Selim GÜNDÜZALP |
|
‘Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme’ |
Hiç kimseden bir tesellinin gelmediği anlarda, bir yokuş başında, bir merdivenin ilk basamağında şu sözü hatırlamanın tam sırasıdır: Yalnız değilsin, Allah var. Yola çık; yol açık. Yol açık; yola çık. Yürü, git güneşe doğru, bakma arkana. Sen git, gölgen peşinden gelsin. Yürüyen insan, inanan insan, kâinatın kaderini değiştirmeye azmetmiş bir insandır. Küçücük bir adım işte. Hamiyeti çok büyük, ruhu çok büyük. Hayat gayesi olan insanın etrafında döner. “Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme.” Öyle derdi Gürbüz Azak Ağabey. Diline dola, istersen tesbih et. Hakikati kucaklayan bir sözün ardından sen de yürü, sen de düş. Bak, senden önce bu yoldan geçenlere bak, gidenlere bak. Yalnız olmadığını göreceksin. Korkutmasın kuytu köşeler seni. Sağdan soldan üzerine ilişenler, didişenler, ayağına çelme takanlar, kenara çekmeye çalışanlar, vitrinlere çağıranlar, başka yerlere dâvet edenler, senin nazarını yolundan, hedefinden çevirmesinler. Kim ne derse desin… Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme. İmkân ne ki? İman varken imkân nasıl olur? İmanın kendisi imkândır zaten. İman var, Allah var, her şey var. İmkânsızlık yok. Sahabe efendilerimiz, gökten yıldızları yere indirdikleri için yıldızdı. Yeryüzü yıldızlarıydı onlar. Gökyüzündeki yıldızların ışıltısı onlarda gözüktü. Doğruluğuna inandıkları bir meselede hayatlarını verdiler, imkân düşünmediler. En kıymetli olan neyi varsa ellerinde, onu verdiler. Yok ise, canlarını koydular orta yere. Büyük bir miras bıraktılar. Sana, bana, bize, hepimize… Doğruluğuna inandığın bir meselede imkân düşünme. Deli mi diyecekler, divane mi diyecekler, kafayı mı yemiş diyecekler… Ne derlerse desinler. Bu yolun yolcularının bir garip hâlidir bu işte. Giderler. Desinler diye değil, bilsinler diye değil, görülsünler, tarihe kazınsın isimleri diye değil. Bilinmemek, işleri olmalı. Görünmemek, onların hayatlarının biricik gayesi, emeli olmalı. Öyledir de. Öyledirler de zaten. Başka türlü olamaz. Aynanın görevi, üzerindeki ışıkları göstermektir. Ayna gibidir hayatları. Aldıklarını göstermek, aksettirmektir. İmkân var. İman varsa her şey var. Ama bir de yakamıza yapışmış eski bir hastalık, tembellik var… İnsana gün gelir, gölgesi bile yük olur, ayağından tutar, çeker. Azmettiği meselenin karşısına kendi çıkar insanın bazen. Şeytanı, nefsi koy kenara. Kendi alışkanlıkları, çocukluğundan beri kendisinin getirdiği davranış şekilleri de etkiler. Her biri, hayatının bir köşesinden istilâ etmeye başlar insanın ruhunu. Bundan anlarız ki, insan hayırlı bir yoldadır. Hayırlı bir işin ucunu tutmuştur bu yolda. Engelsiz yolda, zahmetsiz yolda rahmet yok. O rahmet, bin zahmetin karşılığıdır. Bir zahmetin değil, belki bin zahmetin karşılığıdır. Değer ama… Bir damla yağmurun kurumuş toprağa faydası var. Bir küçük damla olup hayat içerisinde akıp gitmeli. Doğruluğuna inandığı meselede imkân düşünmemeli insan. Şu şu diye şartları bir araya getirip, şunlar şunlar olsa da şunları yapsak demekten vazgeçmeli artık… Böyle bir mantık, böyle bir maddî kafa, birçok şeyi yarı yolda bırakıp kaçmış, dağıtmış, her şeyi didiklemiş, ama hiçbir şeyi yapamamış haylaz bir çocuğun, iş bilmez insanların modelini oluşturuyor. Kul bu yolda giderken ne kadar kusurlu olursa olsun, niyeti düzgün ise, onun eksiğini melekler tamamlar. Allah’a amelini kusursuz arz eder, öyle takdim eder. Sübhan’dır O. Her türlü kötülükten, çirkinlikten, yanlışlardan, zihnimizden, aklımızdan, hayalimizden geçen ne varsa bütün kusurlardan münezzehtir Sübhan olan Allah (cc). Onun katına kusursuz arz edilir her şey. Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme, kardeşim. Yürü… Kim ne derse desin. Gölgeni arkana al, yürü. Yapman gereken çok iş var. Köşe başındaki ağaç bile seni bekliyor. Bir merhabanı, bir selâmını bekliyor… Çiçek açmış. Çiçek açmış her ağaç, kucaklarını açmış bir ana gibi. Hadi gidip kucaklayamazsın da, hiç olmazsa gözünle de mi kucaklayamazsın? Tefekkürünle de mi kucaklayamazsın? Bakışınla da mı onun ibadetine katılamazsın? Ağaç bekliyor, kuş bekliyor, bulut bekliyor, güneş bekliyor, yağmur bekliyor… Her şey beklerken, insanlar mı beklemez seni? Bir yol arkadaşı bulursun İnşaallah. Onunla beraber yürürsün. Birler iki olur, ikiler dört olur, dörtler sekiz olur, sekizler on altı… Öyle öyle, bu dâvâ, kartopu gibi katlanır gider, çığ gibi büyür... Onlar, bir iken bin oldular. Veda Hutbesi’nde yüz bin oldular. Ama sayıya, çokluğa bakmadılar. Bunun için çalışmadılar. Allah için yola çıktılar. Allah onların niyetlerini büyüttü. Yeryüzüne düşen bir damla olarak kalmadılar, umman oldular. İşte böyledir Allah yolunun yolcuları. Az da olsa, çokturlar. Azlığına, çokluğuna bakmadılar. İnsanların ölçtükleriyle ölçmediler. İnsanların alıp tarttığıyla tartmadılar. İlâhî bir ölçünün ışığında yürüdüler. Ve bu dünyadan, en güzel sesleri bırakıp gittiler. Kuğunun son şarkısı gibi. Hâlâ o sesler çınlıyor. Hâlâ onların söyledikleri kulaklarımızda yankılanıyor. Çünkü söyledikleri sözler, havadaki zerreleri bile aşka getirdi, dalgalandırdı. Onları da lerzeye getirdi, onları da şevke getirdi. Hiç hava zerreleri onların sözleri, duâları kadar güzel bir şey duymadı, iletmedi. Onların yürüyüşleri kadar güzel bir yürüyüşü görmedi toprak. Onların gidişi kadar güzel bir sahneyi görmedi güneş. Onun için onları incitmedi o sıcaklık. Başkaları yanıp kavrulurken çölde, onlar hep serinlik içindeydiler. Çünkü yürekleri, güneşten daha sıcaktı. İçleri yanana güneş neylesin? Ruhu yanana ayağının altındaki sıcaklık neylesin? İmkânı düşünmekle vazifeli değildiler. İmkânın sınırlarını zorlamayı bile düşünmelerine gerek yok. İman varsa, her şey var. Yolun doğru ise, doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme. Allah bizimle beraber. Allah sadece bizimle mi beraber? Allah, bütün her şeyle beraber. İnsanların hepsiyle beraber. Allah için kâinattaki her zerre değerlidir. O’nun ilmi, O’nun iradesi, O’nun rahmeti olmasa, kim bir nefes alır, kim bir adım atabilir, kim, ne söz söyleyebilir, kim bir hayra yönelebilir? “Biyedihi'l-hayr. Yani, Her hayır, Onun elindedir.” (Mektubat, 221) O’nun kontrolünde olduğunun, O’nun kudretine dâhil olduğunun, O’nun ilminde var olduğunun, O’nun iradesiyle, O’nun kuvvetiyle yürüdüğünün, bütün her şeyinin O’nun tarafından bilindiğini bilenin kâinattan aldığı lezzet, hiçbir şeyde yoktur işte. Kâinatta yalnız olur mu insan, Allah’la beraber yürüyorsa eğer? Onun maddî ve manevî bereketi, hayatında görünür. Allah ile olan adam, yalnız değildir. Allah var, her şey var… Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme. Düşünen düşünsün. Ama madem iman var, o en büyük imkândır. O imanın içinde ebedî hayatın cenneti de var, Allah’ın rızası da var, her şey var. İman, imkânı yere serer. İmkân, bu dünya hayatında, sınırları içerisine çizdiği daireye hapsolanlar için var. İman sahipleri için imkân, o sınırları aşmaktır, o dairenin dışına taşmaktır. Küçük bir ayrıntı işte… Hani cama bakmakla camdan bakmak gibi bir şey işte… Bazen bir takılırsın, bütün gözler camda kalır, camdaki lekelere takılır. Biri de camdan bakar. Allaaaah… Ne manzara vardır dışarıda... Aman Allah’ım, bu ne güzelliktir diye… İşte imkâna takılıp kalan, camdaki lekelere takılıp kalan gibidir. Bakıştan bakışa, hayretten hayrete fark var. Biri Selimiye’ye bakıp Sinan’a hayret eder, diğeri de Sinan’ı yaratan Allah’a hayret eder. Arada ne kadar fark var. “Şunlar şunlar olsun da hizmet edeyim” düşüncesi, nefsin bir adî bahanesidir. Allah yolunun yolcusu, engel tanımaz. O yürür. Tedbirini alır, Allah için adım atar, yola çıkar. İsterse ilk adımda yolculuğu son bulsun. Ölçmez, mesafeleri ölçmeye kalkmaz, Rabbini imtihan etmeye kalkışmaz. “Azım” demez. Bütün kâinata seslenmek arzusuyla çıkar. Himmeti, milletidir. Bediüzzaman, “Maksadın büyümesiyle himmet de büyür” (Divan-ı Harb-i Örfi, 59) diyor. Himmetimizi büyütelim. Himmetimiz milletimiz olsun. İnsanın maksadı büyüdükçe, himmeti de büyüyor işte, gayreti de büyüyor. Kıl kadar, şule kadar, zerre kadar bir varlık olan insan, imanın nuruyla kâinat kadar oluyor… “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (Tarihçe-i Hayat, 88) Öyle değil mi? Ne güzel bir sözdür bu Yâ Rabbi… İnsanı ateşleyen, şevklendiren. Rahmetli Tahiri Mutlu Ağabey, Barla’daki Medrese-i Nuriye’de Üstadımızla birlikte ders yaparken, “O küçücük odada kâinatın nabzının attığını hissederdim” dermiş. Bir lamba düşünün. Kırılmaya mahkûm bir şişe. Ama içerisine küçücük bir ışık girdiğinde, odaları aydınlatıyor, sokakları aydınlatıyor, koca bir şehri aydınlatıyor. Bir lamba değildir artık o. Adeta bir güneş parçasıdır. İmanımız ışık gibidir. Ruhumuz nur gibidir. Bedenimizi kuşatırsa eğer bu mânâ, bu hamiyet, bu gayret, bu maksat, lambayı kuşatan ışık gibi, ruhuyla da bedeniyle de nur olur gider insan. Ne başka bir şey düşünür, ne de imkân… *** Sahabe efendilerimizin, Allah dostlarının, dâvâ erlerinin, Üstadımızın talebelerinin, saff-ı evvel ağabeylerimizin vaziyeti her halde buydu. Nur postacıları… Günde kim bilir, kaç kilometre yürüyen bu insanların her halde gayesi, hedefi buydu. Allah rızası için yola çıkmak... Meselâ postacı Bekir Ağa’nın, nur santrali ve nurun kâtipliğini yapan, bu dâvânın çilesini çeken diğer bütün mübarek zatların, eli kalem tutan o mübarek insanların bizim hayatımızda ne kadar büyük yerleri var. Bugün şayet iman havasını teneffüs ediyorsak, onların gündüz ortasında, evlerin yüklüklerinde, hanımlarının tuttukları gaz lambalarının ışığında yazdıkları risâlelerin ve sırtına heybeyi vurup, içerisine risâlelerin yazılmış nüshalarını koyup köy köy dolaşıp, yazılıp çoğaltılmasını sağlayan insanların çok büyük emekleri, hatırı sayılır hakları vardır üstümüzde. Onların dün ektiği tohumlar, şimdi zeminimizde çiçek açtılar. Allah onlardan ebediyen razı olsun… Mekânları cennet olsun İnşâallah. Doğruluğuna inandığın meselede imkân düşünme… alışalım, gayret edelim ki, bugün ekilecek tohumlar, yarının toprağında çiçek açsınlar İnşâallah… Budur Rabbimizden niyazımız. Âmin… 10.10.2010 E-Posta: [email protected] |