Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir, dilediğini zelil kılar, alçaltırsın.
Âl-i İmran Sûresi: 26 |
19.10.2010 |
Nur dershanesi çok genişledi Nur Risâlelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi. Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma, menzilde adeta bir haps-i münferit ve bana çok ağır gelen tarassutlar ve tahakkümlerle bana işkence vermelerinden, hayattan usandım, hapisten çıktığıma teessüf ettim. Ruh u canımla Denizli hapsini arzuladım ve kabre girmeyi istedim. ve “Hapis ve kabir bu tarz-ı hayata müreccahtır” diye, ya hapse veya kabre girmeye karar verirken, inâyet-i İlâhiye imdada yetişti, kalemleri teksir makinesi olan Medresetü’z-Zehrâ şakirtlerinin ellerine yeni çıkan teksir makinesini verdi. Birden, Nurun kıymettar mecmualarından her tanesi, bir kalemle beş yüz nüsha meydana geldi. Fütuhata başlamaları, o sıkıntılı hayatı bana sevdirdi, “Hadsiz şükür olsun” dedirtti. Bir miktar sonra, Risâle-i Nur’un gizli düşmanları, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler, hükümeti aleyhimize sevk ettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inâyet-i Rabbâniye tecellî etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibarıyla, müsadere edilen Nur Risâlelerini kemâl-i merak ve dikkatle mütalâa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine taraftar eyledi. Tenkit yerine takdire başlamalarıyla Nur dershanesi çok genişlendi, maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telâşımızı hiçe indirdi. Sonra, gizli düşman münafıklar, hükümetin nazar-ı dikkatini benim şahsıma çevirdiler. Eski siyasî hayatımı hatırlattırdılar. Hem adliyeyi, hem maarif dairesini, hem zabıtayı, hem Dahiliye Vekâletini evhamlandırdılar. Partilerin cereyanları ve komünistlerin perdesinde anarşistlerin tahrikâtıyla o evham genişlendi. Bizi tazyik ve tevkif ve ellerine geçen risaleleri müsadereye başladılar. Nur şakirtlerinin faaliyetine tevakkuf geldi. Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağı isnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işâaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar. Sonra, pek âdi bahanelerle, zemherîrin en şiddetli soğuk günlerinde beni tevkif ederek, büyük ve gayet soğuk ve iki gün sobasız bir koğuşta, tecrid-i mutlak içinde hapsettiler. Ben küçük odamda günde kaç defa soba yakar ve daima mangalımda ateş varken, zaafiyet ve hastalığımdan zor dayanabilirdim. Şimdi, bu vaziyette, hem soğuktan bir sıtma, hem dehşetli bir sıkıntı ve hiddet içinde çırpınırken, bir inâyet-i İlâhiye ile bir hakikat kalbimde inkişaf etti. Mânen, “Sen hapse medrese-i Yusufiye namı vermişsin. Hem Denizli’de, sıkıntınızdan bin derece ziyade hem ferah, hem mânevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dairelerde Nurların fütuhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi. Herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı on saat ibadet hükmüne getirdi, o fâni saatleri bâkileştirdi. İnşaallah, bu üçüncü medrese-i Yusufiyedeki musibetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip sevinçlere çevirecek. Ve hiddet ettiğin adamlar, eğer aldanmışlarsa, bilmeyerek sana zulmediyorlar; onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda ölümün idam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip daimî sıkıntılı azap çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlâsla yapmasını kazanıyorsun” diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle “Elhamdülillâh” dedim. İnsaniyet damarıyla o zalimlere acıdım, “Yâ Rabbi, onları ıslah eyle” diye duâ ettim. Bu yeni hadisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun namına kanunsuzluk eden o zalimler, asıl suçlu onlar olması gibi, öyle bahaneleri aradılar, işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insafa gösterdiler ki, Risâle-i Nur’a ve şakirtlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.
Lem’alar, 26. Lem’a, 15. Rica |
19.10.2010 |
Risâle-i Nur ve ilânatı
İletişim çağımızın en önemli tanıtım ve duyuru aracı olan reklâm konusuna Risâle-i Nur Külliyatının muhtelif yerlerinde rastlamak mümkün. Bediüzzaman’ın “ilânât” kelimesiyle ifade ettiği reklam, insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne hizmete, fikir ve kuruluşa çekmeye çalışmak, onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak amacıyla oluşturulan; iletişim araçlarından yer ya da süre satın almak yoluyla sergilenen veya başka biçimlerde çoğaltılıp dağıtılan ve bir ücret karşılığı oluşturulduğu belli olan duyuru diye tarif edilir. Bediüzzaman, reklâmı, günümüzdeki anlamıyla kâr etmek amacıyla pazar oluşturma gayreti olarak değil de, bâkî hakikatlerin anlaşılması uğruna bir duyuru olarak önemli bir tanıtım aracı görmüş ve Risâle-i Nur eserlerinin asrımızdaki “Kur’ân dellâllığı”na vurguda bulunmuştur. Bilindiği üzere dellâl, bir ürünü veya düşünceyi duyuran olarak tarif edilir. Yani aynı zamanda Nur hakikatleri, Kur’ân’ın bu asrımızdaki ilâncılık görevini de yerine getirmektedir. Üstad, nazarların Risâle-i Nurlara çevrilmesi ve yayılması konusunda mahkemelerin, hapishanelerin ve gazetelerin önemli rolüne dikkat çekerek reklam ve ilânâtın ehemmiyetini şöyle ifade eder: ”Evvelâ: Refet, Ethem ve Çalışkan’lar ve Burhan gibi Nur naşirlerini tahliye etmeleri gösteriyor ki, Nurların intişarı yasak değil ve mahkeme ilişemiyor. Hem cemiyetçilik bulunmadığına bir karar alâmetidir. Hem meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati geniş bir dairede celb etmesinden, onları okumasına bir umumî dâvet ve resmî bir ilânât hükmünde, işiten müştakların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntımızdan, zarardan yüz derece ziyade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu sûretle atom bombası gibi inşâallah tesirini göstermeye bir işarettir”1 “Evvelâ: Ben bazı emarelerle tahmin ederim ki, neşredilen mecmuâlarımızdan en ziyade Rehber’e ehemmiyet veriyorlar. Ben zannederim ki: Hüve Nüktesi gizli zındık düşmanlarımızın bellerini kırmış, onların istinadgâhı olan tabiat tâğûtunu dağıtmış. Kesif toprakta bir derece saklayabilirken şeffaf havada, Hüve Nüktesi’nden sonra hiçbir cihetle o tâğûtu saklamak imkânı kalmamış ki, küfr-ü inadî ve temerrüd-ü irtidadî sebebiyle adliyeyi aldatıp aleyhimize sevk ediyorlar. İnşâallah Nurlar adliyeleri lehine çevirip onların bu hücumunu dahi akîm bırakacaklar. “Saniyen: Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânât hükmüne geçtiler.”2 Risâle-i Nur’da yer alan yukarıda aktardığımız bu ifadelerin yanına bir de “Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı”3 ifadeleri gelince ilk anda insanın aklına çelişkili bir durum gibi geliyor. Bir taraftan ilânâtın yani reklâmın gerekliliği gösterilirken ve nazarların risâlelere çevrilmesinin hikmeti anlatılırken, diğer yandan sanki Risâle-i Nur’a dikkatlerin çevrilmesi için bir şeyler yapmamak gibi bir his uyanıyor. İşte bu yaman çelişkinin cevabını yine Bediüzzaman’dan dinliyelim: ”Vazifemiz hizmettir; muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek Cenâb-ı Hakk’ın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, ‘Bu insanlar ne zaman Risâle-i Nur’u dinleyecekler?’ diye ümitsizliğe düşme, merak etme! Kat’iyen bil ki: Mele-i Âlâ’nın hadsiz sakinleri, bugün Risâle-i Nur’u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir. Bâzan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir’ diyerek, ye’sini giderir.”4 Demek ki biz vazifemizi, yani ilânât, tanıtım ve reklâmımızı yapacağız. Bunu yaparken de Nurlara müşteri kazanma ve kaybetme endişesi olmayacak. Yoksa “Hizmet ve tanıtım olmadan, müşteriler gelsin bize yalvarsın” düşüncesine kapılmamak gerekir. Yine Üstadın ifadelerine kulak verecek olursak, diyor ki: ”Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânatla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olunur, bir ilânat hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.”5 İşte Üstad’ın yukarıda alıntıladığımız bu ifadelerinden de anlaşılıyor ki, bu zamanda Risâle-Nurlarla yapılacak hizmetlerde her türlü meşrû tanıtım ve reklâm vasıtalarından faydalanmamızın gerekliliği ap açık ortada. Bu amaçla geç de kalınmış bir hizmet olsa da, Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı çalışmasının da bu çerçevede ne kadar değerli hizmetlerde bulunduğunu teslim etmek gerekir. Bu vesile ile emeği geçen herkesi tebrik edelim. Yazımıza bir hatıra anekdotu ile son verelim. Son Şahitler’den İhsan Çalışkan anlatıyor: (1933’te Emirdağ’da dünyaya geldi. Çalışkan hânedanından Osman Çalışkan’ın oğludur) “Gazeteler, Üstad ve Nur talebelerinin aleyhinde haberleri, tutuklamaları, hapishaneye sevk edilmeleri yazıyordu. Bu durumu Üstad şöyle değerlendiriyordu: ‘Bunlar, bilmeden Risâle-i Nuru reklâm ediyorlar, gazete lisanıyla duymayanlara da duyuruyorlar.’” (Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)
Dipnotlar: 1- Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 443 2- Şuâlar, On Dördüncü Şuâ, s. 454 3- Emirdağ Lâhikası, Küçük Bir Haşiye, s. 195 4- Tarihçe-i Hayat, Altıncı Kısım: Emirdağ Hayatı, s. 402 5- Lem’alar, Yirmi Altıncı Lem’a, s. 265
MEHMET SELİM MARDİN http://msmardin.com / [email protected] |
19.10.2010 |