Yasemin YAŞAR |
|
Musîbet ve âfetler gerçekten kötülük müdür? |
Her şeyin Allah’ın iradesi ile olduğu, kadere iman meselesinin özü niteliğindedir. Böyle olunca insan aklını kurcalayan bir dizi sorular peş peşe gelmektedir. Bunlar; kötülükler, küfür, dalâlet, musîbet, âfet, belâ gibi şer olan şeyler Allah’ın iradesi ile mi gerçekleşiyor? Eğer öyleyse kötülükler Allah’tan geliyor. Zira O merhametli ise neden kötülüklerin dünya üzerinde yayılmasına müsaade ediyor? Bu soru şeytânî başka başka soruları da akla getirip, “O zaman Allah’ın gücü, kudreti kötülükleri önlemeye yetmiyor mu?” veya “Rahmet sahibi ise neden müdahale etmiyor?” gibi gerek adavet-i İlâhiyeyi işmam eden ve insanı sukût ettiren, gerekse imanı tahkîkileştiren sorular ardı ardına gelmektedir. İnsanlık tarihinde bu sorulara cevaplar aranmış ve iman derecesine göre, herkes kendince bir takım çıkarımlarla cevaplar bulmaya çalışmıştır. Bazıları kötülüğü gerçek anlamda var saymayarak, bazıları sınırlı bir uluhiyet anlayışı ortaya koyarak, bazıları da birden fazla ilâh kabul ederek kendilerince meseleyi anlamaya çalışmışlardır. İslâm âlimleri arasında da çok tartışmalara sebep olan bu meselenin tarihçesinden bahsetmeyeceğim. Buna gerek yok. Çünkü bu soruların cevaplarını bu asrın insanlarına muknî cevaplar veren Risâle-i Nur eserlerinde bulabiliriz. Şunu da belirtmek gerekir ki, soruları soran (özellikle kadere dair) kişilerin hadleri önemlidir. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, bu meseleleri ele alan kimselerin imana dair bazı temellerinin olması şarttır. Allah’ın âdil ve hakîm olduğuna Malikü’l-Mülk olup, mülkünde istediği gibi tasarruf ettiğine dair inançta yakîn elde etmeden sormak tehlikelidir. Ne var ki, akla gelen düşüncelere böyle hadler konulamadığından ve insanın yaratılış gereği bu soruları sorması ve cevaplar araması insaniyetin gereği olduğundan hareketle herkesi tatmin edecek cevaplar bulmak gerekir. Elbette bu zor bir meseledir. Zira asır insanına iman problemleri de dikkate alındığında böyle ince meselelerde cevap vermek güçleşmektedir. Fakat rahmet sahibi Cenâb-ı Hak, her asrın sorularına, Kur’ân’dan mülhem cevaplar verecek mücedditler göndermiştir. İşte Risâle-i Nur eserlerinin farkı burada ortaya çıkmaktadır. Zira diğer meslekler mevcut imanî bir altyapının var olduğu kabulünden yola çıkarak cevaplar verirken; Risâle-i Nur eserleri insanı en âmî halden alıp, iman hakikatlerini bir bir yerleştirip, bu alt yapıyı hazırladıktan sonra böyle ince meselelere cevaplar vermektedir. Risâle-i Nur mesleğinin ispat yolunu takip etmesi, esmâü’l-hüsnâ ile kâinatı ve hadiseleri okuma metodunu kullanması, hikâye ve temsilât dürbünleriyle meselelerin ince hakikatlerini kavratması, tekrar ile tesis yöntemi ile hakikatleri iç dünyamıza yerleştirip, aklın ve kalbin tasdik ettiği hakikatleri lâtifelere de sindirme ve teslim olmasını temin metotları ile asrın insanını kendisi ile meşgul etmiş ve asrın sorularına bu yöntemle cevap vermiştir. Baştaki sorularımıza tekrar dönecek olursak, kaderî yaklaşımla öncelikle kötülüğü ikiye ayırmak gerekir. Birincisi, insanın iradesiyle meydana gelen ahlâkî anlamda kötülüklerdir. İkincisi, ızdırârî kaderle meydana gelen kötülükler yani âfetler, hastalıklar, ölümler gibi. Bu ayrım yapılmaksızın “Kötülük Allah’ın kaderi ile midir? Gerçek anlamda kötülük var mıdır? Kötülük kavramı insana ait bir kavram mıdır?” sorularına cevap verilemez.
Ayrıca adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bu tenkit ve itirazvârî soruları besleyen düşüncelerden birisi de musîbetlerin umumî olması, mazlûm, zalim, çocuk, ihtiyar demeden herkesin musîbete düşmesi gibi düşüncelerdir. İşte bu yüzden ızdırârî kaderle meydana gelen sıkıntı ve belâların hikmet yönlerini okumak; ihtiyârî olarak gelen sıkıntı, kötülük ve günahların sebebini iyi tahlil etmek ve öğrenmek gerekir. İşte Risâle-i Nur, bize bu hikmet okuma derslerini öğreten eserlerdir. Bu hafta ızdırârî kaderle meydana gelen afet ve musîbetlerin kader bağlantısını konu edineceğiz. Bediüzzaman’ın bu tarz kötülük, musîbet ve âfetlere (!) yaklaşım tarzının esasını oluşturan düşünce şudur. Hadiselerin zahiri çirkin, fakat iç yüzü güzeldir. Zahiren çirkin görülen hadiselerin melekût boyutunu görebilmek, hakikatine muttalî olabilmek, iman nazarı gerektirmektedir. Zira insanlar tabiatı gereği zahirperest olduğu için zahire bakıp çirkinliğe hükmedebilir. Bu mesele ile ilgili olarak 24. Mektub’da her insanın aklına gelebilecek bu sorunun cevabını verir. Soru şudur: “Mahlûkatın çektiği musîbet ve meşakkat Allah’ın Vedud, Hakim ve Rahim isimleri ile nasıl tevfik edilebilir?” Beş remizle bu soruya cevap veren Bediüzzaman, meşiet-i İlâhînin asıl olduğundan, yani tevhid hakikatinden yola çıkarak, “Mahir bir san'atkâr, kıymettar bir elbiseyi, murassa ve münakkaş sûrette yapmak için bir miskin adamı lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'atını ve maharetini göstermek için o elbiseyi, o miskin adamın üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı oturtur, kaldırır. Muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o San'atkâra desin, beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup, meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?” örneğini verir. Bu misâl ile Bediüzzaman, küllî rahmet ve cüz’î şerler ilişkisine açıklık getirmektedir. Âlemde görülen bazı âfet, hastalık, sakatlık ve hatta şerrin ta kendisi olan şeytanın yaratılmasına dahi bu gözlükle bakılmasının dersini verir. Çünkü kâinatta küllî, umumî rahmet ve şefkate cüz’î olan şeyler münafi değildirler. Şeytan dahi insanın terakkîsinin bir zembereğidir. Hastalık, ihtiyarlık gibi haller insanın hayra yönelmesine vesiledir. Bunlarla hayat tasaffî eder tesbitlerinde bulunmuştur. Bu misâl ile anlaşılıyor ki, hiçbir mevcudun Cenâb-ı Hak’ka karşı hak dâvâ etme hakkı yoktur. Hakları iman, şükür ve hamd ile verdiği vücut mertebelerinin hakkını eda etmektir. Bu yüzden insan başına gelen hadiseleri ve musîbetleri okurken şu gözlüğü takmalıdır; “Sen madum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün” diyerek, insânî nimetleri sayıp, bunlara nankörlük etmek mânâsında kaderi tenkit etmenin, hak dâvâ etmenin bir küfran-ı nimet olduğunu düşünmek gerekir. Izdırârî kader ile başa gelen musîbet, sıkıntı ve belâları kötülük diye nitelendirmek, zaten baştan yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü yaratılan her şeyin ve hadisenin bir değil, birden fazla yönü vardır. Bize kötü görünen cihet, bir başka açıdan iyi olabilir. Aklı gözüne inmiş bu asırda akıl ile kalbi birleştirerek hadisâtı okumak, doğru gözlük olacaktır. Aksi halde insan kabukla, kışırla veya Üstad’ın tabiriyle, kabı ve kapağı yalamakla meşgul olur. Oysa bu asır insanının eşyanın iç yüzüne, batınına nüfuz etmeyi, kabuktan ziyade lüb ile meşgul olmayı öğrenmesi onun amansız sorularına cevap bulmayı kolaylaştıracaktır. Bu ise ciddî bir iman ve esmâ talimi ile mümkündür. Önümüzdeki haftanın yazısında, ızdırârî kaderle meydana gelen musîbetlerin hikmet yönlerini ve başta sorulan soruların cevaplarını ele almaya çalışacağız. 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |