyeyim: Bu fitneler Ak Parti’nin pazarında müşteri bulmaz” diye konuştu. CHP’li 55 milletvekilinin imzasıyla Çelik hakkında verdiği soruşturma önergesi 285 oyla soruşturma açılması talebi reddedildi, ama bu “fitne” tartışması da tutanaklara yansıdı. Ayrıca, işin bir ilginç yanı da önerge 55 milletvekili ile verilirken, oturuma 15 CHP’li milletvekilinin katılması, yani önerge verenlerin dahi katılmaması da görüşmelerin enteresan yönlerinden birisi oldu. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Çocuk bakıcınız kim? |
Teknoloji çağındayız ve her gün yeni yeni icatlar yapılmak sûretiyle insanlar dünyaya dâvet ediliyor. Bu çağrıya karşılık, “Beni dünyaya çağırma, ona geldim fena buldum” diyebilenlerin sayısı da yok denecek kadar az. İnsanları dünyaya ve fani zevklere çağıran vasıtalardan biri de televizyon. Son yıllarda televizyonların yerini bilgisayar ve internet almış olsa da, ‘sihirli cam’ hâlâ etkili bir araç olarak karşımızda duruyor. Hatırlatmaya gerek olmayan bir gerçek de, televizyonun âlet olarak değil de, mevcut programları sebebiyle eleştirildiğidir. Keşke bu âletler insanlığın ebedî saadetini kazandırmaya vesile yapılabilse. Keşke, katillerin elindeki bıçak gibi insanlara zarar vermek yerine, uzman hekimlerin elindeki ‘ameliyat bıçağı’ gibi olabilse. Zaman zaman gündeme gelse de, televizyonun başta çocuklar ve gençler olmak üzere ailelere ve topluma verdiği zararın farkında olmadığımızı söyleyebiliriz. Uzmanlar, büyük çoğunlukla çocuklarımızın televizyonlara teslim edilmemesi gerektiği hususunda çağrılar yapıyor. Kimileri garip karşılasa da, evinde televizyon olmayanların sayısında da artış var. Misâl olması bakımından hatırlatalım: Meşhur şarkıcı Madonna bile çocuklarına TV izlettirmediğini söylemişti. Bakınız, bu konu geçiştirilebilecek bir problem değildir. Elbirliğiyle ve birbirimizi teşvik ederek TV’nin zararlarına karşı kendimizi, ailemizi ve cemiyeti korumaya çalışmalıyız. Herkes kendi çevresine bakarak TV’nin meydana getirdiği tahribata şahitlik edebilir. 10 ya da 20 yıl önce ‘zap’lanan filmler ya da programlar; şimdi aynı ailelerce ve ‘ailece’ izleniyor! Peki ne değişti? Maalesef, müstehcenlik ve ahlâk anlayışı değişti... Geçmiş yıllarda yüzümüzü kızartan programlar artık bizi ‘etkilemiyor.’ Peki, iç dünyamızı da etkilemiyor mu? Yoksa kötülükleri ‘normal’ karşılar duruma mı geldik? Televizyon konusunda aileleri ikaz eden uzmanlara kulak vermekte fayda var. İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Y. Doç. Dr. Ayten Zara şöyle demiş: “Televiyon çocuğa yanlışı, şiddeti de öğretebilir. Zaman zaman çocuk kanallarında gösterilen çizgi filmler bile şiddet içeriğine sahip olabiliyor. Bu durum çocuklar için şiddeti uygulamayı sıradanlaştırıp güncelleştirir. Bir müddet sonra televizyon programları şiddeti, kendine ve başkalarına zarar vermeyi öğreten, uygulatan ve bulaştıran bir nesne hâline gelir. Son yıllarda birçok aile, televizyonu çocuk bakıcısı olarak kullanıyor. Çocuk televizyon karşısında otururken anneler ev işi yapabiliyor. Başka şeylerle ilgilenebiliyor. Bu durum çocuğu televizyon ile arkadaş olmaya iter. (...) Çocuğun sağlıklı gelişimi için diğer çocuklar ve oyuncaklarla iletişim kurmaya ve oynamaya ihtiyacı vardır. Televizyon izlemek çocuğu sınırlı ölçüde geliştirir. Ama oyun oynamak çocuklara zengin ve güvenli bir dünya kazandırır.” (Hürriyet, İK eki, 10 Ekim 2010) Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nilüfer Narlı da şöyle demiş: “Yapılan çalışmalar birçok annenin çocuklarına vakit ayırmada zorlandığı için onları televizyonla oyalamak istediklerini ve çocukların izledikleri programları denetlemediklerini ortaya koyuyor. Çocukların izlediği programların denetlenmesi çok önemli. Çocukların şiddet ve cinsel içerik taşıyan programlardan uzak tutulması gerekiyor. Ayrıca çocukların erken yaşlarda zaman yönetimini öğrenmeleri için televizyon izleme saatlerinin sınırlandırılması da yapılması gerekenler arasında. Saatlerce boş boş televizyon izlemek çocuk psikolojisi üzerinde olumsuz etki yaptığı gibi zamanın değerini öğrenmesini engelleyebiliyor.” (agg.) Anlaşıldığı üzere, kendimizi ve çocuklarımızı televizyondan uzak tutabildiğimiz ölçüde kazançlı çıkarız. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |
İslam YAŞAR |
|
BEDİÜZZAMAN BEYAZIT’TA |
Beyazıt Meydanı… İstanbul’un kalbi mesabesinde bir mekân. Her zaman canlı, heyecanlı ve hareketli. Dine, vatana, millete, insan hak ve hürriyetlerine bir müdahale olduğu zaman ilk mukavemet oradan başlar. Dalga dalga yayılır, şehre, millete bazen de insanlığa malolur. Tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi. *** Zaman, 1910 yılı baharıydı. Fakat memlekette hazan halleri yaşanıyordu. Çeşitli iç ve dış mihraklar tarafından aylarca tahrik edilen bazı askerlerin ve sivil grupların, başlattıkları ‘31 Mart İsyanı’ hızla yayılmıştı. Hadiselerin kontrolden çıktığını gören Bediüzzaman, Harbiye Nezareti’ne gitmiş, Şeriat adına yapıldığı iddia edilen isyanın, aslında şeriata aykırı olduğunu anlatan müessir bir konuşma yapmıştı. Onun, makul teşbihlerle anlattığı imanî, Kur’ânî hakikatleri dinleyen sekiz tabur asker de kışlasına çekilmişti. O isyana mani olmak için her çareye başvurduğu halde Selânik’ten gelen Mahmud Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu şehre hâkim olunca aralarında bazı meşhur isimlerinin de bulunduğu yüzlerce insanla birlikte o da Beyazıt’taki Bekirağa Bölüğü’ne hapsedilmiş ve çıkarıldığı Divan-ı Harb-i Örfî Mahkemesinde idam talebiyle yargılanmıştı. “Sen de şeriat istemişsin?” ithamına, “Şeriat’ın bir hakikatine bin ruhum olsa fedâ etmeye hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adâlet-i mahz ve fâzilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil” diyerek cevap vermişti. “İttihad-ı Muhammediyeye (asm) dahilmişsin?” diye sorulduğunda “Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat benim tarif ettiğim vecihle. Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimlerdir bana gösterin” diyerek o kudsî mensubiyeti de kendi tarif ettiği şekliyle sahiplenmişti. Mahkemede yaptığı bu gibi müdafaalarda hareketlerin ve sözlerinin doğruluğunu onlara da kabul ettirerek idam talebi ile girdiği mahkemeden beraat kararı alarak çıkmıştı. Ardından da ‘Allah’ın en çok sevdiği hareketi yapmış ve zalimlerin zulmünü yüzlerine karşı haykırarak’ etrafında toplanan heyecanlı kalabalıkla birlikte Beyazıt’tan Sultanahmed’e doğru yürümüştü. “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” *** Aradan yüz sene geçti. Bediüzzaman Said Nursî, aynı şanla, ihtişamla bugün yine Beyazıt Meydanı’nda. O zaman devlete karşı yapılan bir isyana mani olmak için harekete geçince yaşamıştı o hadiseyi. Sonraki hayat safahatında İslâm’a, imana, insanlığa yapılan ihanet hareketlerine mani olmak isteyince de Selanik menşeli Hareket Ordusu mensubu mütegallibeler tarafından, benzer muamelelerle durdurulmak istendi. Kendi tabiri ile ‘Divan-ı harplerde bir cani gibi muâmele gördü, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandı. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildi. Defalarca zehirlendi. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldı.’ Her seferinde inayet-i İlahîye ile kurtuldu. ‘Milletinin imanını selâmette görmek için dünyasını da, ahiretini de feda edercesine’ çalıştı. Risâle-i Nur Külliyatını yazarak ‘küfrün belini kırdı.’ Said Nursî 23 Mart 1960 tarihinde ahirete irtihal edince talebeleri devraldı o kudsî vazifeyi. Onlar da benzer muâmelelere maruz kaldılar ama yılmadılar. Keyfî yasaklara hayatları pahasına karşı çıktılar, kötü muâmelelere müsbet hareketle mukavemet ettiler. Bu uğurda binlerce Nur medreseleri açtılar, müesseseler kurdular, gazeteler, dergiler, kitaplar neşrettiler, radyolar, televizyonlar, internet siteleri açtılar; değişik ülkelerde seminerler, konferanslar, sempozyumlar, açık oturumlar düzenlediler ve Nurun intişarına vesile oldular. Sıra her yerde her gün yaşanan bu fiilî hâli âleme alenen ilân etmeye gelince hazırlanan "Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı" Edirne’den hareket ederek Türkiye yollarına çıktı. İman, ihlas, heyecan ve sevgi doluydu bu Hizmet TIR’ı. Gittiği yerlerde şehrin en büyük meydanında karşılandı. Onun vesilesiyle mânen Bediüzzaman’ı karşılayan insanların gönlüne birer TIR dolusu muhabbet armağan etti. Nihayet bugün de Beyazıt Meydanı’na geldi. Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul’a her gelişinde uğrardı bu meydana. Bazen insanlarla selâmlaşarak geçer, bazen vecd içinde Beyazıt Camii’ne girip ihlâslı hafızların okuduğu Kur’ân’ı dinler, bazen ‘sesinin güzel olmadığından yakınan hafızların kulaklarını çınlatır’dı. 1959 yılının son gününde, İstanbul’a yaptığı veda ziyaretinde de bu meydana gelmek istemişti. Fakat bazı gazetecilerin şirretlikleri yüzünden şehirden hemen ayrılmak zorunda kaldığı için gelememişti. *** O ziyaret, vefatından elli yıl sonra mânen gerçekleşti. Risâle-i Nurlarla dünyası, ahireti nurlanan binlerce talebesi, Üstadlarının ilk nümayişi yaptığı yerde; onun ismi, resmi, talebeleri ve eserleri ile bir araya gelerek Bediüzzaman’ın bu milletin değeri, Risâle-i Nurların da bu ülkenin gerçeği olduğunu bir kez daha âleme ilân ettiler. Bugün Beyazıt Meydanı tarihî günlerinden birini daha yaşıyor. Çünkü Bediüzzaman Said Nursî, ruhen Beyazıt Meydanı’nda. 17.10.2010 E-Posta: [email protected] |