Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İman-hürriyet, küfür-istibdat |
Said Nursî, “istibdad-ı mutlak”a cumhuriyet namı verildiğini söylediği beyanlarında, bu yapılırken, “irtidad-ı mutlak”ın rejim altına alındığı, “sefahet-i mutlak”a medeniyet namı verildiği ve “cebr-i keyfî-i küfrî”ye kanun ismi takıldığı gibi, son derece çarpıcı ifadeler de kullanıyor (Tarihçe-i Hayat, s. 638). Üstelik bunları, haksız ithamlarla suçlanıp yargılandığı mahkeme salonlarında seslendiriyor. Böylece, kendisini yargılatan zihniyeti ve arkasındaki mihrakları asıl yargılayan o oluyor. Ve kısa, ama çok vurucu ifadelerle dile getirdiği tesbitleri, o zihniyeti deşifre ve teşhir eden kayıt ve zabıtlar olarak tarihteki yerini alıyor. Kap karanlık bir dönemi tanımlayan en karakteristik özellikleri dört kelimeyle özetliyor: İfade ettikleri mânâların en uç sınırına işaret için “mutlak” sıfatını ekleyerek telâffuz ettiği istibdat, irtidat ve sefahet ile cebr-i keyfî-i küfrî. Bunların her biri için ayrı ayrı yapılacak tahliller ve ondan sonra tamamını kapsayacak şekilde ortaya konulacak değerlendirmeler, öncelikle baskıcı müstebit rejimlerin çıkış noktasını materyalist felsefe olarak gözler önüne seriyor. Bu tercihin, hak dini terk ve ona ihanet anlamındaki “irtidat” şeklinde tezahürü, acımasız tahripkârlığını daha da katmerli hale getiriyor ve söz konusu istibdadı iyice saldırganlaştırıyor. Bu saldırganlıkla günlük hayatta hakim kılınmak istenen yaşayış tarzı, “sefahet-i mutlak” terkibiyle ifade edilen hali beraberinde getiriyor. Ama dessasça bir cerbeze uygulanarak: Mutlak irtidat rejim altına alınıyor. Mutlak istibdada cumhuriyet deniliyor. Kaynağı küfür ve inançsızlık olan zorlama, tazyik ve keyfîlikler, kanun adı altında yapılıyor. Ahlâkî ve manevî değer ve ölçüleri hiçe sayan sefih bir hayat tarzı da, medeniyet kisvesine büründürülerek teşvik ve tervic edilmek isteniyor. Peki, bunu yapanlar kimler? Bediüzzaman onu da şöyle ifade ediyor: “Sizi (mahkeme heyetini) iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar...” (a.g.e.) Yani, haksız ithamlarla tutuklanıp hapse atılmalarını ve yargılanmalarını adliye görevlilerinin, savcı ve hakimlerin, hükümetlerin işi olarak görmüyor Said Nursî. Devlet yöneticilerini yanıltıp dindarlara karşı harekete geçiren perde gerisindeki dinsiz komitelere dikkatleri çekiyor. Ve Risale-i Nur’la ortaya koyduğu hizmetin toplum hayatındaki müsbet sonuçlarını anlatırken, irtidat, istibdat, sefahet ve cebr-i keyfî-i küfrî bağlantısına bir başka boyut daha ekliyor: “Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.” (a.g.e., s. 630) Demek ki, istibdat da, hayatın her alanında yol açtığı anarşi de, sefahet de küfr-ü mutlakın ürettiği neticeler. Bunları izale ve tedavi etmek için ise, küfr-ü mutlakı kaynağında kurutacak iman hizmetlerine ihtiyaç var—ki, Risale-i Nur onu yapıyor. Ve bunu yaparken “emniyeti, asayişi, hürriyeti ve adaleti temin ediyor.” (a.g.e.) Bu noktadan yola çıkarak devam ettiğimizde, imanla hürriyet, güvenlik ve adalet arasındaki sağlam irtibatı da net bir şekilde görebiliyoruz. Evet, istibdadın her türlüsünün ortadan kalktığı, hürriyetin her alanda hakim olduğu, sefahet yerine ahlâkî ölçülerin yaşandığı, adalet ve güvenlik ve huzurun sağlandığı, anarşinin esamesinin bile okunmadığı bir toplum düzeni ancak tahkikî iman temeli üzerine inşa edilebilir. Bediüzzaman’ın hayatında gördüğümüz üzere, iman hizmetinin hürriyet mücadelesiyle birlikte ve iç içe gerçekleşmesi; ahlâklı bir hayat disiplinini netice vermesi; adalet, güvenlik ve asayişi temin etmesi, bu gerçeğin bir yansıması. İman-küfür, hürriyet-istibdat mücadelelerinin paralel şekilde bir arada veriliyor olması da. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |