Yasemin YAŞAR |
|
Musîbet ve âfetler gerçekten kötülük müdür? |
Her şeyin Allah’ın iradesi ile olduğu, kadere iman meselesinin özü niteliğindedir. Böyle olunca insan aklını kurcalayan bir dizi sorular peş peşe gelmektedir. Bunlar; kötülükler, küfür, dalâlet, musîbet, âfet, belâ gibi şer olan şeyler Allah’ın iradesi ile mi gerçekleşiyor? Eğer öyleyse kötülükler Allah’tan geliyor. Zira O merhametli ise neden kötülüklerin dünya üzerinde yayılmasına müsaade ediyor? Bu soru şeytânî başka başka soruları da akla getirip, “O zaman Allah’ın gücü, kudreti kötülükleri önlemeye yetmiyor mu?” veya “Rahmet sahibi ise neden müdahale etmiyor?” gibi gerek adavet-i İlâhiyeyi işmam eden ve insanı sukût ettiren, gerekse imanı tahkîkileştiren sorular ardı ardına gelmektedir. İnsanlık tarihinde bu sorulara cevaplar aranmış ve iman derecesine göre, herkes kendince bir takım çıkarımlarla cevaplar bulmaya çalışmıştır. Bazıları kötülüğü gerçek anlamda var saymayarak, bazıları sınırlı bir uluhiyet anlayışı ortaya koyarak, bazıları da birden fazla ilâh kabul ederek kendilerince meseleyi anlamaya çalışmışlardır. İslâm âlimleri arasında da çok tartışmalara sebep olan bu meselenin tarihçesinden bahsetmeyeceğim. Buna gerek yok. Çünkü bu soruların cevaplarını bu asrın insanlarına muknî cevaplar veren Risâle-i Nur eserlerinde bulabiliriz. Şunu da belirtmek gerekir ki, soruları soran (özellikle kadere dair) kişilerin hadleri önemlidir. Önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, bu meseleleri ele alan kimselerin imana dair bazı temellerinin olması şarttır. Allah’ın âdil ve hakîm olduğuna Malikü’l-Mülk olup, mülkünde istediği gibi tasarruf ettiğine dair inançta yakîn elde etmeden sormak tehlikelidir. Ne var ki, akla gelen düşüncelere böyle hadler konulamadığından ve insanın yaratılış gereği bu soruları sorması ve cevaplar araması insaniyetin gereği olduğundan hareketle herkesi tatmin edecek cevaplar bulmak gerekir. Elbette bu zor bir meseledir. Zira asır insanına iman problemleri de dikkate alındığında böyle ince meselelerde cevap vermek güçleşmektedir. Fakat rahmet sahibi Cenâb-ı Hak, her asrın sorularına, Kur’ân’dan mülhem cevaplar verecek mücedditler göndermiştir. İşte Risâle-i Nur eserlerinin farkı burada ortaya çıkmaktadır. Zira diğer meslekler mevcut imanî bir altyapının var olduğu kabulünden yola çıkarak cevaplar verirken; Risâle-i Nur eserleri insanı en âmî halden alıp, iman hakikatlerini bir bir yerleştirip, bu alt yapıyı hazırladıktan sonra böyle ince meselelere cevaplar vermektedir. Risâle-i Nur mesleğinin ispat yolunu takip etmesi, esmâü’l-hüsnâ ile kâinatı ve hadiseleri okuma metodunu kullanması, hikâye ve temsilât dürbünleriyle meselelerin ince hakikatlerini kavratması, tekrar ile tesis yöntemi ile hakikatleri iç dünyamıza yerleştirip, aklın ve kalbin tasdik ettiği hakikatleri lâtifelere de sindirme ve teslim olmasını temin metotları ile asrın insanını kendisi ile meşgul etmiş ve asrın sorularına bu yöntemle cevap vermiştir. Baştaki sorularımıza tekrar dönecek olursak, kaderî yaklaşımla öncelikle kötülüğü ikiye ayırmak gerekir. Birincisi, insanın iradesiyle meydana gelen ahlâkî anlamda kötülüklerdir. İkincisi, ızdırârî kaderle meydana gelen kötülükler yani âfetler, hastalıklar, ölümler gibi. Bu ayrım yapılmaksızın “Kötülük Allah’ın kaderi ile midir? Gerçek anlamda kötülük var mıdır? Kötülük kavramı insana ait bir kavram mıdır?” sorularına cevap verilemez.
Ayrıca adâvet-i İlâhiyeyi işmam eden bu tenkit ve itirazvârî soruları besleyen düşüncelerden birisi de musîbetlerin umumî olması, mazlûm, zalim, çocuk, ihtiyar demeden herkesin musîbete düşmesi gibi düşüncelerdir. İşte bu yüzden ızdırârî kaderle meydana gelen sıkıntı ve belâların hikmet yönlerini okumak; ihtiyârî olarak gelen sıkıntı, kötülük ve günahların sebebini iyi tahlil etmek ve öğrenmek gerekir. İşte Risâle-i Nur, bize bu hikmet okuma derslerini öğreten eserlerdir. Bu hafta ızdırârî kaderle meydana gelen afet ve musîbetlerin kader bağlantısını konu edineceğiz. Bediüzzaman’ın bu tarz kötülük, musîbet ve âfetlere (!) yaklaşım tarzının esasını oluşturan düşünce şudur. Hadiselerin zahiri çirkin, fakat iç yüzü güzeldir. Zahiren çirkin görülen hadiselerin melekût boyutunu görebilmek, hakikatine muttalî olabilmek, iman nazarı gerektirmektedir. Zira insanlar tabiatı gereği zahirperest olduğu için zahire bakıp çirkinliğe hükmedebilir. Bu mesele ile ilgili olarak 24. Mektub’da her insanın aklına gelebilecek bu sorunun cevabını verir. Soru şudur: “Mahlûkatın çektiği musîbet ve meşakkat Allah’ın Vedud, Hakim ve Rahim isimleri ile nasıl tevfik edilebilir?” Beş remizle bu soruya cevap veren Bediüzzaman, meşiet-i İlâhînin asıl olduğundan, yani tevhid hakikatinden yola çıkarak, “Mahir bir san'atkâr, kıymettar bir elbiseyi, murassa ve münakkaş sûrette yapmak için bir miskin adamı lâyık olduğu bir ücrete mukabil model yaparak kendi san'atını ve maharetini göstermek için o elbiseyi, o miskin adamın üstünde biçer, keser, kısaltır, uzatır; o adamı oturtur, kaldırır. Muhtelif vaziyetler verir. Şu miskin adamın hiçbir hakkı var mıdır ki, o San'atkâra desin, beni güzelleştiren bu elbiseye neden ilişip tebdil ve tağyir ediyorsun ve beni kaldırıp oturtup, meşakkatle benim istirahatimi bozuyorsun?” örneğini verir. Bu misâl ile Bediüzzaman, küllî rahmet ve cüz’î şerler ilişkisine açıklık getirmektedir. Âlemde görülen bazı âfet, hastalık, sakatlık ve hatta şerrin ta kendisi olan şeytanın yaratılmasına dahi bu gözlükle bakılmasının dersini verir. Çünkü kâinatta küllî, umumî rahmet ve şefkate cüz’î olan şeyler münafi değildirler. Şeytan dahi insanın terakkîsinin bir zembereğidir. Hastalık, ihtiyarlık gibi haller insanın hayra yönelmesine vesiledir. Bunlarla hayat tasaffî eder tesbitlerinde bulunmuştur. Bu misâl ile anlaşılıyor ki, hiçbir mevcudun Cenâb-ı Hak’ka karşı hak dâvâ etme hakkı yoktur. Hakları iman, şükür ve hamd ile verdiği vücut mertebelerinin hakkını eda etmektir. Bu yüzden insan başına gelen hadiseleri ve musîbetleri okurken şu gözlüğü takmalıdır; “Sen madum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın, camid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın, sıhhat ve selâmet nimetini gördün” diyerek, insânî nimetleri sayıp, bunlara nankörlük etmek mânâsında kaderi tenkit etmenin, hak dâvâ etmenin bir küfran-ı nimet olduğunu düşünmek gerekir. Izdırârî kader ile başa gelen musîbet, sıkıntı ve belâları kötülük diye nitelendirmek, zaten baştan yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü yaratılan her şeyin ve hadisenin bir değil, birden fazla yönü vardır. Bize kötü görünen cihet, bir başka açıdan iyi olabilir. Aklı gözüne inmiş bu asırda akıl ile kalbi birleştirerek hadisâtı okumak, doğru gözlük olacaktır. Aksi halde insan kabukla, kışırla veya Üstad’ın tabiriyle, kabı ve kapağı yalamakla meşgul olur. Oysa bu asır insanının eşyanın iç yüzüne, batınına nüfuz etmeyi, kabuktan ziyade lüb ile meşgul olmayı öğrenmesi onun amansız sorularına cevap bulmayı kolaylaştıracaktır. Bu ise ciddî bir iman ve esmâ talimi ile mümkündür. Önümüzdeki haftanın yazısında, ızdırârî kaderle meydana gelen musîbetlerin hikmet yönlerini ve başta sorulan soruların cevaplarını ele almaya çalışacağız. 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Tek tipçi projeler |
28 Şubat’ta zorunlu ilköğretim kesintisiz sekiz yıla çıkarılırken telâffuz edilen tek tip eğitim formülünde amaç, çocukların resmî ideoloji kalıbına dökülmesiydi. Bu uygulama ile, 7-15 yaş arası çocukların, şahsiyetlerinin oluşması açısından çok büyük önem taşıyan o devrelerinde verilecek “eğitim”le, aynı tezgâhtan geçirilmeleri öngörülüyordu. Resmî ideoloji açısından sakıncalı görülen farklılıklar bu şekilde elimine edilip, herkes “aynı tornadan çıkmışçasına” tek tipleştirilecekti. Aslında cumhuriyetin başından itibaren tamamen yanlış ve çarpık bir temele bina edilen “tevhid-i tedrisat” formülüyle yapılmak istenen de buydu. Ama olmadığı, ortaya çıkan çok sayıdaki “imalât hatası” ile görüldü. Plan tutmadı. Çünkü yapılmak istenen şey, fıtrata aykırıydı. Her biri, Yaratıcının koyduğu kendine has orijinal vasıf, özellik ve kabiliyetlerle ayrı bir dünya olan insanların yaratılıştan gelen farklılıklarını yok sayan veya yok etmeye çalışan tek tipleştirmeci yaklaşım başarılı olamadı ve iflâs etti. Ama bu yöndeki zorlamalar yeni nesiller ve sosyal doku üzerinde büyük tahribata yol açtı. Özellikle, dinden tamamen tecrit edilmiş eğitim program ve müfredatları, dinle birlikte bu ülkenin diğer gerçeklerine de yabancılaşmış nesillerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Dinci-dinsiz, laik-antilaik geriliminin temeli böyle atıldı. İflâs etmiş “tek tip eğitim” anlayışının, ülkeyi yeniden 30’lu yılların karanlığına geri döndürme iddiasıyla başlatılan 28 Şubat’ta tekrar dayatılmasının, faturası giderek büyüyen sıkıntılı sonuçlarını da hep birlikte görüyor ve yaşıyoruz. Milletin “Çocuğum dinini öğrensin” diye teveccüh ettiği imam hatiplerin önünü kesmek için bütün meslek liselerine vurulan darbe, vasıfsız ve işsiz gençler ordusunu çığ gibi büyüttü. Aynı gençlerin içinde manevî değerlerden uzak büyüyenlerin sürüklendiği alkolizm, uyuşturucu, çete... tuzakları işin başka bir boyutu. Eğer, yine 28 Şubat’ın “bir numaralı iç tehdit” sayarak üzerlerine gittiği cemaatler başta olmak üzere bu ülkenin manevî dinamiklerince gerçekleştirilen manevî hizmetler olmasaydı, bu tablo çok daha ürkütücü ve vahim olabilirdi. Aynı şekilde, aileyi ve ahlâkî değerleri zaafa uğratmak, hattâ çökertmek için, eski dönemlere kıyasla çok daha tahripkâr yöntemlerle amansız bir şekilde sürdürülen “cazibedar” kampanyalara rağmen, bunlara direnen aile yapımız olmasaydı, sosyal bünyemiz çoktan çökmüş olurdu. Şükürler olsun ki, herşeye rağmen bizi hâlâ muhafaza eden manevî sigortalarımız mevcut. Ama bunların sürekli takviye edilip güçlendirilmesi ve paralel şekilde artarak devam eden manevî tahribatı frenleyip etkisiz kılmaya yönelik mekanizmaların da geliştirilmesi gerekiyor. Bunun en önemli ve öncelikli şartlarından biri ise, bir taraftan manevî dinamikleri tehdit ve tehlike olarak görürken, diğer taraftan manevî tahribata zemin hazırlayıp bütün kapıları açan resmî ideolojinin tamamen etkisiz kılınması. Burada da dönüp dolaşıp, yine özgürlük, demokrasi ve hukuk bahislerine geliyoruz. Bunlar, manevî kimliğimizi ve ona veren değerlerimizi koruyup geliştirebilmemiz için de çok önemli. Yaklaşık bir asırdır toplum ve ülke gerçekleriyle inatlaşan bir resmî ideolojiyi dayatarak, onun dogmaları ekseninde ısrarla sürdürülen tek tipleştirme projelerinin iflâsı ve meydana getirdikleri çok boyutlu tahribatın her geçen gün büyüyen faturası gözler önünde iken, bu projelerin farklı alanlardaki değişik versiyonlarının gündeme getirilmesindeki garabeti nasıl izah etmeli? Son günlerde çokça konuşulan tek tip askerlik projesi de, müflis tek tip eğitim projesinin bir uzantısı değil mi? İkisinin kaynağı da aynı zihniyet ve yaklaşımlar değil mi? Ve eğitimde de, askerlikte de topyekûn bir sistem değişikliğinin kaçınılmazlığı konuşulurken böyle projelerle ortaya çıkılması nasıl bir psikolojiyi yansıtıyor? 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Cesur çıkışlar artsın! |
Kabul etmek gerekir ki, başörtüsü yasağıyla ilgili olarak söylenmedik söz kalmadı. Bütün bu sözlerin ortak bir noktası var: Uygulanan yasak, yürürlükteki herhangi bir kanuna dayanmıyor; tamamen keyfî bir yasakla karşı karşıyayız! “Kanunsuz yasak olur mu?” demeyin. Hür ve demokrat ülkelerde olmaz, ama maalesef bizde oluyor. Zaten sıkıntının kaynağı da burada. Kanunsuz ve keyfî olarak uygulanan yasağın sona ermesi için çeşitli tavsiyeler dillendiriliyor. Neredeyse ilk günden beri ifade etmeye çalıştığımız bir nokta var: Bu kanunsuz yasak, siyasî iradenin kararlılığıyla ve cesur rektörler eliyle aşılır! Hatırlamak lâzım ki, geçenlerde Prof. Dr. Ali Nesin de aynı şeyi söylemişti. Nesin’in özetle söylediği şuydu: Uygulama kanunsuz olduğuna göre, rektörler bu uygulamayı reddedecek, uygulamayacak. Yani başı örtülü öğrencileri okul kapısından geri çevirmeyecek. Bu uğurda gerekirse hapse girmeyi de göze alacak! “Bu devirde kim bu cesareti gösterir, kim risk alır?” diyen olabilir. Ama şükürler olsun ki her şeye rağmen medenî cesaretini kaybetmeyenler de var. İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan cesur çıkış yapanlardan biri. Akşam gazetesinde şöyle yazmış: “Yıllar önce, henüz İstanbul Üniversitesi’nde çalışan genç bir akademisyenken gelen bir rektörlük yazısıyla ‘hocaların da, sınıfa başörtülü girişleri engelleme konusunda sorumlu olduğuna dair’ uyarılmıştık. Neredeyse hepimiz (özellikle genç nesil) bu görevi reddetmiş ve ‘Biz bekçi değil, hocayız’ diye isyan etmiştik. Pek işe yaramadı. İkna odaları kuruldu. Kapalı öğrencilerimizin bir kısmı okullarını bırakmak zorunda kaldı, diğerleri peruk ve şapkayla yollarına devam ettiler. Ağlayarak eğitimlerini bırakanlar da benim öğrencilerimdi. Onları yeterince koruyamadığım için her zaman vicdanî rahatsızlık duydum. Gençtim, büyüdüm şimdi bağırıyorum: ‘Öğrencime dokunma!’” (Akşam, 8 Ekim 2010) Aynı gün, bir cesur çıkış da Muş’tan geldi. Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç, bir açıklamasıyla yasakçıların ‘boyasını, cilasını’ silmiş: “Başörtüsü yasağının keyfî ve siyasal olduğunu herkes biliyor. Başörtüsü tamamen kişinin, kişisel tercihidir ve o kişisel tercihe herkesin saygı duyması gerekir.” Prof. Dr. İnanç, şunları da söylemiş: “(Üniversitemizde) Bundan sonra da (kılık kıyafet/başörtüsü yasağı) olmayacak. Yasalar çerçevesinde hareket ettik. Gerek anayasa noktasında, gerekse kanunlar noktasında zaten herhangi bir kısıtlama, herhangi bir yasak söz konusu değildir. O açıdan üniversitemizde hiçbir zaman böyle bir yasak olmadı, bundan sonra da böyle bir yasak olmayacaktır.” (AA, 8 Ekim 2010) Yasağı savunan bir Allah’ın kulu çıkıp aksini ispat edebilir mi? “Yasak, kanuna dayanıyor” diyen varsa, çıkıp o kanunu göstersin! Gösteremez, çünkü öyle bir kanun yok! Peki ne var? İnat var, inkâr var, gerçekleri görmemek var! Bunları ifade etmekle, “Yasak kanuna dayanmış olsa kabul ederdik” dediğimizi kimse aklına getirmesin. Kanuna dayanıyor olsa da, yine itiraz ederdik ve ederiz. Çünkü başörtüsü hem en temel insan hakkı, hem de inanç hakkı. Bunlar kanunlarla da olsa kısıtlanamaz, engellenemez. İnsanların ‘nefes alması’ nasıl ki kanunla engellenemez, inançlarının gereğini yerine getirmek de aynı şekilde engellenemez. Bundan öncekilerle birlikte bu cesur çıkışları da alkışlıyor ve benzer cesur çıkışları her camiadan bekliyoruz. Haksız olan yasakçılar, kaybetmeye mahkûmdur vesselâm. 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
2011 yeni anayasa yılı olur mu? |
Siyaset Meclis’in açılmasıyla birlikte hareketlendi ve hararetlendi. Referandum sonrası yapılan açıklamalar ve 1 Ekim’deki Meclis’in yasama yılına başladığı günlerdeki bahar havası çabuk bitti. Liderler grup toplantılarında birbirlerine yüklenmeye başlaması da bahar havasının “yalancı bahar” olduğunu ortaya koydu. Siyasetin tartışma konularından birisi başörtüsü yasağı diğeri de yeni anayasa konusu… Grup toplantılarını izledik. Görüntü şuydu: Tıpkı başörtüsü yasağı gibi yeni anayasa konusu da liderlerin arasında “siyasî polemiğe” dönüştürüldü. Yıllardır “yeni bir anayasa yapacağız” diye oy isteyenler şimdilerde “zaman daraldı, zamanı değil” derken, birileri de “bir haftada yapalım” diyerek meseleye nasıl yaklaştığını ortaya koymaya başladı. Bir diğeri de her ikisini suçlayarak “ yeni anayasa isteyenlerin şimdi ipe un serdiklerini” söyleyerek kendine başka bir yol çizmeye çalışıyor. Bunu söyleyen üç genel başkanda “Bu anayasa Türkiye'ye dar geliyor” demeyi de ihmal etmiyor. Yeni yasama yılının ilk grup toplantılarındaki konuşmalardan da gördük ki, önümüzdeki dönemde en çok konuşulacak konuların başında yeni bir anayasa hazırlığı olacak, ama meselenin sadece istismarı yapılacak. 2011 yılının “yeni anayasa yılı olacağı” söylense de bunun olmayacağı şimdiden ortaya çıktı. Bunun belirtilerini şuradan görebiliyoruz: Başbakan “Okullar tatile çıkmadan seçimi yapalım istiyoruz. (grupta Haziran’ın ilk haftası olabileceğini söyledi) 90 günlük bir seçim takvimini düşünecek olursak. O zaman Mart ayı içinde takvim çalışmaya başlayacaktır. Bu ne demektir? 2011’de zaten iki ayınız var. Nerede gelip hangi çalışmayı yapacaksınız?” diye söylüyor. Önümüzdeki üç ayda da anayasa değişikliğinden sonra yapılması gereken uyum yasaları ve 2011 bütçesiyle geçeceği için yeni anayasa yapmanın zor olduğunu dile getiriyor. Hükümet yetkilileri bir yandan da “2001 yılı bir anayasa yılı alacak” diyor. Peki, 2011 yılı yeni bir anayasa yılı olabilecek mi? Bu mantıkla bakacak olursak bunun olması çok zor. Yeni bir anayasa için 2011 yılında da zaman olmayacaktır. Zira Haziran’da seçim olduğunu düşünelim. Grupların oluşması, milletvekillerini, yeminin ardından TBMM başkan ve vekillerinin, komisyon başkan ve üyelerini seçimleri derken birkaç hafta geçecektir. Ondan sonra da yaz tatili. 1 Ekim’de yeni dönem başlayacak. O zamanda 2012 bütçesi görüşülecek. yani 2011 da yeni anayasa açısından heba olacak. * * * Şimdi hem iktidar hem de ana muhalefet bir komisyon kurulmasını istiyor. Peki, istemek, yapmak demek mi? Hayır. Şimdilik hiçbir girişim yok. Diyelim ki, Meclis’te anayasa değişikliği ve uzlaşma komisyonu kuruldu. Komisyon bir metin ortaya çıkardı ve seçimlere kadar da bu metin görüşülmedi ve seçim sonrasına bırakıldı. Bu durumda, seçimlere daha 8 ay varken, seçimlerin sonunda nasıl bir parlamento tablosu oluşacağı şimdiden nasıl tahmin edilebiliyor? Şimdiden milletin iradesine ipotek mi konuluyor? Bir iktidar değişikliğinde bu hazırlıklar boşta kalacaktır. Kaldı ki, 2007 seçimleri hemen öncesi başlatılan ve seçim sonrasında da Bilim Kurulu’na hazırlatılan bir metin vardı. Bu metin, sonra AKP tarafından üzerinde çalışılmıştı. Bu çalışma şu anda nerede? Tozlu rafların arasında unutulup gitti. Şimdi bir çalışma ortaya çıksa da akıbetinin böyle olacağı şimdiden besbelli. Tartışılmalara bakılırsa da yeni anayasa konusunda tam bir irade ve istek kimsede gözükmüyor. Önce bu iradenin ortaya çıkması lâzım. Sonra da, ihtilâl ürünü anayasayı kimse beğenmediğine göre, parlamento içi ve dışı partilerin bir hazırlık yapıp, bir şeyler ortaya koyması gerekiyor. STK’ların da yeni anayasa üzerinde çalışma yapmaları lâzım. Şimdiden hangi partinin Meclis’e gireceğini söylemek zor olduğu için bu çalışmalara parlamento dışı partileri dahil etmenin zarureti var. Çünkü, o partilerin de Haziran’da yapılacak seçimlerde Meclis’e girme ihtimali var. * * * Anlaşılan önümüzdeki seçimin de vaatleri arasında yeni bir anayasa olacak? Tıpkı 2007 seçimlerinde olduğu gibi. Aradan geçen senelerde söz verip de yeni bir anayasa yapamayanlara millet prim verecek mi? Bunun cevabını millet sandıkta verecek. Yeni özgürlükçü ve sivil bir anayasa yine başka bir bahara kaldı. Yazının başlığında sorduğumuz soruyu cevaplayalım. Şimdiden görülen 2011 yılında da yeni ve sivil bir anayasaya Türkiye’nin kavuşması çok zor görünüyor. Hem de çok. 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yasağa karşı yine yanlış… |
Başörtüsü yasağına karşı yine yanlış yapılıyor. Tam da kamuoyunda kanunsuz yasağın demokratik irâde ve özgürlüklerin yaşanmasının kabulüyle aşılacağı kanaatinin geliştiği süreçte, siyasî tartışmaların içine çekiliyor. Çoğu üniversitede dayatılan yasağın bazı üniversitelerde yumuşadığı sırada, “çözüm” için “yasal değişiklikler”in gündeme getirilmesi talihsizliğine başvuruluyor. Şimdiye kadar bu hususta olumsuz tavır sergileyen ve “kilit parti” durumunda olan Anamuhalefet Partisi’nin “kılık ve kıyafetin kanunla düzenlenmeyeceği” isâbetli görüşüne geldiği, bu hakkın “kamu hizmeti alanla, kamu hizmeti veren” ekseninde öğrencilerin üniversitelerde başörtüsüne olumlu bakıldığı vetirede, “yasa çıkarma” talepleri, sulandırıyor. Bu meyânda AKP Genel Başkan Yardımcısı Çelik’in, hâlâ “Yasa gerekiyorsa, bir yasal düzenleme olabilir; yeter ki CHP Anayasa Mahkemesine götürmeyeceğine söz versin” beyânı, iktidar partisi sözcülerinin baştan beri “yasal yasak var” saplantısının son tezâhürü olmakta. Keza daha önce “başörtüsü yasağının halkın ancak yüzde bir buçuğunun meselesi olduğunu” ileri süren Meclis Başkanı Şahin’in, başörtüsü tartışmalarına ilişkin soruyu, “Bu yasayla mı çözülür, Anayasa ile mi çözülür; bu çalışmalar sonunda ortaya çıkacak bir konudur. Bir taraf olmak istemem. Bu konulara beni sokmayın” cevabı, ibret-i âlem olmakta. Yine YÖK’ün İstanbul Üniversite’ne yazdığı bir yazıda, başörtülü öğrencilerin derse alınmaması halinde “tutanak tutulup öğrenciye imzalanması”nı istemesi, yasadışı yasağı peşinen kabul etme gibi bir yanlışa yol açmakta…
“TUTANAK” GEREKSİZ… Doğrusu, YÖK Başkanı’nın bir yandan, “2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun, ‘Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak şartıyla, üniversitelerde kılık ve kıyafet serbettir” ibâreli Ek.17. maddesinin bu konuda yeterli ve mevzuata uygun olduğunu, diğer yandan “Gerekli olursa diğer üniversitelere de yazı yazarız” ifâdesi, açıkça çelişmekte… Sözkonusu “tutanak imzalatma” yazısı üzerine “YÖK türbana kapıyı açtı, sorunu fiilen çözdü” yorumlarının ardından, YÖK Başkanı’nın “Yazıyı sâdece İstanbul Üniversitesine gönderdik. Başörtüsüyle ilgili hiçbir şey söylenmedi. O yazı şapka içindi. Şapkasıyla ders dinleyen kız öğrenci sınıftan atılmıştı. ‘İşlem yapın, atmayın’ dedik” açıklamasıyla bir gün önce gönderdiği yazının arkasında duramaması, kafa karışıklığını su yüzüne çıkarmakta. Dahası yasağın kaldırılması için “Anayasa değişikliğine gerek olmadığını” belirtip, peşinden “Bu sorunu çözecek olan biz değil, siyasî partilerimizdir” cümlesi, sözkonusu tenâkuzu açığa çıkarmakta. Gerçek şu ki, Türkiye’de 80’li yıllara kadar olmayan yasağın ihdası, Özal’ın hiç gereği yokken bu konuda yasa çıkarmasıyla başladı. Bundandır ki “Yasal yasak yok, bunun için yasal düzenlemeye de gerek yok” görüşünü kararlıkla serdetmek yerine, “tutanak imzalatması”nı isteyen YÖK Başkanı’nın bu tarz çelişkili beyânları, “yasal yasak” uydurmasını ileri süren yasakçılara malzeme olmakta. “Yasak var ki tutanak imzalatıyor” çarpıtmasına bahane olmakta. Tıpkı Başbakan’ın İspanya’da “Velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla AKP ve MHP’nin Anayasaya aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararına dayandırılan sözde yasağı güya yasal düzenleme ile kaldırmak hesabına Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” ve “eğitimin engellenemeyeceği”ne dair 10. ve 42. maddelerini değiştirme teşebbüsününün yasağı âdeta yasallaştırıp daha da azdırması ve yaygınlaştırmasında olduğu gibi…
İŞGÜZÂRLIĞA GEREK YOK… Nitekim öğretim üyeleri peşinen yakınmakta. Başörtüsü yasağının fiilî olarak çözülmeye başladığını, okullarda yumuşama sürecine girildiğini, ancak YÖK’ün gereksiz işgüzârlıkla müdahale etmesinin ve siyasilerin “yasal düzenleme” demeçleriyle ortalığın karışıp tekrar çıkmaza girdiği yönündeki değerlendirmeleri haklılık kazanmakta. Demokratik Üniversite Platformu Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu’nun, “Üniversitelerde her türlü ideolojinin ifade edilmesi serbest bırakılırken, giyim kuşamın yasaklanması doğru değil. Ancak türban serbestisi, din gerekleri açısından değil, üniversitenin serbest oluşuna bağlanarak getirilmeli. Yoksa işin içinden çıkamayız. Serbestliği savunuyoruz, ama YÖK’ün böyle bir yazı yazmasına da gerek yoktu. Siyasetçilerin bir kere bu meseleye karışmaması gerekiyor. Ama bu iş siyasetçilere bırakıldı, üniversiteler susuyor. Bazı üniversitelerde yumuşamalar vardı. YÖK yazısı ile bunu provoke etmiş, kışkırtmış oldu. Hiç gereği yoktu. Bu başkan iki yıl önce Anayasa değişikliğine kadar götürdü bu işi, şimdi ikinci yanlışı yapıyor. Bu iş kendiliğinden zaten çözülmüş gibiydi. Yaygara koparılmıyordu. İş yaygaraya dönüşünce siyasal partiler başta iktidar partisi olmak üzere bunu kullanıyorlar. Temel yanlış burada. Üniversitelerin adam gibi üniversite olması gerekiyor. Öğretim üyelerinden bir takım fanatik provakotörler, işgüzarlar olay çıkarabilirler. Bu da çok yanlış olur” sözleri, çarpıklığı hulasa etmekte. “Yazı” ve “yasal düzenleme” işgüzârlığının yanlışlığını ortaya çıkarmakta. Özetle Teziç dönemi YÖK üyesi Prof. Dr. Nemci Yüzbaşıoğlu’nun, “Yönetmelik değişiklikleri, anayasal düzenlemeler ve kanunlarla bu iş olmadı. Anayasaya ne koyacaksınız? Hangi türban, hangi ölçü?” ifâdesi, yasaklayıcı hiçbir yasanın bulunmadığı başörtüsüne getirilen tepeden indî yasağın yasa mevzuu değil, tamamen insan hakkı ve inancını yaşama özgürlüğü olarak bir hak ve özgürlük konusu olduğunu bir defa daha te’yid etmekte… 09.10.2010 E-Posta: [email protected] |