19 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Vehbi HORASANLI

İşbölümü ve şahsî teşebbüs


A+ | A-

Günümüzde ekonomi ve toplum hayatı ile ilgili iki temel görüş öne çıkmaktadır. Birincisi sosyalizm, diğeri ise liberalizmdir. Hemen hemen her konuda birbirine zıt bu iki ekonomi anlayışı birbiri ile çatışmakta, farklı yaklaşımlar ile kendi teorilerinin üstünlüğünü savunmaktadırlar. Bu yazıda kendimce fikirlerini daha yakın bulduğum Liberalizm’den ve Bediüzzaman’ın eserlerinde yer alan işbölümü ve şahsî teşebbüsten bahsetmek istiyorum.

Adam Smith, serbest piyasa düzenini diğer bir ifade ile liberal ekonomiyi savunan 1723 ile 1790 yılları arasında yaşamış İskoçyalı bir filozoftur. Smith, Hristiyanlığın tahrif edilmesi sebebiyle genel olarak dinî, ekonominin önünde bir engel olarak görmüştür.

“Ulusların Zenginliği” isimli kitabı ile meşhur olmuştur. Batı dünyasında, konusundaki yayımlanan en nüfuzlu kitap olduğu söylenebilir. 1776’da piyasaya çıktığında, İngiltere ve Amerika’da serbest ticaret anlayışı yaygınlaşmaktaydı ve ekonomik başarı için savunduğu teori ile merkantilizme karşı klasik bir bildirge haline gelmişti. Bu dönemde Amerika’nın içinde bulunduğu, kurtuluş savaşı sonrasında ortaya çıkan fakirlik ve sıkıntılı şartlar, onun düşüncelerinde ne derece haklı olduğunu göstermiştir. Yine de kitap piyasaya çıktığı dönemde, serbest ticaretin yararları konusunda herkes iknâ olmamıştı. Zira kendi ülkesi yani İngiltere halkı ve parlamentosu, merkantilizme uzun süre bağlı kalmıştır.

Thomas Malthus ve David Ricardo gibi ekonomistler, Smith’in bugün klasik ekonomi olarak bilinen teorisini geliştirmeye yöneldiler ve yazmış oldukları eserlerle modern ekonominin gelişmesini sağladılar. “Ulusların Zenginliği” adlı kitabın ana konularından bir tanesi, serbest piyasanın her ne kadar karmaşık ve denetsiz gözükse de aslında sözde bir “görünmez el” tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirildiğidir.

Smith, tüm gücüyle sanayi gelişimini engelleyen modası geçmiş devlet kısıtlamalarına saldırıyordu. Nitekim ekonomik sürece olan çoğu hükümet müdahalesinin, gümrük vergileri de dâhil, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açtığını savunmuştur. Her şeyin oluruna bırakılmasını savunan bu “laissez-faire” yani “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” teorisi ileriki yıllarda, özellikle 19. yüzyılda, hükümetin koyduğu kanunları derinden etkilemiş, dünyada büyük yankı yapmıştır. Smith’e göre, iktisadî hayat bireycidir ve bu bireycilik insanların doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Kişisel menfaat iktisadî hayat için itici bir güçtür. Kişi fıtratı gereği en az zahmetle en çok tatmine ulaşmaya çalışacaktır. İşte şahsî teşebbüs adı verilen düşünce sisteminin gelişmesinde Smith’in büyük rolü olmuştur.

Serbest piyasa düzeni veya bir başka ifadeyle tam rekabet şartlarında kişiler ve firmalar kendi çıkarlarını maksimum düzeye çıkarırken, aynı zamanda toplumun da çıkarına hizmet ederler. Örnek olarak, tam rekabet ortamında fiyatlar düşer ve fiyatlar düşünce de bundan tüketiciler yararlanır. Tam rekabet ortamında üreticiler ve tüketiciler arasında bir çıkar çatışması yoktur ve sonuçlarını eşit şekilde paylaşırlar.

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” âyetine paralel olarak, toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak görmüştür. İşbölümünün sağladığı teknik imkânlarla emeğin üretiminin ve dolayısıyla da millî gelirin artacağını savunmuştur. Smith’in teoriye en önemli katkısı tam rekabet altında kaynakların en verimli düzeyde etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş ve artı değer kuralını kullanmış olmasıdır. İşbölümüne “toplu iğne fabrikası”nı örnek gösterir.

Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kitabında en ünlü bölümü işte bu işbölümüyle ilgili olan ilk bölümüdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün bile çok etkili olmuştur. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; fakat her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa, yani on kişi çalıştırsa bir günde üretilen iğne sayısı 4800’e çıkıyordu. Ama her biri, her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, işbölümü sayesinde iğne üretimini 48 kat arttırmıştır. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması sayesinde o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur.

Uluslararası bakımdan işbölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü, üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır.

Devlet ekonomik hayata müdahale etmemelidir. Devletin müdahalesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahale hem iç, hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içerde o malın üretiminin tekelleşmesini arttırmaktadır. Uluslararası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir.

Ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin arttırılması, emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı işbölümü, tam rekabet, iktisadî hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür.

Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde işbölümünün öneminden bahsetmiş ve Smith’in “iğne örneği”ne yer vermiştir. Ayrıca Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinin son kısmında şahsi teşebbüsle ilgili olarak şu ifadesi mevcuttur: “Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren, her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne (başkalarının düşüncelerine önem vermemek) ve enaniyet; şimdi ise istikbalin saadetsaray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-i şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, inşâallah.”

Evet, sevgili okuyucular, ekonomi ile ilgili yaklaşımlarda, Bediüzzaman’ın fikirlerine de müracaat edilmeli ve istifade etmeye çalışılmalıdır. Burada sadece kısa bir bölümüne yer verdiğimiz sözleri ışığında çalışmalar yapılmalıdır. Unutmamak gerekir ki, Risâle-i Nur Külliyatı her konuda büyük bir hazine olup, şerh edilmesi yani daha geniş bir şekilde ele alınarak istifade edilmesi gereklidir, vesselâm…

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Akşamüstü


A+ | A-

Akşamüstü, çalışan insanlar huzurevinden vedalaşıp ayrılınca nöbetçilerin haricinde katlarda, odalarda, salonlarda sadece oranın sakinleri kalır. O andan itibaren bir sessizlik kaplar her tarafı. Bu rahatsız edici durumdan o mekânda yaşayanlar pek hoşlanmaz. Gurup vaktinin gelip akşam olması ve karanlık gecenin ıssızlığı hastaların, yaşlıların, yoksulların ve kimsesizlerin dertlerinin, hüzünlerinin, hastalıklarının, sıkıntılarının, acı ve açlıklarının depreştiği vakitlerdir. İşte akşamüstü böyle, bilinen ve alışıldık, yakın bir gecenin başladığı zaman olması nedeniyle insanlar telaşlı ve endişelidirler.

Çıkış saatinde bütün katları ve odaları hızlı bir şekilde bu düşüncelerin verdiği bilinçle dolaştım. Özellikle yatağa bağımlı insanların yorganın altındaki vücutlarından sadece solgun yüzleriyle, durgun ve mecalsiz bakışları görünüyordu. Her odadaki insanların bakışlarında derin mânâlar, izler, anlamlarla önünden geçen herkesi gözün uzanabildiği kadar takip ediyor, verilen selâmı gözüyle alıyordu. Dağınık saçları, yorgunluğunu, durgunluğunu, bitkinliğini ve yılların izini taşıyan kırışmış yüz hatları ile soluk benizlerde acizliğin, fakirliğin, mecalsizliğin, yaşlılığın ve hastalığın varlığını rahatça görmek mümkün. Gençliği, güzelliği, evladı, varlığı, mutluluğu ve bütün ümitlerini bir şarkının nağmeleri gibi geride bırakmışlar: “Şimdi o mesut günler mazide kaldı.”

Bütün odalardaki yürek burkan ve insanı hüzne sevk eden bu manzara karşısında duygulanmamak ve üzülmemek elde değil, diye düşünürken Kur’ân-ı Kerim’den gönülleri, kalpleri ve ruhları ferahlatan ayeti hatırladım: “Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir.”1 Evet, her şey O’nun taht-ı tasarrufunda, her şeyi bilen, gören, işiten, anlayan; gaye ile rahmetle ve hikmetle yaratan O. Sebepler perdesinin arkasındaki güzellikleri, şefkati ve merhameti görebilmek, anlayabilmek önemli olan. Onların ihtiyacını karşılayan, rızıklarını veren, yaşlı vücutlarını nizam intizam içersinde çalıştıran kudret sahibinin hikmetini görebilmek gerekir. Yorgan altında sükûnet içersinde bulunan seksen senelik eskimiş, yıpranmış ve yorulmuş o vücudun içerisinde hiç durmadan, ara vermeden çalışan kalbine bakmak lazım. Şimdiye kadar 300 milyon litre; yani 10 bin adet petrol tankeri kadar kanı vücuda pompalamıştır. Hâlâ çalışarak, kasılıp gevşeyerek saatte 340 litre kanı o vücudun her tarafına, derinliklerine göndermeye devam etmektedir.

Rabbim o hasta ve yaşlı insanların bu geçici âlemde iman iksiriyle dudaklarının her kıpırdamasında binlerce zikir, istiğfar, dua ve niyazları reddetmeden kabul ederek ahiret için güzel, süslü, renkli ve lâhutî bir sevap yatırımı olarak defter-i hasenelerine kaydediyor. “Göklerin ve yerin gaybını bilmek Allah’a mahsustur. Bütün işler O’na döndürülür. O’na ibadet et ve O’na tevekkül et. Rabbin, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir.”2 Onun sahibi olarak, onun halini durumunu, vaziyetini görerek bizim acizliğimiz, çaresizliğimize bedel şefkati, acıması ve merhametiyle onu kuşatıp kolluyor. Gelecekteki yüce makamlarına, rahmet hazinelerine, Cennet bahçelerine hazırlıyor. “Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz.”3 Her şeyi bilen, gören, işiten, anlayan Cenab-ı Hakkın lütfunden, ihsanından, müjdesinden başka hiçbir şey o masum insanların hüzünlü kalplerine teselli olamazlar.

Bu duygular, mülahazalar ve tefekkürlerle bir akşamüstü ziyaretini geride bırakıp yaşlılarla selamlaşıp vedalaşarak ayrılırken telefonuma tevafuk olarak gelen mesaj da çok manidar: “Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır. (Hadis- şerif, Müslim)”

Dipnot:

1.Zümer suresi, 62 2.Hûd suresi, 123 3.Âl-î İmran suresi, 5

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namaz mı, çalışmak mı?


A+ | A-

Şakir ve Çağlar Beyler: “Namaz mı, iş mi (çalışmak mı) önemli?”

Öncelikle, genel olarak ifade edecek olursak, elbette Allah’ın farz bir emri olarak beş vakit namaz, diğer iş ve çalışmalarımızdan önemlidir. Öncelik, farz namazındır.

Bununla birlikte, namazı emreden Allah (cc), çalışmayarak tembelce oturup, rızkını başkasının üstüne yıkmayı da helâl görmez. Her ikisi de, yine Allah emridir. Meselâ Kur’ân, “Şüphesiz iman edip salih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır”1 buyuruyor. Bu âyette ve birçok âyette namaz açıktan emrediliyor. Helâlinden ve alın teri ile kazanmayı bir salih amel olarak değerlendirecek olursak, Kur’ân’ın yukarıdaki aynı âyette ve daha pek çok âyette imandan sonra salih ameli çok önemsediğini de görürüz. Nitekim Kur’ân, “Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Ve elbette ki, çalışmasını yakında görecektir. Sonra (onun çalışması) en tamam bir mükâfat ile mükâfaatlandırılacaktır. Ve şüphe yok ki, en son gidiş Rabbinedir”2 buyurmakla çalışarak hak etmeyi önemli bir hukukî değer olarak zikrediyor.

Bununla beraber, bizler, modern zaman veya ahir zaman insanları, kimi zaman böyle ucube tercihlerle de karşı karşıya kalabilmekteyiz. Böyle bir tercihle karşı karşıya kaldığımızda öncelikle hemen pes etmemeli, müspet manada iş sahibi ile derhal iletişime geçmeliyiz. İş sahibinin kafasında önceden oluşmuş yanlış imaj ve kaygı varsa öncelikle onu gidermeye çalışmalıyız. Namazın kesinlikle işi gevşeten bir unsur olmayıp, işte verimi ve kaliteyi artıran bir emir olduğu, Allah’a karşı görevinde dikkat gösteren bir kulun, işinde daha verimli ve daha kaliteli iş üreteceği vs. uygun bir lisanla anlatılmalı. Sabırlı olunarak bir yandan işverenin iş kaygısı giderilmeli, diğer yandan namaz üzerindeki sebatımız müsbet ifadelerle ve müsbet adımlarla ifade edilmeli.

Bu müspet yaklaşımlar problemi inşâallah çözecektir. Fakat her türlü müspet yaklaşımımıza rağmen problem çözülmüyor ve namaz aleyhine katı tutum devam ediyorsa, bu durumda bize düşen elbette namazı tercih etmek ve kendimize başka bir iş kapısı aramaktır. Çünkü netice itibariyle rızık Allah’tandır.

Risâle-i Nur’un Beşinci Söz’ünde Bediüzzaman Hazretleri bir seferberlik örneği üzerinde namaz ve nafakayı kazanma mukayesesi yapıyor. Şöyle ki: Bir taburda, seferberlik zamanında biri vazifesine bağlı, talime önem veren, diğeri ise nefsine ve keyfine düşkün iki asker beraber bulunuyor. Vazifesine bağlı asker talim ve cihad kurallarına dikkat ediyor, erzak ve tayinâtını düşünmüyor. Biliyor ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta ihtiyaç olsa lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Onun asıl vazifesi ise, talim ve cihaddır. Fakat bazen erzak ve cihazat işlerinde işler; kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona erzak için işlediği sırada, “Ne yapıyorsun?” diye sorulsa, “Devletin angaryasını çekiyorum!” diyecek; “Nafakam için çalışıyorum!” demeyecektir. Çünkü asıl işi talim ve cihad iken, onu bırakmış, devlete ait vazifeyi yapmaktadır.

Diğer nefsine ve keyfine düşkün asker ise talim, cihad ve harp bilgisini öğrenme işine dikkat etmezdi. “O devlet işidir; bana ne!” derdi. Daima nafakasını düşünüp, onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi.

Bir gün, talimi ve cihadı seven arkadaşı ona:

“Birâder, asıl vazifen tâlim ve harp taktiğini öğrenmektir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Devlete itimat et. Korkma, devlet seni aç bırakmaz. O, devletin vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin, her yerde kendini beslettiremezsin. Hem cihad ve seferberlik zamanıdır. Hem sana, talimi ve cihadı bıraktığın için ‘asidir’ derler, ceza verirler” dedi.

Bediüzzaman Hazretlerine göre, peşimizde iki vazife vardır: Biri devletin vazifesidir, bâzan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir; diğeri bizim vazifemizdir, devlet bize kolaylık sağlayarak yardım eder ki, tâlim ve harptir.”3 Sözün bu bölümünde Bediüzzaman, misalden hakikate geçiyor ve diyor ki: “O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini (dinin farzlarını) bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakiki’yi (Hakiki Rızık Veren Allah’ı) ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir. Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir. Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o iki vazife ise; birisi hayatı verip beslemektir, diğeri hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır, Ona tevekkül edip emniyet etmektir.

“Evet, en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedâniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idâme eden de odur. Ondan başka olmaz!”4

Anlaşılıyor ki, başta ibadet olarak namaz bizim vazifemiz; rızkımızı vererek bizi ve nafakasından mesul olduğumuz aile efradımızı beslemek ise Cenâb-ı Allah’ın vazifesidir. Öyleyse başta gerekli iletişimi kurmuş olmak ve meseleyi çözmeye çalışmak şartıyla; olmadığında ve katı tutum devam ettiğinde, işi namaza tercih etmeye cevaz yoktur.

Dipnotlar:

1- Bakara Suresi: 277

2- Necm Suresi: 39-42

3- Sözler: 43

4- Sözler: 43

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Gaybı bilmek, fal ve gelecekten haber vermek


A+ | A-

Sık sık karşılaşırız şarlatan falcılar, kehanetçilerle. Acaba gaybı bilmek mümkün mü? Eğer mümkün değilse, kimi zaman verdikleri haberlerin doğru çıkmasını nasıl yorumlayacağız? Gaybı Allah’tan başkası bilemez. Öyleyse, bir kısım falcıların ve bazı âlimlerin bir kısım gaybî haberler vermesi nasıl olur?

Gayb ikidir: Biri hakiki, diğeri izafi, göreceli gaybdır. Gerçek gaybı, Allah’tan başkası bilemez. Peygamberler dahi, bildirilmedikçe bilemezler. Ancak gayb (metafizik) âleminden şehadet âlemine giren bazı görüntü ve sesler vardır. Bunlar kimimize göre gayb, kimimize göre ise zaman zaman ayan beyan olabilir. İşte, bunları algılamak, bunlardan haberdar olmak mümkündür. Yani bazı hususlar bize göre gayb iken, mânâ/metafizik âleminde ilerleyen insanlar için gayb değildir.

İnsanların, hakikî gaybı, bildirilmeden ve gösterilmeden bilmeleri ve görmeleri imkânsız. Keşfedilen/görülen/bilinen/işitilen şey, izafi/göreceli, yani bize göre olan gaybdır. Yoksa veli ve âriflerin, hatta bir kısım medyum veya falcıların gördükleri, bildikleri, gayb değil, gaybdan çıkıp şahadet âleminin değişik boyutlarına ayak basan ve bizim henüz muttalî olmadıklarımızdır.

Kimi zaman falcıların, başkalarına göre gayb, ancak kendilerine göre şehadet âleminde olup bilmelerinin mümkün olduğu ve doğru olarak haber verdikleri bir-iki haber/görüntü/ses uğruna; insanlar, merak ve zaaflarından dolayı onların her şeyi görebileceklerine ve işitebileceklerine inanır, şartlanırlar. Falcılar da, yarım yamalak bilgileriyle suistimal ederek onları sömürürler. Meselâ bunlar, kahve veya insanın avucuna bakarak, güya geleceğini okuyarak şöyle derler: “Sana yakında bir yolculuk görünüyor, uzun mu desem, kısa mı desem; çevrende bir düşmanın var, yakın mı desem, uzak akrabadan mı desem; hükûmetle bir işin var, büyük mü desem, küçük mü desem!...” Şimdi düşünelim: Kim uzun veya kısa yolculuğa çıkmıyor, kim çevresindeki insanlardan bazılarıyla problem yaşamıyor, kimin hükûmetle işi yok?

İşte, falın yasaklanmasının sebeplerinden birisi de, bu suistimallerdir.

Batı’da, Hıristiyanlık ile ilim arasındaki mesafenin açılmasıyla, seküler hayatın topluma nüfuz etmesiyle mânevî boşluk doğmuş; pek çok insan akıl, ilim ve gerçeklerle ilgisi olmayan okültizm (bilinmezlik, gizlilik, sırlar) alanına itilmiştir. Böylece devreye kabala, gül-haç, tarot, simya, astroloji, spiritüalizm, kehanet, falcılık, ruh çağırma, vampirlik, büyücülük, numeroloji, cadılık gibi benzeri bâtıl inanışlar girmiştir. Özellikle cadılık, efsunculuk, üfürükçülük, sihirbazlık meslekleri caziptir.1

Mâide Suresi’nin 3’üncü âyetine göre, bir nevî gelecekten haber vermek olan her nevî falcılık ve bunlara inanmak haramdır, yasaktır: “..bir de fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bütün bunlar fısk (Allah’a itaatten kopmak)tır...”

Dipnot:

1- Doç. Dr. Selim Soylu, Zaman, 29 Mart 2003.

19.10.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Anma programı teklifi


A+ | A-

Demokrat Parti eski İçişleri Bakanlarından Namık Gedik'le ilgili yazılarımızdan sonra, bazı okuyucularımızdan şöyle bir teklif geldi: "Darbecilerin katlettiği diğer 'Demokrasi şehitleri' gibi, merhûm Namık Gedik için de, vefat tarihi olan her 30 Mayıs günü mevlitler okutulsun ve anma programları yapılsın."

Bize göre de, teklif gayet makul ve yerinde.

Neden olmasın?

Şehit Menderes, Zorlu ve Polatkan için, vefat yıldönümlerinde mezarı başında anıldıkları, onlar için çeşitli etkinlikler ve anma programları yapıldığı gibi, Namık Gedik için de, elbette ki benzer şeylerin yapılması gayet normal ve hatta gereklidir.

Zira, Namık Gedik de, o şehitlerle birlikte aynı yola çıkmış, aynı siyasî misyona hizmet etmiş ve aynı dâvâ uğrunda hayatını kaybetmiştir.

Üstelik, o bu dâvânın ilk şehidi olma hüviyetini kazanmış ve çok ağır işkenceler altında son nefesini vermiştir.

Dahası, işlenen dehşetli bir cinayete "intihar" süsü verilerek, en büyük yalana imza atılmış, dolayısıyla onun hakkında işlenebilecek en büyük günaha ve yapılabilecek en dehşetli iftiraya imza atılmıştır.

İşte, bu iftira ve hemen ardından icat edilen birtakım uydurma hikâyelerle elli senedir ruhuna okunacak Fâtihalardan bile onu mahrûm bıraktıran haksızlıklar karşısında, hiç vakit kaybetmeksizin harekete geçilmeli ve Namık Gedik'in ruhunu şâdûmân edecek programlar hazırlamalı.

Böylelikle, hem yarım asırlık hata ve ihmâlkârlıklar telâfi edilmiş olur, hem de o mazlûm insan, hak ettiği ve lâyık olduğu şekilde yâd edilmiş olur.

* * *

Namık Gedik hakkında uydurulmuş iftiralı hikâyeler, ne yakık ki muteber gördüğümüz bazı kitaplarda da yer almış durumda.

Bazı yazarlar, yeni baskılarda bu yanlışı düzelteceklerini ve işlenen hataları telâfi edecekleri söylediler.

Bu da sevindirici, memnuniyet verici bir gelişme.

Ümit ve temenni edelim ki, mazlûm bir şehit olarak tarihe intikal etmiş olan Namık Gedik hakkında, yeni bir süreç başlamış olsun.

Tarihin yorumu 19 Ekim 2003

Küçük devletin büyük lideri

Dünya kamuoyu nazarında "Bilge Kral" lâkabıyla da yâd edilen Bağımsız Bosna–Hersek Cumhuriyetinin kurucu Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç, 19 Ekim 2003'te başkent Saraybosna'da vefat etti.

Vasiyeti üzere, mezarı ağırlıklı olarak "Bağımsızlık şehitleri"nin medfun bulunduğu yerde yapıldı.

Burası, Saraybosna'ya gidenler için pek mühim bir ziyaretgâhtır.

* * *

1925 senesinde dünyaya gelen Aliya İzzetbegoviç, kendi hatıratına göre henüz 6 yaşında iken Kur'ân Kursuna gitmeye ve Kur'ânı tilâvet etmeye başlamış.

Yine, aynı yaşlarda namaz kılmaya, hatta sabah namazını aile büyükleriyle birlikte gidip camide kılmaya başladığını anlatıyor.

Küçük yaşından itibaren dinî hayatı yaşayan ve gençliğinde İslâma hizmet için çırpınan Aliya, 1943'ta komünist Yugoslavya'nın Devlet Başkanı Tito'nun hışmına uğradı. Üç yıl müddetle hapis cezasına çarptırıldı.

Hapisten çıktıktan sonra, hukuk tahsiline başladı. Bir yandan ilimle, bir yandan siyasetle uğraştı.

İslâmın lehinde ve komünizmin aleyhinde çalışmalar yapması, onu dikta rejiminin nazarında sakıncalı kişi durumuna düşürmüştü. Sürekli takip ve tazyik altındaydı.

Nihayet, demirperdenin yırtılması, komünizmin yıkılması ve bununla bağlantılı olarak Yugoslavya'nın parçalanmasının ardından, 1990'da Cumhurbaşkanlığı makamına gelen Aliya İzzetbegoviç, Bosna'nın tam bağımsızlığı yönündeki mücadeleyi hızlandırmaya çalıştı.

1992'de bu maksatla yapılan referandumdan "bağımsız cumhuriyet" kararı çıktı. Ancak, Sırplar bu kararı tanımayarak, özellikle Boşnak Müslümanlara yönelik kanlı saldırılara başladı.

İşte, bu tarihte patlak veren Bosna–Hersek Savaşı, yaklaşık üç yıl sürdü. Aralık 1995'te savaşın sona ermesiyle birlikte, taraflar arasında varılan Dayton Antlaşması gereği Sırp, Boşnak ve Hırvatlar, yine eskisi gibi birarada yaşamaya başladı.

Savaş süresince, 250 bin kadar Müslüman Boşnak, Sırp ve Hırvat'ların saldırısı sonucu şehit düştü. Bu da, o coğrafyadaki Müslüman nüfusun yüzde 10'una tekabül ediyor.

2003'te vefat eden Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç'in ilmî ağırlıklı birçok eseri var. En önemlileri şunlar: Doğu ve Batı Arasında İslâm, İslâm Manifestosu, Tarihe Tanıklığım.

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Ay ışığı okumaları


A+ | A-

Bazen tereddüt içinde kalır, ne okuyayım, nasıl okuyayım der düşünürüz. Hele büyük bir kitapçıya girmiş, cilt cilt kitapları görmüş, bir de buna yeni çıkanları eklemişseniz tereddünüz telâşa dönüşür: Bu kadar kitap okunur mu?

Vakit fukaralığının dem vurulduğu bu dönemde kitap okumaya vakit ve nakit ayırmak ayrı bir önem, ayrı bir özveri, ayrı bir fedakârlık gerektirdiği şüphesiz. Kitabın da artık endüstriyel bir üretim ve tüketim âletine dönüştürüldüğü modern zamanlarda ne okuyacağını, ne zaman okuyacağını bilmek de problem; vakti çalan çok şeyin olması, meşgul edecek çok işlerin varlığı, özgün bir okuma şeklini düşündürüyor doğrusu.

Rüzgârın önünde savrulan yaprak misâli bir okuma mı, yoksa ihtiyaç duyulan, hedeflenen ve o hedef etrafında dönen bir okuma mı sergilemeli okuyucu? Yeni çıkanlar, reklâmla popüleştirilenler, çok satanlar listesine bakılarak mı kitap seçilmeli; yoksa iç dünyaların sesi, düşüncelerin yönü, duyguların dillendirdiğine göre mi?

Zevkine, uyku getirsin, vakit geçsin okumaları ile hakikat arama, hikmet avlama okumaları bir olmayacağı bir gerçek. Bu iki ayırımı yaptıktan sonra ciddî okuyucuya ikinci ciddî bir yol daha açılıyor: Neyde yoğunlaşarak, hangi öz etrafında dönerek okumalı? Daire geniş, düşünceler derin, hikmetin sonu yok; öyleyse nereden başlamalı?

Neyi, neden okuyacağı şuurunda olanın bir okuma defteri vardır; konu hedefli okumada okuduklarını yazdığı gibi, okuyacaklarını da yazar. Aylık, yıllık okumalar bu defterde tutulur; hedefte sapma var mı, yön değiştirme oluyor mu, gözlenir, ona göre kontrole gidilir.

Bir konu etrafında birkaç aylık okuma olabileceği gibi birkaç yıllık okuma da olabilir. Kitaba göre konu değil, konuya göre kitap, kitaplar seçilir. Yine de bir merkez etrafında döner bu okuma şekli. Dünyanın kendi etrafında dönerken güneş etrafında dönmesi gibi. Merkezle muhit arasını gece gündüz okumaları olarak ayırabiliriz.

En önemli konu ve kitaplar en önemli zamana ayrılır; sabahın seheri, akşamının dinlenmiş hâli en kıymetli zamanlardır ve o kıymette değerlendirilmelidir. Sabahta Kelâm-ı Ezelî okunabilir, sonrasında Risâle, Cevşen ve diğer duâlar. Gündüzde ise seçilmiş konu etrafında yazılmış diğer kitaplar; otobüste giderken, birini beklerken ve kişinin kendisinin bulacağı diğer zamanlar. Fakat bu okumalar Risâle ile irtibatlı okumalardır.

Diyelim ki tevhid bahsi, özelde kuantum fiziği. Gecede kuantum fiziği ile ilgili yerler Risâlelerden okunurken gündüzde de diğer kitaplar okunabilir; gece gündüz buluşması, dünya güneş irtibatı gibi; okumalar buluşturulmuş, birleştirilmiş olur. Konu yörüngesinde kifayetli derecede okuma ve özümseme gerçekleştiğinde başka bir yörüngeye gidilir; kâinat, zerre zerre, yıldız yıldız gezilir, hakikat avlanır.

Sadece merkezde kalan veya muhitte gezmekten merkeze gelemeyen mizansız okumalar kâinat kitabını kavramadan yapılan okumalardır. En merkezde Kur’ân’la, Esmâ-i Hüsnâ ile buluşturmayan okumalar savruk okumalardır; dengeli, kuşatıcı, kavrayıcı bir okuma ile düşünce mizana ulaşır, duygular da yörüngesinde akar.

Kısaca özetlersek; kendi etrafımızda dönen okumaları güneşle, güneş sistemi ile birlikte buluşturursak, hikmet kâinatında sonu gelmez yolculuğa çıkmış oluruz. Buna da kısaca Ay ışığı okumaları diyebiliriz.

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

“Bayezid Camiindeki hafızlar” onu dinlemeye geldi


A+ | A-

“İstanbul’un Bayezid Cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerif’te, ihlâslı hafızları dinlemeye gittim“ ifadesinin bulunduğu, İhtiyarlar Risâlesi’nin 8. Rica’sındaki, Üstadın bahsettiği ve çeşitli defalar geldiği bu ecdat yadigârı selâtin camiine, bu sefer, Üstad bütün haşmetiyle, maneviyâtıyla geldi.

Evet, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini Cenâb-ı Hak, bu milletin selâmet ve kurtuluşu için göndermişti. Verâset-i nübüvvet olan hâdîlik vasfını yerine getirecekti. 80 küsûr senelik ömründe Türkiye’yi, doğudan batıya kadar nuruyla aydınlatmış olan Bediüzzaman, yaklaşık bir aydan beri Edirne’den başlayan yolculuğuyla da, adeta “Edirne’den Van’a kadar, benim eşsiz bir yurdum var” mısrâına münasib bir şekilde, bir TIR kamyonunun üzerinde, vatanı bir baştan bir başa gezerek, yine nurunu yaymış, tanıtmış, habersiz gönüllere bir müjdeci olmuştur.

Bursa’ya da gelip, bizi heyecana gark eden Bediüzzaman TIR’ı, enteresan ve değişik hatıralarla yüklü olarak, nihayet dersaadete, İstanbul’a gelerek, yüz sene kadar önce ihlâslı hafızların Kur’ân okumasını dinlediği Bayezid cami-i mübareğinin önünde son molasını vererek, etrafa nurlar saçmıştır. O zaman onun dinlediği hafızlar yerine, şimdiki hafızlar da onu dinlemeye, görmeye, seyretmeye geldiler. Bir tarafta üniversite, bir tarafta cami… İşte, tam da onun hayali olan fen ve din ilimlerinin mezcedildiği bir manzara.

Allah, çeşitli hizmetlere vesile olan bu faaliyetin her kademesinde hizmet eden kahramanlardan razı olsun. İnşâallah, bundan sonraki hedefte; Cami-i Emevî olur. Kosturma olur. Tiflis olur. Balkanlar olur. El-Ezher’in önü olur. Sırada, “Bediüzzaman dünya yollarında” ile yola devam inşâallah!

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İran-Hizbullah-Suriye: Lübnan’ın değişmez tarihi mi?


A+ | A-

İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’ın Lübnan ziyareti, kırılgan Orta Doğu dengelerini daha da hassaslaştırdı. İsrail sınırı yakınındaki Kana köyüne yapılan ziyaret, sembolik anlamdan daha çok İsrail’e yönelik bir tehdit maksadını taşıyordu.

Lübnan aslında Ortadoğu’nun en bahtsız ülkesi.

1975-1990 arasındaki onbeş yıllık iç savaşta 150 bin kişi öldü, 200 bin kişi yaralanırken 900 bin kişi yurtlarından oldu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün ülkeden çıkarılmasıyla sonuçlanan ikinci İsrail işgali 2000 yılına kadar sürdü. 2000 yılında imzalanan Taif Anlaşması ile ikili bir yönetim ortaya çıktı ve 126 sandalyeli meclis Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında bölündü.

2000 yılından bu yana toparlanmaya çalışan, ikide bir İsrail-Hizbullah savaşı, İsrail işgali ve iç çatışmalarla harabeye dönen Lübnan’da 2005 yılında zamanın Başbakanı Refik Hariri suikastine kadar Suriye’nin üstünlüğü görülüyordu. Bu suikast dengeleri değiştirdi ve Suriye ülkeden çekilmek zorunda kaldı. ABD ve müttefiklerinin tecrit ettiği Şii azınlığın kontrolündeki Suriye, Türkiye ile ilişkilerin sıcaklaştığı döneme kadar, bu yalnızlığın kıskacındaydı.

Son yıllarda bir yandan ABD ve İsrail’in –ve ABD’nin isteğiyle, kendisi de İran’ın bölgede nüfuzunu arttırmasından rahatsız olan Suudi Arabistan’ın- İran’ı yalnızlaştırma kaygısı içinde Suriye’ye yaklaşması, bu ülkenin Lübnan’daki etkinliğini Hizbullah’a lojistik destek sağlayarak arttırması, Türkiye’nin de desteğini alması, Suriye’yi Lübnan’da önemli bir güç haline getirdi.

Şiîlik ortak paydasında birleşen İran, Suriye ve Hizbullah’ın görünüşte güçlü olan bu ittifakı, İran ve Suriye’nin karşılıklı güvensizlikleri, Suriye’nin Hizbullah’ı kontrol altında tutma çabaları yüzünden hassas dengelere dayanıyor.

Böyle bir dönemde Ahmedinecad’ın Lübnan’da Şiîler tarafından coşkuyla karşılanması, bir çok ülkeyi kaygılandırdı. İsrail, ABD, Suudî Arabistan bunların başında geliyor.

Aslında Saad Hariri hükümetinin de bu ziyaretten pek memnun olduğu söylenemez. Ancak Hariri suikastı soruşturmasında rapor aşamasına gelindiği bu günlerde, Hariri,—bugüne kadar gizlenmiş kanıtlara ulaştığından mı yoksa Suriye’nin nüfuzundan korktuğundan mı bilinmez—babasının katilinin MOSSAD olduğunu söylemeye başladı.

Peki, bu hassas ilişkilerin egemen olduğu Lübnan’daki durum Türkiye’yi kaygılandırıyor mu?

Her ne kadar Ortadoğu’da ABD ve müttefiklerinden bağımsız politika üretiyor gibi görünse de, hükümetin Suriye-İran ikilisine çok yakın durabileceğini sanmak hata olacaktır. İran’ın Irak ve Lübnan’da nüfuzunu güçlendirme çabaları, diğer bölge ülkeleri kadar Türkiye’yi de düşündürmektedir. Irak’ta Maliki yönetiminde bir hükümetin kurulması halinde, İran’ın bu ülkede de etkinliğini artıracak olması, bizi de kaygılandırması gereken bir durum.

Umarız tüm bu hassas dengeler, tahrik çabaları ve İsrail’in müttefiklerin arasını bozma çabaları, Lübnan’ı yeniden savaş alanına çevirmez.

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Resepsiyon çatlağı ve ötesi


A+ | A-

Başörtüsü yasağıyla ilgili tartışmaların yeniden canlanmasında rol oynayan en önemli ve belirleyici faktör, CHP’nin en azından üniversitelerdeki yasağa karşı tutumunu yumuşatması, hattâ Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu konuda çözüm taahhüdünde bulunmasıydı.

Şu aşamada bu taahhüt üniversitelerle sınırlı.

Ve CHP lideri, medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda çözüm formülünü “YÖK’ü kaldırıp üniversiteleri özgürleştirmek” diyerek ifade etti.

Ama gerek parti içinde, gerekse dışarıda bu formülü de çıkmaza sokacak atraksiyonların ardı arkası gelmiyor. Muharrem İnce’nin Kılıçdaroğlu’nu ikilemde bırakan “Çankaya resepsiyonunu boykot” açıklaması ve bu tavrı dayandırdığı gerekçe, bunun en yeni örneklerinden biri.

Çankaya’nın “türban”a açılması, ilk ve ortaöğretimle kamuda da “türban serbestisi”nin ilk adımı imiş. Buna tepki olarak katılmayacakmış.

İnce bunu parti kararı olarak açıkladı, ama Kılıçdaroğlu teyid etmeyince kendisinin “kişisel tercih”ine dönüştürdü ve bunu yaparken çok sayıda arkadaşının da öyle davranacağını ekledi.

Grup Başkanvekili sıfatıyla konuşmuş olması ise hem Kılıçdaroğlu’nu, hem kendisini, hem de partisini zora soktu. Ve partinin yeni açılım arayışlarını hızlandırdığı bir ortamda, Genel Başkanın medya ile buluşmasından çıkan sonucun “CHP’de resepsiyon çatlağı” olması talihsizlikti.

İnce’yi konuşturan perde arkasındaki aktörün, kendisini partideki “Kemalist çizginin temsilcisi” olarak niteleyen Önder Sav olduğu iddia edildi. İşi Baykal’la irtibatlandıranlar da oldu.

Ama aynı İnce’nin “CHP, oylarını arttırmak için dinle barışmalı. Hâlâ insanlar ezanın Türkçeleştirilmesini bize karşı propaganda malzemesi yapabiliyorsa, biraz kendimizi de sorgulamalıyız. ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ diye bağırmakla olmuyor” (Aslı Aydıntaşbaş, Milliyet, 22.2.10) gibi sözleriyle, Kılıçdaroğlu’nun çizgisine mutabık bir söylem kullandığı da biliniyor.

Buna rağmen “türban” üzerinden yaptığı boykot çıkışı, hem bu söylemleriyle çelişti, hem de dediğimiz gibi kritik bir anda partiyi zora soktu.

CHP adına verilen bu karışık mesajların verdiği hasar, ancak Kılıçdaroğlu’nun resepsiyona katılması ile belki bir ölçüde telâfi edilebilir. Aksi bir durum, CHP’deki sıkıntıyı iyice büyütür.

Bakalım, o gün gelince ne yapacaklar?

Tabiî, bunları ifade ederken, cumhuriyet resepsiyonunu teke indirme kararının bazılarınca niye “türban dayatması” diye algılandığının da iyi analiz edilmesi lâzım ki, bunu yapması gereken de Cumhurbaşkanlığı makamı ve hükümet.

Kararla Sezer öncesi uygulamaya dönüldüğünü belirterek, Demirel ve ondan önce Özal dönemlerinde başörtülülerin Köşke hiçbir kısıtlama olmadan serbestçe girebildiğini söylüyorlar.

Başbakan da yakınlardaki beyanlarından birinde, “Sekiz sene öncesine kadar kamusal alan diye birşey yoktu, bu lâf bizim iktidar olmamızdan sonra icad edildi” diye yakınmamış mıydı?

El hak öyle. Ama neden böyle? AKP iktidarı niye birilerinde böyle bir psikolojiyi depreştirdi?

“Efendim, aynı ithamlar daha evvel Menderes, Demirel ve Özal’a da yapılmıştı” gibisinden yorumlar meseleyi tam olarak izah edemiyor.

Bunun en önemli sebeplerinden biri, bugün bunu söyleyenlerin, şimdi referans gösterip dayanmaya çalıştıkları o liderlere vaktiyle en ağır hücumları yapan rijit bir gelenekten gelmeleri.

Konunun bir başka önemli boyutu da şu:

İşin bir tarafında, dinle ilgili herşeyi laiklik karşıtlığı ve irtica olarak gören bağnaz laikçi kafanın iflâh olmaz fanatizmi var, ama diğer tarafında meseleyi böyle bir fanatizm noktasına götürmediği halde, Türkiye’nin “dine dayalı bir diktatörlüğe” gitmesinden ciddî kaygı duyanlar da var.

Bu iki grubu birbirinden ayırmak gerekiyor.

Peki, demokrasiden yana oldukları halde “dinci dikta” korkusu yaşayanların endişelerini gidermekte AKP niye bir türlü başarılı olamıyor?

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Özgürlük nehri tersine akmaz


A+ | A-

Milleti susturarak iş görme prensibiyle yola çıkanlar, artık eskisi kadar rahat hareket edemiyorlar. Çünkü bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de; hürriyet, adalet, özgürlük ve hak talepleri daha gür sesle dile getiriliyor.

“Kafasına vur, ekmeğini elinden al” anlayışının prim yaptığı yılar çok gerilerde kaldı. Milleti bilerek ‘cahil’ bırakan sistem, artık daha sıkı sorgulanıyor. “Ben yaptım oldu” anlayışı da taraftar bulamıyor.

Bu gelişmeler, “Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak” sorusuna karşı; “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?” (Münazarat, s.87) cevabına haklılık kazandırıyor.

Türkiye’deki tartışmalardan biri de adalet sistemindeki sıkıntılardır. Çok büyük ‘adalet sarayları’ yapılıyor, ama buralarda adaletin dağıtılıp dağıtılmadığı hususunda tartışmalar var. Son zamanlarda, hukuk camiasında pek de duymaya alışmadığımız doğru tesbitlerin yapıldığına şahit oluyoruz. Doğru tesbitleri dile getirenlerden biri de Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç oldu.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, mahkeme üyeliğine seçilen iki hukukçu için düzenlenen “ant içme töreni”nde yaptığı konuşmada çok haklı tesbitleri dile getirmiş. Kılıç’ın tesbitlerini şöyle özetlemek mümkün:

* Eğer bir ülkede yılda 15 binden fazla dâvâ dosyası zaman aşımına uğruyorsa, bunun çözüm yollarını eleştirmeye ve ötelemeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

* Tüm toplumlarda özgürlük, demokrasi ve daha çok hukuk isteklerine ilişkin güçlü sesler yükselmekte, buna cevap veremeyenler yıkılıp gitmektedir. Değişime karşı çıkan, çağın nabzını tutamayan statükonun kibirli mensupları artık halkı ikna edememektedir.

* Özgürlük ve demokrasinin tadına varmış insanları susturabilmek, ancak zorba devletlerin işi olmuştur. Devletin asıl görevi, yükselen bu sesleri susturmak değil, farklı sesleri âhenkli hale getirerek, maskeli ve ikiyüzlü bir ahlâkın oluşmasına engel olmaktır.

* Demokratik sistemi, meydan okuyarak, halkı tehdit ederek koruma imkânı da yoktur.

* Devleti güçlü, ancak özgürlüklerini doya doya yaşamamaktan dolayı halkı mutsuz olan bir ülkenin varlığının anlamsızlığı açıktır. Bu mutsuzluğun toplumsal bir öfkeye dönüşmesi de kaçınılmazdır

* ‘Kendi özgürlüklerimiz ne kadar önemli ise, başkalarının özgürlükleri de o kadar önemlidir’ duyarlılığı ve bilinci, toplumsal çatışmayı önleyecek yegâne formüldür. Bu bağlamda her ülke kendi gerçekleri ile dünya gerçeklerini örtüştürmek zorundadır.

* Tüm dünyada eksik ya da fazla hayata geçirilen tüm hak ve özgürlüklerin üzerini kazıdığınız zaman altından insanlık onuru çıkar. Bunu korumak ve kollamak ise, başta anayasa mahkemeleri olmak üzere herkesin değişmez bir görevidir. (AA, 18 Ekim 2010)

Hak, hukuk, adalet, hürriyet ve insaniyet nehrini tersine akıtmak istenlere duyurulur...

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Füze kalkanı” çarpıtması…


A+ | A-

ABD’nin “NATO projesi” haline getirilen “Füze Savunma Savunma Sistemi”nin Türkiye topraklarında konuşlanması üzerinde çarpıtmalar her haliyle sırıtmakta.

Füzeler, Obama’nın güya revize ettiği “Avrupa için aşamalı, uygulanabilir yaklaşım projesi” çerçevesinde Polonya ve Çek Cumhuriyeti yerine Türkiye’yi yerleştirilecek. Ancak Bush’tan kalma bu “ABD projesi”nin asıl hedefin “İran’ın füzelerine karşı Amerikan savunma sisteminin güçlendirmesi” olduğu ortada.

Her ne kadar önümüzdeki ay Lizbon’da yapılacak NATO zirvesinde, NATO belgelerinde “İran ve Suriye’nin ‘tehdit’ olduğu” ibâresi çıkarılsa da, ABD tarafından geliştirilen “hava savunma kompleksi”ne göre, füzelerin ısrarla Türkiye’nin Doğu, Kuzey-Doğu ve Karadeniz bölgesine konuşlandırılması ve Doğu Karadeniz’de yüzer durumda bulunan gemilere yerleştirilmesi ısrarın, bunun deşifresi.

Brüksel’de Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton ve Savunma Bakanı Gates’le görüşen Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile Millî Savunma Bakanı Gönül’ün, muhataplarına “Tüm NATO topraklarını kapsaması ve üyelerin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem plânlanması’ durumunda füze savunma sistemine destek verebileceklerini” belirtmeleri, bunun ifâdesi.

Anlaşılan o ki Ankara, Türkiye’nin “ABD’nin füze kalkanı” yapılmasına yeşil ışık yakmış; “Bir müttefike saldırı, bütün müttefiklere saldırıdır’ prensibinin yer aldığı NATO’nun 5. maddesindeki ‘caydırıcılık’ çerçevesinde” benzeri bahanelerle buna gerekçeler hazırlıyor.

Diplomatik atraksiyonlar, “NATO projesi” söylemleri hep bu maksada yönelik…

“DERİN GÖRÜŞMELER”

ÇOKTAN VARMIŞ…

Gerçek şu ki geçtiğimiz ay BM Genel Kurulu’na katılmak için gittiği New York’ta Amerikan dış politikasına yön veren Dış İlişkiler Konseyi’nde (CFR), İran’ın nükleer programına ilişkin, “Nükleer silâha kesinlikle karşıyız” diyen Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Ortadoğu, Irak ve Afganistan’daki sorunların çözümünde Türkiye ile ABD’nin işbirliğinin önemi”ni vurgulamasından sonra olup bitenler, Türkiye’nin ABD ile “füze kalkanı”nı uzun süredir “derin müzâkere” ettiğini göstermekte.

Ve Davutoğlu’nun daha Brüksel’e gitmeden “NATO içinde yürütülen müzâkereler var, bu konu orada ele alınacak, ortaklaşa neler yapılabileceğini değerlendireceğiz” açıklaması, Türkiye’nin “füze kalkanı”nı peşinen kabul ettiğini açığa çıkarmakta.

Daha baştan “ABD ve Güney Avrupa’yı İran’ın füze tehdidinden korumak için Türkiye ile çok derin görüşmelerimiz oldu” diyen Amerikan Savunma Bakanlığı’nın Avrupa ve NATO politikalarından sorumlu üst düzey yetkilisi Jim Townsend’in, “Türkiye ile anlaşma konusuna umutluyuz” cümlesi, öteden beri bir “cambaza bak!” oyununu ortaya koymakta.

Türkiye’nin defalarca istemesine rağmen işgali altındaki Kuzey Irak’ta serbestçe gezen terörist elebaşlarından bir tekini dahi teslim etmeyen, kontrolündeki bölgede terör örgütünün tasfiyesine yanaşmayan ABD’nin terörle mücadelede son bir yılda artan karakol ve askerî birlik baskınlarıyla ortada olan “istihbarat paylaşımı” başta olmak üzere, ABD’nin “terörle mücadele”de desteğinin bir işe yaramadığı ortada.

Ve örtülü tehditlerle, “İran’ın elinde sadece nükleer silâh geliştirme projesi yok, füzeleri de var; Ankara’nın ‘füze kalkanı’nı kabul etmemesi halinde, Türkiye’nin PKK terör örgütü ile mücadelede ABD’nin desteğini keseceği” şantajlarla, Türkiye’ye “füze kalkanı” görevi verilmekte...

“İRAN HEDEFİ”Nİ GİZLEME TAKTİĞİ

Esasen “Füze kalkanı” ile radar konuşlanması “proje takvimi”nin Obama yönetimince yeniden belirlendiği 17 Eylül tarihli Beyaz Saray damgalı “genel bilgiler”de her şey açığa çıkmakta. Obama, Gates ve Genelkurmay Başkanı’nın kabul ettiği “uygulanabilir yaklaşım projesi”nde “Füze savunma sistemi, İran’dan gelecek füze tehdidi algılaması temeline dayalıdır” cümlesi, amacı su yüzüne çıkarmakta. (Ferai Tınç, Hürriyet, 17.10.2010)

Özetle ABD’nin “NATO paravanı”nda dayattığı füze kalkanı konuşlandırması, Türkiye’nin Kasr-ı Şirin Anlaşmasından bu yana asırlardır iyi ilişkiler içinde olduğu Müslüman komşu İran’a karşı. Bütün bunlara rağmen Ankara’nın Lizbon’da güya “İran’ın hedef olmaktan çıkarıldığı” uydurmasıyla bölgesinde Müslüman komşularına karşı işgalci ABD ve İsrail’e “kalkan” edilmesi çarpıtmasına başvurulmakta…

Sonra neden yarım asrı aşkındır Filistin’de işgal, soykırım ve zulüm yapan İsrail’in yüzlerce nükleer silâha sahip olması, Türkiye ve bölge için “tehdit” ve “tehlike” oluşturmuyor da, İran’ın hakkı olan nükleer enerji hazırlığı “tehdit” unsuru oluyor?

Başbakan Erdoğan ve hükûmet sözcüleri buna cevap vermeden “talep ve emr-i vaki yok” söylemleriyle bu vahâmeti hafife alıp geçiştiremezler?

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Ya terbiye kimin görevi?


A+ | A-

Ceberrut ulus devletler kendilerinde neredeyse sınırsız bir yetki ve güç vehmediyorlardı. Hukuku, devrimci bir anlayışla ve “yeni bir hukuk oluşturmak” iddiasıyla şekillendiriyorlardı. İnsanın fıtrî haklarından habersizmiş gibi davranıyorlardı. Toplumu “fıtratına muvafık cereyan” vermekle harekete getirmek gibi bir dertleri de yoktu.

Ancak on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın sun’i icadı olan bu devletlerin modası ve hükmü geçti. Bu gün, artık, insan haklarına saygılı devlet modeli revaçta.

Ama bu olumlu değişime direnenler de yok değil. Ülkemizdeki başörtüsü tartışmaları da bu direnişin bir sonucu.

Oysa, devrimci bir anlayışla ve hukuk devrimi adı verilen bir sürecin sonucu olarak Türk Hukukuna ithal edilen 1926 tarihli mülga Medenî Kanun ve bu kanunun güncelleşmiş biçimi olan 2002 tarihli yeni Medenî Kanun dahi, bu tartışmalarda, tutucuların elini kolunu tutup bağlıyor. Nasıl mı?

Memurlar ve öğrenciler için kanunsuz biçimde uygulanan başörtme yasağını, hiç değilse üniversitelerde kaldırmak gerektiği noktasına gerileyen bazı siyasiler, bu hakkı, bir hak olarak değil, bir ulufe olarak ve aslında lise ve ilköğretim okullarındaki kanunsuz yasağı kanunla pekiştirmek amacıyla, bir yem gibi teklif ediyorlar.

Gerekçeleri gayet masum! Diyorlar ki, “yetişkin hale gelmiş bir öğrenciye neyi giyip neyi giymeyeceğini başkalarının ve/veya devletin dikte etmesi insan hak ve hürriyetleri ile bağdaşmaz”.

Hemen ardından ise şu cümle geliyor: “Ama küçük çocuklar için dinî kıyafet yasak olmalı”.

Bunun gerçek mânâsı şu: Ana babaları dahi çocuklara dinî telkinde bulunamamalı!

Gerekçesi de belli: Çocuklar üzerinde sadece devlet mutlak otorite sahibi olmalı, zira ana babalar çocuk için en iyinin ne olduğunu bilmekten acizdir!

Sormak lâzım: Herkes için en iyinin ne olduğunu, yine en iyi, devleti yönetenlerin bileceğini nereden biliyorsunuz?

Hem sizin güvendiğiniz “çağdaş” kanun düzeni de siz tekzip ediyor.

Gerçekten, yasakçıların çok güvendikleri medeniyet transferinin kanunu olan Medenî Kanunun 341. maddesi (eski kanunun 266. maddesi) “Çocuğun dinî eğitimini belirleme hakkı ana ve babaya aittir” diyor. Ayrıca bu hakkı korumak için eşlerin evlilik öncesinde veya sonradan bu haktan feragati içeren sözleşme yapmalarını dahi yasaklıyor.

Özetle, kanuna göre; çocuk, devletin değil ana babasının çocuğu ve ona karşı birinci dereceden yükümlülük de ana babasının yükümlülüğü. Üstelik bu hakka ne devletin, ne de başkalarının müdahale etmeye hakkı yok.

Peki, çocuğun dinî eğitiminin içinde onun dinî hayatı yok mu? Elbette var.

Zira din, bilhassa İslâmiyet, teoriden ibaret değildir. Din eğitimi de teoriden ibaret sayılamaz, ancak sağlam bir pratikle birlikte verilebilir.

Peki dinî hayatın ve pratiğin içinde, kıyafet biçimine ilişkin kurallar yok mu?

Bu sorunun cevabı da dinlere göre değişebilir ama İslâmiyet için bellidir ve cevap devleti değil ana babayı ilgilendirir.

Ana babanın çocuğa telkin etmeyi istediği din ya da mezhep bir kıyafet tercihi ve sınırı belirliyorsa, çocuğa buna uygun kıyafeti giydirmek de elbette ana babanın en tabiî hakkı ve vazifesidir.

Komünist devletin modası geçti. Demokratik devletin bu fıtrî hakkı engelleme yetkisi yoktur/olamaz. Üstelik kanunsuz biçimde ve okullar için sun’i biçimde dayatılan yönetmeliklerle, öğrencilerin dine uygun kıyafet giymesine yasak koymak mümkün değildir.

O halde başörtme özgürlüğünün üniversitede var olması için bu haktan ilköğretim ve lisede vazgeçmenin hiçbir makul sebebi yoktur.

Tartışmayı kamusal alan kavramıyla ya da hizmet veren-hizmet alan bağlamında sürdürmenin abesliğini görüp göstermek için ise Köprü dergisinin “Kamusal Alan” ve “Başörtüsü” sayılarına bakmak yeterlidir.

19.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Hoş geldin Üstadım


A+ | A-

Bir asırlık özlemdi bizimkisi. Asırlarca sürecek bir sevdanın vuslat anıydı. Düğündü, bayramdı. Gönüllerin sultanıyla bir olmaktı, cananla kavuşmaktı.

Dün, seni acımasızca tarihin karanlık çukurlarına gömmek isteyenlere inat oradaydık, Beyazıt’taydık. Darağaçlarının gölgesinde “Sen de şeriat istemişsin!” diye kükreyerek seni ademe mahkûm etmek isteyenler yok muydu? “Zalimler için yaşasın cehennem diyen” dillerle, zalimi nisyana mahkûm eden ellerle, ebede namzet gönüllerle hemen yanı başındaydık. Sen bizimleydin ya, biz de seninleydik Üstadım, hep seninleydik. Dün sen buradaydın ya, sen neredeysen biz de oradaydık Üstadım!

Hoş geldin Üstadım! “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diye kükrediğin, Kur’ân’ın sönmez ve söndürelemez bir güneş olduğunu ispat dâvâsına başladığın yere Hoş geldin Üstadım! Hoş geldin, safalar getirdin; yine müjdeler yine nurlar getirdin.

Beyazıt Camii’ni hatırlarsın ya Üstadım? Hani güzel sesli hafızlardan dinlediğin Kur’ân’la gaşyolduğun, kendinden geçtiğin o muazzez mabed! Ulu mabed, yine seni bağrına bastı Üstadım. Secdeye vardığın yerde secdedeydik, rükûa eğildiğin yerde eğildik. Dün, senin yürüdüğün yerlerdeydik. Hasretinle yandık ya Üstadım; seni andık, dâvânı andık, ‘dâvâm’ diyen mirasınla kandık.

Zalimin hasmı, mazlumun duâsı olan Üstadım! Beyazıt’ta bir müjde verdin. Zalime boyun eğmeyen dâvâların ebediliğini müjdeledin. Müjdeler olsun Üstadım! Bu dâvâ ne öksüz kaldı ne köksüz. Dâvânlayız, dâvânı öksüz bırakmadık, bırakmayacağız. Senin adamınız, senin gibiyiz; ne boynumuzu eğebildiler ne bileğimizi bükebildiler. Bütün ihtişamınla Beyazıt’taydın ya; zalime haykıran dillerin, zalime uzanana ellerinle oradaydın, yanımızdaydın.

Her şey değişti ya Üstadım. Zaman değişti, mekân başkalaştı. Zamanı değiştirenler hakikati gölgeleyemedi. Mekânı değiştirenler hakkı susturamadı. Sen susmadın ya Üstadım, biz de susmadık. Sen haykırdın ya, biz de haykırdık. Beyazıt’ta şaşkın bakışlar arasındaydık. “Kim bu adam, burada ne işi var” der gibiydiler. Seni unutturmak isteyenlere inat oradaydık, Hakk’ın yanında, Üstadımızlaydık.

Büyük dâvâlar büyük adamların omzunda yükselirmiş. Alevleri göklere yükselen bir yangının içine pervasızca dalan sendin. Milletin imanı uğruna memleketin bütün çilesini yüklenen sendin. Gençliğimin derdiyle dertlenendin. Eskişehir hapishanesinin penceresinden baktın, ağladın ağladın… “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyendin. Dâvâna göz dikenleri, milletine göz koyanları, imanına el uzatanları, seni zindanlardan zindanlara sürükleyenleri affedendin, müşfiktin. Kur’ân’ın sesiydin ya Üstadım! Seninle olmakla bahtiyarız. Beyazıt’a hoş geldin Üstadım! Sen şaşaayı, gösterişi sevmezdin ya… Sevdiğin gibiydik, sessiz, sade; fakat bu kutlu dâvânın kıymetini idrakle, izzetli, aziz ve mutlu.

Avrasya maratonu varmış, bütün yollar kapalıymış. Avrupa’yı Asya’ya bağlayan köprünün üzerinde yüz binler… Gönülleri bir birine bağlayan, milyarları bir birine kenetleyen Üstadım! Sen köprüleri çoktan kurdun. Senin yollarını hep kapadılar, senin yollarına hep zulüm döşediler ya. Sen o yollarda yürüdün, o yolları geçtin. Maddeye mânâ verdin, mânâ âlemlerine köprüler kurdun. Bizi birleştirdin, bizi bize getirdin, bize geldin. Biz de seninleydik, sana geldik Üstadım; sana geldik, hep seninle kalacağız.

Asırlar geçiyor Üstadım! İman ve küfür bir birini kovalıyor ya… Sen ne taraftaysan bir o taraftayız. Dâvânlayız, dâvândayız. Sen ruhunla, dâvânla, mirasınla Beyazıt’taydın. Biz aşkımızla, sevdamızla senin yanındaydık. Bizi yalnız bırakma, bizi kimsesiz kılma. Yine gel, hep gel!

19.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.