Görüş |
“Baba, sen bunlara nereden inandın?”
Meşhur Alman şairi Goethe, “Çocukların son derece kendine özgü bir hayreti vardır ve o zamana kadar düpedüz saygı duydukları bir şey birazcık şüpheli göründü mü gayretli araştırmalara girişmekten kendilerini alamazlar” der. Yıllar önce Yeni Asya yayınlarının Risâle-i Nur eksenli çok güzel çeşitli video çalışmaları vardı. Bu çalışmaların birinde, anne-baba minik kızlarına Cenâb-ı Hakk’ı anlatmaya ve tanıtmaya çalışıyorlardı. Evlerinde bulunan bir saksıdaki çiçeği önlerine almışlar, çocuklarına “Bu güzel çiçek bu topraktan beslenerek hayatını devam ettiriyor. Yapraklarının rengi ve desenleri, çiçeklerinin kokusu ve rengi nasıl olur da bu topraktan oluşabiliyor? Yoksa bu toprağın içinde onun gıdasını, çiçeklerinin, yapraklarının rengini, kokusunu yapan bir fabrika veya âletler mi var?” demişlerdi. Meâlen anlattığım bu olaydan sonra, bu masum yavru, anne ve babasının evde olmadığı bir vakitte önüne saksıyı alıp eşelemeye başlamıştı. Belli ki, toprağın içerisinde bahsedilen âlet ve fabrikaya ulaşmaya çalışıyordu. Ve yine belli ki, Goethe’nin dediği gibi kendine özgü oluşan hayret duygularıyla, toprağın altında mükemmel işleyen bir fabrikanın varlığına dair şüphelerini gidermeye çalışıyordu. Odaya giren anne, kısa bir şaşkınlıktan sonra çocuğunun ne yapmak istediğini anlamıştı. Çocuk ise bir taraftan aradığını bulamamanın şaşkınlığını yaşıyor, bir taraftan ise çiçeğe zarar vererek ortalığı dağıttığından dolayı mahcup bir eda içerisindeydi. “Şey, özür dilerim anneciğim; ben sanmıştım ki….” der. Anne için taşı gediğine koyma zamanıdır. Yavrusuna şefkatle, onun anlayabileceği bir dil ile Sâni-i Zülcelâl’i ve Kudret-i İlâhiyeyi anlatır. Bir başka hadise de, kendi oğlumla aramızda geçmişti. Bir yaz mevsiminde, yıllık iznimizi memleketimiz Ordu’da geçirmiştik. Fındık toplama zamanı olduğu için, Ağustos ayının sıcak günlerinde bahçede çocuklarla beraber fındık topluyorduk. Bir gün, küçük oğlumun eline bir fındık çotanağını alarak incelediğini gördüm. Bu fırsatı değerlendirerek fındık üzerine konuşmaya başladık. Topraktan fışkıran bu fındık ağaçlarının yemyeşil dalları arasından bizlere sunulan bu güzel nimet, ne kadar harika paketlenmişti. Tıpkı anne karnından yeni dünyaya gelen bir bebeğin ihtimamla kundaklanması gibi. İlk önce dış etkenlerden korunması için yumuşak bir kılıf giydirilmiş, daha sonra kalın ve sağlam bir kabukla ve daha sonra ise ince bir zarla koruma altına alınmış. Acaba, böyle besleyici bir gıdayı, bizler için faydalı olduğuna inanan toprakla fındık ağacı mı tasarlayıp yaptılar? Oğlum bu noktada gülerek hemen itiraz etti. “Toprağın ve fındık ağacının aklı yok ki, bunları nasıl yapabilir?” Öyleyse, bilgisi sonsuz olan, bizi tanıyan, bizi seven ve bizim bu nimete ihtiyacımız olduğunu bilen birisi var. Bundan dolayıdır ki, bu harika nimeti bu kadar bir ihtimamla paketleyip bizlere bu fındık ağaçlarının elleriyle hediye olarak gönderiyor. Elindeki çotanağı biraz daha inceleyip uzun süre düşünen oğlum, başını kaldırıp şöyle dedi: “Baba, sen bunlara nereden inandın?” Demek istemişti ki, bunları nereden biliyorsun; nereden okudun? Ben de, “Annenle birlikte okuduğumuz Üstad Dede’nin kitaplarından” dedim. “Artık ben de o kitapları çok okumak istiyorum” dedi. Bu iki çocuk hikâyesi, bize gösteriyor ki, Risâle-i Nur’un engin tefekkür hazinelerini onların masum ve saf dünyalarına ne kadar taşıyabilirsek, bahtiyar çocuklar yetiştirmek için o kadar mesafe alıyoruz demektir. “Risâle-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır” diyen Bediüzzaman’ı teyit ederiz İnşâallah.
HASAN BULUT |
29.10.2010 |
Elhükmü lillâh!...
Zeki Gözübüyük’ün ardından... Evet bir er kişi daha Hakk’a vasıl oldu. Yüce Rabbim gani gani rahmet eylesin (âmin) diyoruz. Bu gerçek olayın her anını an be an müşahade ettim. Zira izindeydim. Ramazan’dan 1 hafta önce çok ağır bir hastalıktan dolayı mideden ameliyat geçirmişti. Bu vesile ile sık sık ziyaretine gittim. Allah herkese öyle evlâtlar versin. Sıra ile geceleri yanında refakatçı kaldılar, durumu bilenler diğerlerine gerçekleri söylemiyorlardı. Bu durumu öğrendiğimde diğerlerinin de bu duruma vakıf olmalarının gayet tabiî hakları olduğunu söyledim. Makul ve kabul görüldü. Allah razı olsun, uzaktan yakından gelerek ziyaret eden herkesten. O ne haldi Rabbim. Yiyemedi, içemedi, dışarı çıkamadı ve de herhangi bir şey çıkaramadı, ama takdire şayan bir durumda hâlinden hiç şikâyetçi olmadı. Her sorana “iyiyim iyiyim” diyordu. Ne bir telâş, ne de bir korku elini tutamadı. Takdire şayan bir haldir bu hal. Bayramda 3 gün izin alıp doğum yeri olan Fındıkçı Köyüne götürdük. İnsanlar akın akın ziyaretine gelip gittiler. Allah cümlesinden razı olsun. Tekrar hastaneye döndü. Son ziyaretimizde, ablası ‘Kardeşim, istiyorsan bileti tehir edelim, yanında kalalım’ dediğinde, ‘Ben iyiyim, yolundan kalma, zaten buradakiler de bir şey yapamıyorlar’ deyiverdi. Biz de köyümüze döndük. 2 gün sonra, uyurcasına ruhunu Rahmana teslim etti. Aynı akşamda ambulansla köye götürdük. Geceyi içinde geçirdi. İkinci gün öğleyi müteakiben cenaze namazı kılınarak babasının yanına ebedî istirahatgâhına tevdi edildi. Ruhu şâd olsun. Cây-ı dikkat bir olay: Kardeşleriyle arası açık olduğundan, bu olaya kadar konuşmuyorlardı. Kendinin bir küçüğünün ağzından dinledim. ‘Neden bu kadar ağlıyorsun?’ soruma karşı “Neden olacak? Son zamanlarda karşılaştığımızda gözünü üzerimden ayırmıyordu. Uzun uzun bana bakıyordu. Meğersem ayrılık vakti yaklaşmış. Keşke gidip boynuna sarılsaydım, helâllik dileyebilseydim. Bu durum içime dert oldu.” İbret alalım, dünyanın geçici olduğunu unutmayalım. Birbirimizi incitmeyelim, kırmayalım, hiçbir şey kalp kırmaya değmiyor. Rahmetlinin ağzından küfrü işmam eden hiçbir kelime çıkmazdı, kimseleri incitmezdi. Allah gani gani rahmetiyle şad eylesin, nur içinde yatsın (âmin). Bütün aile efradına ve sevenlerine baş sağlığı diliyorum.
MAHMUT NURLAN |
29.10.2010 |
Dindar bir cumhuriyetçi
“Cumhuriyet, hükümet başkanının, kamu tüzel kişiliğini temsil eden bir heyet tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği yönetim biçimidir. Egemenlik hakkının belli bir kişi veya aileye ait olduğu oligarşi kavramının zıttıdır” (Türkçe Bilgi Sözlük) Ülkemizde, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılışı ile başlayan süreçten sonra 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildi. Ama uygulamaları “cumhur” addedilen “halka rağmen” yapıldı. Memlekette tatilimiz bol olduğundan kimileri için tatil sayıldı bu gün. Öğrenci ve memurların bir kısmı bu törenlere zorunlu gitti. Ben de, bu güne kadar hep bu mecburiyetle gittim. Bu gün ise kanun veya kimsenin zorlaması ile değil; istekli gideceğim. Yanımda yağmurdan korunmak için şemsiyem de olacak. Kızım, üniversitede takamadığı “başörtüsü” ile gelecek. Eşim, hasta iken askerî hastaneye gittiği zaman içeriye alınmayan kıyafetiyle gelecek. Annem, Mardin’e has libası ile bize eşlik edecek. Eğer babam sağ olsaydı, o da dört yıl askerlik yapmaya giderken giydiği elbiseleri ile gelecekti. Bayrak, evimizin balkonuna sabah namazından sonra takılacak. Geçmişi düşündüğünde insanın gözünün önünden şunlar da geçiyor: CHP il başkanları hem partili ve hem de vali konumunda bulundu. Her CHP’li devletin keskin kılıcı oldu. “Üç Ali”ler muhalifleri usulüne göre temizledi. M. Kemal ölene kadar “tek adam” lâkabı ile “Cumhurbaşkanı” kaldı. İnönü NATO’ya girebilmek için, “ikinci adam”lığını ölene kadar cumhurbaşkanı koltuğunda devam ettiremedi. Yüzde 54 oy alan bir parti, ihtilâlci askerlerle “cumhuriyet uğruna” alaşağı edilip, üç güzide insan asıldı. Ve bu ihtilâller her on yılda bir tekrarlandı. Kenan Evren, eğer becerebilseydi o da “ölene kadar” cumhurbaşkanı olmak isterdi. Bunu yapamadı, ama anayasaya koydurduğu bazı maddelerle kendini “hesap sorulamaz” zırhına büründürdü. Yıllarca CHP’nin altı oku, meclis kürsünün arkasında asılı durdu. Tek Parti dönemindeki muhalif iki parti en kısa zamanda kapatılıp üyelerine “dersleri verildi.” Dersim, bu derslerden nasibini “çok ağır” aldı. Tehcir mahiyetindeki “sürgünler” en hafif yaptırımlar oldu. İstiklâl Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun Kanunları ise, cumhuriyetimizin “halen açıklanamayan” işlerine imza attı. 1982 Anayasasını “tenkit” suçtu; “övmek” serbestti. Yani başka bir deyişle: “Padişahım çok yaşa!” vardı. “Cumhur” sayılan “halk” ise “yığındı”. Bu mantıktan dolayıdır ki; Mardin’in bir milletvekili 2-3 kez “intihap” edildiği halde, ömründe hiç Mardin’e gitmemişti. Bu gün yazılacak çok şey var. Çünkü Cumhuriyetin ilânının 87. yıldönümü. Bu süre zarfında “isimden ibaret olan” uygulamaları sıralarsak çok yer alacak. Biz, Bediüzzaman’ı dinleyelim: 1935’te Eskişehir Mahkemesi’nde kendisine “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?” diye soruluyor. Cevaben; “Eskişehir mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur: Tillo’da getirilen çorbanın tanelerini karıncalara verirdim. Bana ‘neden böyle yaptığımı’ sorduklarında ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler. O Cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim. (..…).” (Tarihçe-i Hayat, s. 357) diyerek “dindar bir cumhuriyetçi” olduğunu mahkemede ispat ediyordu. Bediüzzaman, sürgünden sürgüne, hapishaneden hapishaneye gönderildi; defalarca zehirlendi. Ölümünde, mezarına tahammül edilemedi. Bunu yapanlar isimden ve resimden ibaret olan “cumhuriyetçi” idiler. Bediüzzaman, istibdada karşı tavrını da şöyle açıklar: “Hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rastgelsem sille vuracağım.” (Devamı Tarihçe-i Hayat, S:63) Yani Cumhuriyet Mahallesinde oturmak, Cumhuriyet Lisesinden mezun olmak, isminde “Cumhuriyet” yazan partiye oy vermek veya Cumhuriyet Üniversitesinde okumak “cumhuriyetçi olmaya” yeterli değildir. “Sadece isimden ibaret olmayan” ve korku senaryoları üretilmeyen bir “cumhuriyet”, 21. yüzyılda Türkiye’ye yakışan bir cumhuriyet olur. Bunun için de her kişi ve kurum üzerine düşeni yapmalıdır.
ŞERİF GÜNDÜZ |
29.10.2010 |