Osman ZENGİN |
|
O, en büyük cumhuriyetçiydi… |
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden bahsediyoruz. Onu “cumhuriyet düşmanı” göstermek isteyen müfteri ve muârızlarını utandırırcasına, o tam bir cumhuriyetçiydi. Ama tabiî, tam ve gerçek manada bir cumhuriyetçi, başkaları gibi isim ve resimden ibaret değil. Takipçisi olduğu ve yollarından gittiği Hulefa-i Raşidinin tatbik ettiği mânâda bir cumhuriyetçi… Eğer o, cumhuriyet düşmanı veya (onların ifadesiyle karşıtı) yani muarızı olsaydı, cumhuriyet ismini o kadar çok zikreder miydi? “Meyvenin Üçüncü Meselesi”ndeki ifadesi zaten bunun delillerinden biridir. Orada bahsettiği “… Bir zaman Eskişehir hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum…” ifadesine dikkat lâzım. Eğer o, cumhuriyet düşmanı olsaydı, “Bana ne sizin cumhuriyetinizden, bayramınızdan“ derdi. Halbuki orada, Cumhuriyetin Bayramından da bahsediyor. Ve o Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada, cumhuriyetçilikleri kendinden menkul olanlar, cumhuriyet hakkındaki fikrini soruyorlar ve onlara şöyle cevap veriyor: “…Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka (Eskişehir Mahkeme Başkanı), daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayâtım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli (boş) bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne (sahabe ve tabiin) muhalefet ediyorsun?’ Cevaben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn (ilk dört büyük halife); hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebu Bekir) (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i kirâma (hayatlarında iken Peygamber [asm] tarafından cennetle müjdelenen on sahabenin de içinde olduğu bütün sahabilere) elbette reis-i cumhur (Cumhurbaşkanı) hükmünde idi. Fakat mânasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti (gerçek adalet) ve hürriyet-i şer’iyyeyi (İslâmiyetin tarif ettiği hürriyet) taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin (dindar cumhuriyetin) reisleri idiler.” Yine bir Cumhuriyet Bayramı hatırası da şudur: Üstad, Afyon’da hapishanedeyken, cezaevi müdürü bir Cumhuriyet Bayramında tahrik için koğuşuna bayrak astırır. Bediüzzaman’ın buna tepkisi ise müdürün hiç ummadığı şekilde olur: “Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramı’nın bayrağını benim koğuşuma astırdınız. Hareket-i Milliye’de, İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşri ile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: ‘Bu Kahraman Hoca bize lâzımdır.’ Demek benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.” İşte, tokat gibi bir cevap. Güya Üstad, bayrağa da, cumhuriyete de karşı çıkacak zannetti, ama o, onlar gibi sahte değil, gerçekten tam bir cumhuriyetçiydi. Said Nursî’ye göre, onların kurdukları rejim, isimden ve resimden ibaret olan bir cumhuriyetti. Gerçek mânâda tatbik ettikleri uygulama ise, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermek” olarak ifade edilen baskıcı bir rejimdi ve buna da cumhuriyet denilemeyeceğini ifade ediyordu. Bunca zaman geçmiş, ama millete karşı yapılan her hareketin altında da bu anlayış yatmıyor mu? Bediüzzaman Said Nursî’nin tarif ettiği cumhuriyete doğru gideriz İnşâallah! 29.10.2010 E-Posta: [email protected] |