Ahmet BATTAL |
|
Ya terbiye kimin görevi? |
Ceberrut ulus devletler kendilerinde neredeyse sınırsız bir yetki ve güç vehmediyorlardı. Hukuku, devrimci bir anlayışla ve “yeni bir hukuk oluşturmak” iddiasıyla şekillendiriyorlardı. İnsanın fıtrî haklarından habersizmiş gibi davranıyorlardı. Toplumu “fıtratına muvafık cereyan” vermekle harekete getirmek gibi bir dertleri de yoktu. Ancak on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın sun’i icadı olan bu devletlerin modası ve hükmü geçti. Bu gün, artık, insan haklarına saygılı devlet modeli revaçta. Ama bu olumlu değişime direnenler de yok değil. Ülkemizdeki başörtüsü tartışmaları da bu direnişin bir sonucu. Oysa, devrimci bir anlayışla ve hukuk devrimi adı verilen bir sürecin sonucu olarak Türk Hukukuna ithal edilen 1926 tarihli mülga Medenî Kanun ve bu kanunun güncelleşmiş biçimi olan 2002 tarihli yeni Medenî Kanun dahi, bu tartışmalarda, tutucuların elini kolunu tutup bağlıyor. Nasıl mı? Memurlar ve öğrenciler için kanunsuz biçimde uygulanan başörtme yasağını, hiç değilse üniversitelerde kaldırmak gerektiği noktasına gerileyen bazı siyasiler, bu hakkı, bir hak olarak değil, bir ulufe olarak ve aslında lise ve ilköğretim okullarındaki kanunsuz yasağı kanunla pekiştirmek amacıyla, bir yem gibi teklif ediyorlar. Gerekçeleri gayet masum! Diyorlar ki, “yetişkin hale gelmiş bir öğrenciye neyi giyip neyi giymeyeceğini başkalarının ve/veya devletin dikte etmesi insan hak ve hürriyetleri ile bağdaşmaz”. Hemen ardından ise şu cümle geliyor: “Ama küçük çocuklar için dinî kıyafet yasak olmalı”. Bunun gerçek mânâsı şu: Ana babaları dahi çocuklara dinî telkinde bulunamamalı! Gerekçesi de belli: Çocuklar üzerinde sadece devlet mutlak otorite sahibi olmalı, zira ana babalar çocuk için en iyinin ne olduğunu bilmekten acizdir! Sormak lâzım: Herkes için en iyinin ne olduğunu, yine en iyi, devleti yönetenlerin bileceğini nereden biliyorsunuz? Hem sizin güvendiğiniz “çağdaş” kanun düzeni de siz tekzip ediyor. Gerçekten, yasakçıların çok güvendikleri medeniyet transferinin kanunu olan Medenî Kanunun 341. maddesi (eski kanunun 266. maddesi) “Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir” diyor. Ayrıca bu hakkı korumak için eşlerin evlilik öncesinde veya sonradan bu haktan feragati içeren sözleşme yapmalarını dahi yasaklıyor. Özetle, kanuna göre; çocuk, devletin değil ana babasının çocuğu ve ona karşı birinci dereceden yükümlülük de ana babasının yükümlülüğü. Üstelik bu hakka ne devletin, ne de başkalarının müdahale etmeye hakkı yok. Peki, çocuğun dinî eğitiminin içinde onun dinî hayatı yok mu? Elbette var. Zira din, bilhassa İslâmiyet, teoriden ibaret değildir. Din eğitimi de teoriden ibaret sayılamaz, ancak sağlam bir pratikle birlikte verilebilir. Peki dinî hayatın ve pratiğin içinde, kıyafet biçimine ilişkin kurallar yok mu? Bu sorunun cevabı da dinlere göre değişebilir ama İslâmiyet için bellidir ve cevap devleti değil ana babayı ilgilendirir. Ana babanın çocuğa telkin etmeyi istediği din ya da mezhep bir kıyafet tercihi ve sınırı belirliyorsa, çocuğa buna uygun kıyafeti giydirmek de elbette ana babanın en tabiî hakkı ve vazifesidir. Komünist devletin modası geçti. Demokratik devletin bu fıtrî hakkı engelleme yetkisi yoktur/olamaz. Üstelik kanunsuz biçimde ve okullar için sun’i biçimde dayatılan yönetmeliklerle, öğrencilerin dine uygun kıyafet giymesine yasak koymak mümkün değildir. O halde başörtme özgürlüğünün üniversitede var olması için bu haktan ilköğretim ve lisede vazgeçmenin hiçbir makul sebebi yoktur. Tartışmayı kamusal alan kavramıyla ya da hizmet veren-hizmet alan bağlamında sürdürmenin abesliğini görüp göstermek için ise Köprü dergisinin “Kamusal Alan” ve “Başörtüsü” sayılarına bakmak yeterlidir. 19.10.2010 E-Posta: [email protected] |