Ahmet BATTAL |
|
Adalet ve başörtüsü hakkı |
Bediüzzaman’ın modern çağlara ilişkin en önemli içtihatlarından biri, adalet teorisine ilişkin olanıdır. Adalet-i mahza (mutlak/tam adalet) ve adalet-i izafiye (nisbi/göreceli adalet) hakkında yaptığı açıklamadan sonra ortaya şu hükmü koyar: “Adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.” (Mektubat, s. 57) Konu hakkında ışık tutucu bir açıklaması da şudur: “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir … meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur.” (Mektubat s. 47) Yani daha büyük zarardan kaçmak ve böylece daha büyük ve olumlu bir duruma ulaşmak için küçük zarara razı olmak gerekir ve bu adildir. Ancak büyük zarar kesin gelecek olmalıdır ki küçük zarara razı olunabilsin. Yoksa, elde mevcut bir hak, ileride meydana gelebilecek küçük ya da büyük bir zarar “ihtimali”nin varlığına dayanılarak ihlâl edilemez. İzafî de olsa adalete yönelmek ile adalet edeyim derken zulmetmek arasındaki bu farkı önce iki örnekle açıklayalım: Birincisi; teröristler, içinde yüz yolcu olan uçağı kaçırdı, pilotu devre dışı bıraktı ve intihar dalışı için uçağı şehrin merkezine yöneltti. Şehrin üzerine yaklaşıp da intihar dalışı kesin hale geldiğinde iki ihtimal var: Ya uçağı erkenden biz düşüreceğiz ki sadece uçaktakileri feda edelim, ama şehirdekiler kurtulsun. Ya da uçaktakilerin ölümüne sebep olmayacağız deyip pasif kalacağız, ama hem şehirdekiler, hem uçaktakiler ölecek. Bu halde uçağı şehre varmadan düşürmek adalet-i izafiyedir ve bir tür adalettir. Zira adalet-i mahza mümkün değildir, yüz kişi her halde ölecektir. İkinci örnek şu: İdam mahkûmu azılı katiller hapisten kaçtı, boş bir uçağı ele geçirdi, pilotunu rehin aldı ve havalandılar. Sınırı geçerlerse kurtulacaklar. Kurtulurlarsa hem öldürdükleri masumların kanı yerde kalacak, hem de başka suçlar da işleyebilecekler. Rehine pilot gözümüzün içine bakıyor ve “Uçağı vurmayın, bırakın kaçsınlar, beni kurtarın” diyor. Bu halde iken, suçlulara ceza vermek adına hayatını feda etmeyi reddeden masum rehineyi kendi iradesine rağmen feda edip uçağı düşürmek hiçbir biçimde adalet değildir, zulümdür. Zira suçluları cezalandırmayı sonraya bırakmak ve rehineyi kurtarmak amacıyla uçağın gitmesine göz yummak mümkündür. Yani mutlak adaletin tatbiki mümkündür ve dolayısıyla izafi ya da nisbi adalet bu halde “adalet değil zulümdür.” Adalet etmek isterken zulmetmenin başörtme yasağı ile ilgisine gelince: Başörtüsü yasağını savunanların ileri sürdükleri en önemli ve çevremdeki yasakçıların çoğuna makul gelen gerekçe şöyle: “Örtünmek serbest olursa başörtülülerin bu giyim biçimi başı açıklar üzerinde onların da örtünmeleri yolunda bir baskı oluşturur ve bu bir haksızlıktır”. Ya da “örtünmek serbest olursa başörtülülerin sayısı artar ve çoğunluğa ulaştıklarında bu kere onlar başı açıklara örtünme baskısı yaparak zulmedebilirler”. Böylece yapılan şu: “Kamu düzeni” denilen soyut algının gelecekte bozulabileceği endişesiyle, bu günden haksızlık ve zulüm yapmak ya da mevhum kamu düzeni adına yapılan zulme razı olarak zalime ortak olmak. Aslında buna “bugünkü kamu düzenini gelecekteki kamu düzenine feda etmek” de denebilir. Zira bu yaklaşım sahipleri güya adalet istiyor, ama “eldeki adaleti daldaki adalete” bile bile feda ediyor ve safdil zavallıları da “karanlık gelecek”le korkutarak yanına çekiyor. O halde yapılması gereken şudur: Bu günkü iktidar sahipleri ve geleceğin muktedir adayları, bu yüksek adalet dersini tam almalı ve dersini aldığını çevresine tam olarak hissettirmelidir. Zira, zorla ve haksız olarak başının örttürüleceğinden korkan vatandaşlarımız, ancak bu sayede, korkularının yersiz olduğunu anlarlar; ve “korkak düşman” durumundan, “samimî ve özgür dost” statüsüne geçebilirler. Yine ancak bu sayede adalet düşmanları deşifre edilebilir ve milletin fertlerinin yersiz korkuları tam izale edilebilir. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |