29 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

Bir hidayet hikâyesiyle ‘Yeni Dünya’ya veda


A+ | A-

Amerika’ya otuz beş günlük hizmet ziyaretimiz, geçen Salı günü akşam saatlerinde kazasız, belâsız ve çok mutlu bir şekilde sona erdi, Rabbime sonsuz şükürler olsun. Şu anda artık sizlerin arasındayız. Anavatanda ve yuvamızdayız Elhamdülillah! Çok güzel hatıralarla döndük. Öncelikle, Türkiye için, daha önceden yaptığımız plan gereği, üç haftaya yakın bir zaman içerisinde on beş ili ve bu illerin bir çok ilçesini içine alacak, faydalı olacağına inandığımız bir “hizmet turu” programı yaptık. Önceden haber verdiğimiz ve gazetemizde de yayınlanmaya başlayan programlar çerçevesinde sizlerle detaylarını paylaşacağız İnşallah.

Ama Amerika seyahatimizin son gününden bir gün önce; çok garip ve oldukça etkili, ibretli ve mutlu bir hidayet haberiyle gözyaşlarına boğulduk. Çok değişik ve güzel bir final oldu. Bizi bu kudsî hizmet için bu ülkeye dâvet eden ve en güzel şekilde misafir edip ağırlayan değerli ilim ve dâvâ adamı Prof. Dr. Süleyman Ağabeyin kayınvalidesi, seksen iki yaşındaki İspanyol asıllı Manuele Hanım şehadet getirerek Müslüman oldu! Elhamdülillâh. Ailenin bütün fertleri başucunda toplanarak bu hidayet anını birlikte yaşadılar.

Hikâye uzun. Ama Kurter ailesinin fertlerinden dinlediğimiz kısa bölümünü sizinle paylaşalım:

Manuele, İspanyol asıllı. Teksas’ta doğup büyümüş, ama daha sonra bu şehre yerleşmiş. Dokuz çocuğu var. Beş kız, dört erkek. En yaşlıları da Süleyman Ağabeyin eşi, çok değerli, gayretli, müdakkik, şefkatli Havva Ablamız.

Manuele Hanım, vaktiyle, kızının Müslüman olmasına ve Müslüman bir erkekle evlenmesine çok karşı çıkmış. Yıllarca bu duruma tavır koymuş. Ama Risâle-i Nur’un verdiği dersle bu mutlu çift annelerinin yüreğini kırmamış, onu incitmemiş. Zaman ve zemine göre de kendi inançlarını savunmayı, annelerinin de kendileri gibi Müslüman olmasını arzu edip dozajını kaçırmadan “tebligâta” devam etmişler.

Nihayet Manuele Hanım yaşlanmış ve hastalanmış. Bakıma muhtaç bir hâle gelmiş. Bu halinde ona dokuz çocuğundan yine Müslüman kızı Havva Hanım el uzatmış. Eşi Süleyman Ağabeye de: “Her ne kadar annem Hıristiyan da olsa, benim annemdir. Diğer kardeşlerim bu bakıma muhtaç anında ona bakmıyorlar. Bir Müslüman olarak annem olduğu için onu evimize getirip bakmak bana bir vecibedir. Ben anneme evimde bakmak istiyorum” demiş. Süleyman Ağabey de tereddütsüz bunu kabul eder ve kısa bir zaman önce yaşlı anneyi eve getirirler. Kurter ailesinin burada bizzat gördüğüm ayrı ve farklı bir özelliği ise, hepsi Müslüman olmanın yanında tamamı da “ehli hizmettir” mâşâallah. Buna bizzat yakînen şahit oldum ve takdir ettim.

Süleyman Ağabeyin dört erkek çocuğu var. Bunlardan, evin ikinci büyük oğlu olan ve küçük yaşta bir zehirlenmeden dolayı zihinsel rahatsızlığı bulunan çok saf ve temiz ruhlu Hasan kardeşimiz, geldiği günden beri hem anneannesinin sağlığına çok iyi bakıyor, hem de ondan ısrarla bir talepte bulunuyor: Anneannesinin şehadet getirmesi ve birlikte cennete gitmeleri. Yani Hasan âhir ömründe anneannesinin imana gelmesini ve cehenneme gitmemesini canı gönülden arzu etmektedir. Anneannesi de bu tatlı ve candan torunun ısrarlarına fazla dayanamaz. Ve 24 Ekim 2010 Pazar günü, yani beş gün önce, Müslüman olan kızını, damadını ve bütün torunlarını başına çağırarak kendi arzusuyla “Şehadet getirmeye” karar verir ve ailenin hepsini başına toplayarak mutlu sona erişir.

İşte Süleyman Kurter Ağabey, 82 yaşındaki kayınvalidesinin Müslüman oluş mutluluğunu yaşayarak benimle birlikte Türkiye’ye geldi. Gerçekten bu hadise, bu gezinin en önemli bir sürprizi oldu. Aile müthiş ve çok büyük bir mutluluk yaşadı! Otuz seneyi aşan dinî tebliğatın neticesi böyle mutlu bir sonla noktalanmış oldu. Bu tabloyu da yaşayarak çok büyük bir moralle Türkiye’ye geldik Elhamdülillah!

Süleyman Ağabeyi ve değerli eşi Havva Hanım başta olmak üzere bütün ailesini tebrik ediyor; daha nice yeni “hidayet” haberlerini yaşamak ve duymak ümit ve temennisiyle diyoruz.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Cumhuriyet


A+ | A-

Meşrutiyetin iki yıl önce idrak ettiğimiz 100. yıldönümünü, olayın önem ve ciddiyetiyle bağdaştırılamayacak bir duyarsızlık ve lâkaydlıkla geçiştiren Türkiye, cumhuriyetin 87. yılını da rutin resmî törenlerin ötesine geçemeyen sığ yaklaşımlarla “kutluyor.”

1999’da Osmanlının 700. yıldönümünü kutlama bahsinde de aynı şeyi yaşamamış mıydık?

Ondan bir yıl önce, 1998’de cumhuriyetin 75. yılı kutlamalarında da keza. Oysa bu özel yıldönümü, o güne kadar mâlûm sebeplerle bir türlü sağlanamayan “devlet-millet kaynaşması”nı geliştirmek için iyi bir fırsat olarak görülmüş ve bu amaçla bir dizi proje yürürlüğe konulmuştu.

Ne var ki, orada da işin özüne ve esasına inilemediği için, kamu kurumlarına 75. yıl levhaları asılıp, pop konserleri düzenlemenin ötesine geçilemedi. Böylece 75. yıl fırsatı da heba edildi.

Şimdi nazarlar her fırsatta cumhuriyetin 100. yılının kutlanacağı 2023’e çevrilmek isteniyor.

Ama temeldeki zihniyet problemi aşılamadığı takdirde, oradan da düzgün birşey çıkması zor.

Bu noktada en önemli handikaplardan biri, Bediüzzaman’ın yıllar önce vurguladığı gibi, cumhuriyetin ilânından sonra kurulan tek parti rejimindeki “istibdad-ı mutlak”a cumhuriyet namının takılması ve böylece cumhuriyetin de anlam ve bağlamından tamamen koparılması.

1950’de çok partili demokrasiye geçildikten sonra cumhuriyeti bu handikaptan kurtarıp özüne uygun bir içeriğe kavuşturma süreci başladı, ama defalarca yapılan darbeler ve zamana yayılan müdahalelerle, bu süreç sabote edildi.

Cumhuriyeti, gerçek anlamıyla hiçbir şekilde örtüşmeyen bir “istibdad-ı mutlak” şeklinde uygulayan zihniyetin inatçı direnişi, aksi yönde gelişen iç ve dış dinamiklerin etkisiyle bir miktar güç kaybetmiş olsa dahi, hâlâ devam ediyor.

Bu direnişin tümüyle kırılması ve istibdad-ı mutlakın kaldırılıp demokratik bir cumhuriyete erişilmesi, bilhassa cumhurun bu noktada ortaya koyacağı irade, inisiyatif ve kararlılığa bağlı.

Cumhuriyetin asıl sahibi olan ve olması gereken cumhur, bu sahipliğini fiilen de göstermeli.

Bunun için de, cumhuriyetin temel prensip ve esaslarını inanç ve değerlerimizle harmanlayıp kaynaştıran izahlar cumhura mal edilmeli.

İşte bu noktada projektörlerin, ihtiyaç duyulan bu izah ve yorumları en güzel şekilde ortaya koymuş olan Said Nursî’ye çevrilmesi gerekiyor.

Gerçekten de Bediüzzaman, 2. Meşrutiyetin ilân edildiği günlerde başlayıp, cumhuriyet ve demokrasi dönemlerinde geliştirerek devam ettirdiği çok orijinal tesbit ve tahlillerle, ideal bir cumhuriyetin temel parametrelerini belirliyor.

Gerek elitlere, gerekse halka meşrutiyeti anlatırken yapıp, cumhuriyet ve demokrasi için de geçerli olduğunu vurguladığı tariflerde adalet, meşveret, kanunda inhisar-ı kuvvet, hukukun üstünlüğü, millet hakimiyeti, kamuoyunun gücü, akıl ve bilim; istibdadın, tek görüş dayatmasının, kaba kuvvet sultasının ve her türlü keyfîliğin reddi gibi temel kavramların altını çiziyor.

Ve bunu, Kur’ân âyetlerini, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerini, selef-i sâlihînin içtihadlarını ve Asr-ı Saadet başta olmak üzere İslâm tarihindeki uygulamaları referans göstererek yapıyor.

Yani, şer’î kaynaklar çerçevesinde geliştirdiği “cumhuriyet felsefesi”ni, çağın getirdiği gelişmeleri de dikkate alan bir yaklaşımla yoğurup, pratiğe yönelik detaylarıyla birlikte toplumun gündemine taşıyor. Meşrutiyetin ilânının üçüncü günü Sultanahmet Meydanında irad ettiği “Hürriyete hitap” nutkundan, hayatının son yıllarında yazdığı mektuplara kadar, ortaya koyduğu tahlillerin tümünde bunu görebiliyoruz.

Eğer cumhuriyet adı altında uygulanan istibdad-ı mutlaka rağmen millet bunun faturasını cumhuriyete çıkarmadıysa, bunun en önemli sebeplerinden biri, kendisini “dindar cumhuriyetçi” olarak niteleyen Bediüzzaman’ın yaptığı bu izahların halka büyük ölçüde mal olmasıdır.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Yolsuzlukta kaçıncı sıradayız?


A+ | A-

Uluslar arası Şeffaflık Örgütünün 2010 yılı Yolsuzluk Algılaması İndeksi yayınlandı. Durum hiç de içaçıcı değil.

178 ülkenin yaklaşık dörtte üçü 10 (en temiz) ila 0 (en kirli) puan arasında değişen indekste, beşin altında kaldı. Bu da dünyanın ciddî bir yolsuzluk sorunu ile karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Şeffaflık indeksine göre en temiz ülkeler Danimarka, Yeni Zelanda ve Singapur. Puanları 9,3.

En alttı ise Somali, Afganistan ve Irak yer alıyor. Puanları 1 ila 1,5 arasında değişiyor.

Müslüman ülkelerin bu indekste alt sıralarda yer alması üzücü. Fas, Mısır, Suriye, İran, Libya ve Yemen de maalesef 3,4 ile 1,6 arasında puanlar almış.

Bu arada ekonomik kriz yaşayan Çek Cumhuriyeti, Yunanistan, İtalya, Macaristan ve Amerika gibi ülkeler yolsuzluğun arttığı ülkeler olarak dikkat çekiyor.

Peki Türkiye nerede dersiniz?

178 ülke arasında 4,4 puanla 56. sırada. Şili (7,2) ve Uruguay (6,9) bile bizden çok yukarıda. Ama yine de ülkemiz 2007 yılındaki 64. sıraya göre önemli bir ilerleme kaydetmiş.

Avrupa Konseyi ile ortaklaşa gerçekleştirilen, Türkiye’de Yolsuzluğun Önlenmesi için Etik Projesi kapsamında yapılan araştırmalar tapu, gümrük ve polis hizmetlerini sorunlu alanlar olarak belirliyordu. Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu, etiğe aykırı davranışları tespit edilen kamu görevlilerini resmî gazetede teşhir ederek, yolsuzlukları önlemeye çalışıyor. Kamu görevlilerinin uyacağı etik kuralları belirliyor. Hediyeyi bile sınırlıyor.

Ancak öbür taraftan asıl yolsuzluk alanının kamu ihaleleri olduğu, Kamu İhale Kurulu’nun şeklî eksikliklere yönelik müdahalelerine rağmen, bu ihalelerin dağıtımı, ihaleyi alanların kârını alarak işi birkaç kez devretmesi, en düşük fiyata alan taşeronun taşeronunun da işi kaliteli olarak bitirmekte zorlandığı kamuoyunda yaygın bir kanaat.

AB muktesabatına uyum için çıkarılan Kamu İhale Kanunu sekiz yılda yirmiye yakın değişiklik geçirdi. Kanundan istisna tutulmak için uğraşan kurum ve kuruluşlara bu muafiyeti sağlamak için, tam 12 kez kanun değişikliği yapıldı. Böylece bir çok konu ve kamu kurumu ihale kanunu kapsamı dışına çıkarıldı.

Ancak asıl sorun mevzuat değil. İnsan kalitesinin bozulması. Kalbindeki yasakçıyı görmezden gelmeyi başarabilen insan, kanunları hiçe sayıp, her türlü yolu bulup yolsuzluğa bulaşabiliyor. O kadar ki, normal hakları aramanın yolu bile yolsuzluktan geçmeye başladı. İTO gibi itibarlı meslek örgütüne, yüksek mahkemelere bile bulaşan rüşvet belasının asıl sebebi, aklıyla bildiği doğruları kalbiyle içselleştiremeyen insanlar.

Dünya Şeffaflık Örgütü’nün bu anketi bir kez daha kirlenen dünyanın çaresinin insan yetiştirmekten geçtiğini gösterdi. Ne mutlu bu maksada hayatını vakfedenlere!

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Hac yolculukları başladı


A+ | A-

Rawalpindi’den Günnur Hanım: “Hacın farzları ve vacipleri nelerdir? İhram nedir? İhram ile niyet arasında bir fark var mıdır? İhram yasakları nelerdir?”

Mukaddes hac yolculukları bu günlerde başladı. Hac yolculuğuna çıkan hacı adaylarımıza hayırlı yolculuklar diliyoruz. İbadetlerinin dergâh-ı İlâhide makbul olmasını niyaz ederken, onların da dualarına muntazırız.

Haccın farzı üçtür: 1- İhram, 2- Arafat’ta vakfe yapmak, 3- Kâbe’yi tavaf etmek.

Haccın vacipleri ise şunlardır: 1- Müzdelife’de vakfe yapmak. 2- Şeytan taşlamak. 3- Saçı tamamen kestirmek ya da kısaltmak. 4- Safa ile Merve arasında sa’y etmek. 5- Veda tavafı yapmak.

İhram, sözlükte, kendini mahrum etmek, haram kılmak, hürmet edilen zamana ve mekâna girmek, saygı duymak manalarına gelir. Terim olarak ise ihram, hac veya umre yapmaya niyet eden kişinin, normal zamanlarda mubah olan fiil ve davranışları hac ve umre süresince kendi nefsine haram kılması demektir. Hacda ihram, namazda başlama tekbiri mesabesindedir. Bilindiği gibi, namazda başlama tekbiri farzdır.

Niyet ve telbiye, ihramın rükünleridir. Bir kimse niyet etmeden ve telbiye getirmeden yalnız beyaz giysi giymekle ihrama girmiş olmaz.

Niyet, ihram giyilirken hac veya umre yapmaya karar vermekten ibarettir. Niyeti dil ile teyid etmek müstehaptır.

Telbiye ise, namazdaki başlama tekbirine denk olarak söylenilen şu sözlerdir: “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülke. Lâ şerike lek.” (Mânâsı: Allah’ım! Dâvetine sözümle ve özümle koşup geldim! Emrin başımın tâcı! Emret Allah’ım! Senin emrine başımı ve gönlümü koydum! Dâvetine tekrar tekrar icabet ettim! Senin benzerin, şerikin ve ortağın yoktur! Allah’ım, bütün varlığımla sana yöneldim! Muhakkak ki hamd de, nimet de, mülk de yalnız Sana mahsustur! Senin ortağın ve şerikin yoktur!)

Mîkat sınırında hac veya umreye niyet esnasında erkekler yün, keten veya pamuktan beyaz renkli giysi (ihramlık) giyerler. Bu giysi, birisi belden aşağıya sarılan izar, diğeri omuzlardan itibaren vücudun üst kısmını örten ridâdan ibarettir ki, hac ibadetinin başladığının alâmetidir. Kadınlar normal giysileriyle hac yaparlar. Ancak kadınların elbiselerinin de, erkeklerinki gibi beyaz olması daha efdaldir.

İbn-i Ömer (ra) bildirmiştir: Bir kimse Resûlullah’a (asm) sordu:

“İhrama giren kişi giyecek cinsinden ne giyer?”

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Gömlekleri, başlıkları, şalvarları (pantolonları veya dikişli uzun donları), bornozları, ayağı kapatan ayakkabıları giymeyiniz. Ancak nalın bulamayan kişi, ayakkabıların üst kısımlarını kesmek şartıyla ayakkabı giyebilir.” buyurdu.1

Ya’la ibn-i Ümeyye (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) Ci’râne’de iken huzuruna bir kimse geldi. Ben de Hz. Peygamber’in (asm) yanında idim. O kimsenin üzerinde vücuduna göre biçilip parçalardan dikilmiş bir cübbe vardı. Kendisi de bol koku sürünmüştü. Peygamber Efendimiz’e (asm) dedi ki:

“Ben üzerimde bu elbise bulunduğu ve vücudumda da güzel koku süründüğüm halde umre niyetiyle ihrama girdim.”

Peygamber Efendimiz (asm) ona:

“Sen hac ederken ne yapardın?” buyurdu. Adam:

“Kendimden bu elbiseleri çıkarır ve vücudumdaki bu kokuyu da yıkardım.” dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm):

“Haccında yapmakta olduğun aynı şeyleri umrende de yap!”2

İhrama giren kişi için normal zamanlarda haram olmayan giyim-kuşam, cinsel hayat ve avlanmayla ilgili haramlar söz konusudur. Bu yasakların çiğnenmesi, yasağın çeşidine göre değişen şekillerde kefaret gerektirir.

İhramlı bir erkek diğer zamanlarda giyilmesi olağan olan dikişli ve örgülü biçimde gömlek, pardesu, palto, pantolon, başa örtü... vs. gibi elbiseleri bir gün süresince giyerse, bu giyime ceza olarak bir koyun veya keçi kurban etmesi kendisine vacip olur. Eğer bir günden az bir zaman içinde giyerse, bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir.

Dipnotlar:

1- Müslim, Hac, 1.

2- Müslim, Hac, 7.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Namazı hakkıyla kılmanın ehemmiyeti


A+ | A-

Evliyâullahtan Ebû Bekr-i Kettânî Hazretleri bir gün evinde namaz kılarken evine bir hırsız girer. Hırsız sağa-sola bakar ama çalacak eşyâ nâmına bir şey göremez.

Derken, Kettânî Hazretlerininin omuzunda çok kıymetli bir kaftan olduğunu görür. Arkasından sessizce yaklaşır, o kaftanı yavaşça alır ve uzaklaşır oradan.

Ancak sevinemez. Zira eli kaskatı kesilmiştir. Ne yapacağını şaşırır. Yakınları kendisine:

“Sen ne yaptın? O zât, Allah dostu bir velîdir. Çabuk git, aldığın kaftanı geri ver ve özür dile. Hem duâ ve ricâ et ki, çabucak şifâya kavuşasın” derler. Kaşarak gider, görür ki Kettânî Hazretleri hâlâ namaz kılıyor. Kaftanı usulca koyar omuzuna. Selâm verince de, özür dileyip, duâ ister. Mübârek zât:

“Sen ne zaman aldın bu kaftanı; hiç haberim olmadı…”

Ellerini kaldırıp:

“Yâ Rabbî! Bu, aldığı şeyi geri verdi. Sen de bundan aldığını geri ver!” diye duâ eder.

Ânında iyileşir hırsız. Ve bu işten vazger, üstelik de bu büyük Velî’nin yakın talebesi olur.

***

Ah keşke, namazı böyle kılabilseydik... O zaman bütün problemlerimizi de rahatlıkla çözebilirdik her halde. Eğer, aynı zamanda bir “zaman programlaması” olan namazı, psiko-sosyal ve sair anlamlarının derinliğine ruhen inerek tadil-i erkân ile (vaktinin başında kılmak da bunun içine girer) kılabilseydik; bugün İslâm âlemi olarak içinde bocaladığımız sıkıntıların pek çoğunu asgariye indirecektik.

Namazın bütün varlıkların ibadetlerini içine alan bir fihriste ve kâinat çapında bir ehemmiyeti hâiz olduğunu ifade eden Bediüzzaman, “Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır” der.

Nefsimize şu hususları kabul ettirmeliyiz:

Bu dünyaya Yaratıcımızı tanımak, O’na iman ve ibadet etmek için geldik. Yoksa, iktidar olmak, saltanat sürmek için değil! İbadetlerin başında da, hadis-i şerifte “dinin direği” olarak ifade edilen namaz geliyor.

Namaz ve mescid, İslâm şeâiridir, sembolüdür. Bunları ihyâ etmek veya ihyâları için mücadele vermek bizatihî hizmettir. Farzlarda riya yoktur. “Farz ve vaciplerde ve şeâir-i İslâmiyede ve sünnet-i seniyenin ittibâında ve haramların terkinde riya giremez; izharı, riya olamaz—meğer, gayet za’f-ı imanla beraber fıtraten riyakâr ola. (...) şeaire temas eden, hususan böyle bid’alar zamanında ittibâ-ı sünnetin şerafetini gösteren ve böyle büyük kebâir içinde, haramların terkinde takvâyı izhar etmek, değil riya, belki ihfâsından pek çok derece daha sevaplı ve halistir.1

Farz namazı açıktan kılmak, bizatihî tebliğdir. Çünkü, namazın bir enerjisi, bir iksiri, bir etkileyici ciheti de vardır. Namaz kılanları izleyerek, ezanı duyarak hidayete eren nice bahtiyarlar vardır.

Dipnot:1- Kastamonu, s. 141.

29.10.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Cumhuriyetin 10. yılı


A+ | A-

Cumhuriyetin 10. yılı münasebetiyle, Ankara'da hususî plânlar yapıldı, çok özel programlar sergilendi, yeni bazı etkinliklere imza atıldı.

10. yıla mahsus şiirler yazıldı, nutuklar hazırlandı, umumî af ilân edildi, eşi görülmemiş çapta büyük ve şa'şaalı törenler düzenlendi...

Geriye dönüp baktığımızda ise, geçen on yıllık süreç içinde yapılan hükûmet icraatlarının iki ana madde halinde şekillendiğini görmekteyiz.

Birincisi: Batı'ya hayranlık. Avrupa'ya özenti. Giyimde, kuşamda, modada, ahlâkta onlara benzeme kompleksi. Mülkün temeli olan hukukta, kendi özünü red, aslını inkârın yanı sıra, tam bir hayranlıkla bozuk Avrupa'yı taklit etme furyası.

İkincisi: Vatandaşı ezme, cezalandırma, yıldırma politikaları. Dinî, millî, medenî, harsî, örfî, an'anevî..., hâsılımaddî–mânevî her türlü yerli dinamikleri kırma, bu değerleri cebrî ve keyfî dayatmalarla yasaklama manevraları.

Birinci maddeye, Meclis'in "Olur"u da alınarak yapılan inkılâplar dahil edilebilir.

İkinci maddenin sadece "yasakçılık" yönündeki uygulamaları hakkında ise, karşımıza şöyle uzunca bir liste çıkar:

1) Hiç olmazsa Meclis'in şahs–ı mânevisinde muhafaza edilebilir durumdaki Hilâfet makamı lağvedildi.

2) Medreseler kapatıldı, tekke ve zâviyelerin faaliyetleri yasaklandı.

3) Sarık sarılması, fes, kalpak, cüppe giyilmesi yasaklandı.

4) Mukaddes kitabımız Kur'ân–ı Kerim'in basılması, yayınlanması, okutulması, öğretilmesi, hatta hurufatıyla (alfabe) yazı yazılması dahi yasaklandı.

5) İslâmın şeâiri ve bu milletin bin yıldır onunla amel ettiği Muhammedî ezan (1932–50 yılları arasında) yasaklandı.

6) Yeni camilerin yapılması imkânsız hale getirilirken, mevcut camilerin de yüzde elliye yakın kısmı için gazetelerde satış ilânları çıkartıldı. (Sadece İstanbul'da yüzlerce, yurt genelinde ise binlerce mâbedin yerinde şimdi yeller esiyor. Haraç–mezat satılan camilerin çoğunu, başta Sabetaycılar olmak üzere gayr–ı müslimler almış.)

7) Tarihî binaların çatısına, duvarına, yahut giriş kısmına yerleştirilmiş bulunan kitabe ve tuğraların açıktan görünmelerine yasaklama getirildi. Bunlar için, ya kırılması, ya çıkartılması, ya da üzerlerinin sıvanması mecburiyeti getirildi.

Yasaklamalara dair sirkatlı icraat listesi uzayıp gidiyor... Her halinden belli ki, az bir zamanda çok büyük yıkımlar ve yasaklamalar yapılmış...

Bunların yanı sıra, bir de 10. yılda çıkartılan ve 29 Ekim günü ilân edilen bir genel af durumu var.

1 Ocak 1934 tarihi itibariyle uygulamasına geçilecek olan bu umumî aftan yararlanmayan suçlu veya sâbıkalı bir tek vatan evlâdının kalmayacağı hususu da, yine aynı gün dünya âleme ilân edildi.

İlân edilen gün gelip çattığında ise, sadece bir tek vatan evlâdı istisna olmak üzere, ilgili herkesin bu aftan yararlandığı görüldü: Câniler, katiller, ırz ve nâmus düşmanları bile, çıkartılan affın kapsamı alanına girebildi. Sürgün edilenler, ya memleketlerine geri döndüler, ya da bulundukları şehirlerde serbetçe yaşamaya başladılar.

10. yıl affından istifade edemeyen, daha doğrusu ettirilmeyen tek istisna şahsiyet, Barla'da mecburî ikamete tâbi tutulan Bediüzzaman Said Nursî'dir.

Onun hakkında, bırakın "Bu da bir vatan evlâdıdır" denilmesi, bilâkis aynı yılın (1934) ortalarında yeni bir sürgün cezasıyla Isparta merkezine sevk edildi. Bir yıl sonra da, yazdığı imânî eserler sebebiyle, 115 talebesiyle birlikte Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi.

İşte size Cumhuriyet'in 10. yılına dair Türkiye'nin bir başka manzarası.

Tarihin yorumu 29 Ekim 1923

Terakkiperver Cumhuriyetçiler neredeydi?

Pekçok kimsenin zihnini meşgul eden şöyle bir soru var: Cumhuriyet'in ilân edildiği 29 Ekim (1923) günü, İstiklâl Harbinin en güçlü ve parlak isimleri arasında yer alan Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Dr. Adnan Adıvar gibi önemli şahsiyetler neredeydi? Cumhuriyet'in ilânı safhasıyla ilgili olarak, onların isimleri neden hiç zikredilmiyor?

Bu suâlin kısacık bir cevabı şudur: Millî Mücadelenin kahraman kumandanları arasında liste başı olan bu şahsiyetlerin hiçbiri Cumhuriyet'e karşı değildi. Aksine, onlar Cumhuriyetle birlikte demokrasiyi de savunanların başında geliyordu. Öyle ki, Cumhuriyet devrinin ilk anamuhalefet partisini (TCF) kuran, yine onlar oldu.

Ne var ki, bu şahsiyetlerin tamamı, Cumhuriyet'in ilân edildiği günlerde Ankara'da değildi. Esasında, Cumhuriyet'in ilânı özellikle o şahsiyetlerin Ankara dışında olduğu güne denk getirildiği dahi söylenebilir.

Zira, aynı yıl içinde yapılan genel seçimlerde II. Grup nasıl dışlandıysa, ikinci kademede sıra bu şöhretli kumandanlara gelmişti.

Nitekim, kısa süre sonra dışlandılar. Cumhuriyet, bir bakıma belli bir grubun inhisarına alındı; Karabekir ve arkadaşları bu "sevap"tan mahrûm bırakıldı ve bilâhare devlet/hükûmet idaresinden büsbütün uzaklaştırıldılar.

Kim, nerede?

Karabekir Paşa, 29 Ekim (1923) gün, çıkmış olduğu yurt gezisinin Trabzon etabındaydı. Aynı gün, vazife değişikliği yapılarak, kendisinin Birinci Ordu Müfettişliğine tâyin edildiği emrini alıyor. (Bkz: Günlükler, s. 882)

Yukarıda ismini zikrettiğimiz muhalif grubun diğer şahsiyetleri ise, 29 Ekim günü İstanbul'da bulunmaktaydılar. (Bkz: TTK Kronolojisi, s. 399)

Bir yıl sonra ordudan ayrılarak siyasete atılan ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kuracak olan muhalif şahsiyetlerin 29 Ekim günü Ankara dışında bulunacakları önceden belliydi. Dolayısıyla, Cumhuriyet'i ilân takvimi bu duruma göre işletildi.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Hizmetin neticesi bilinmez


A+ | A-

Umuma ve topluma konuşmalarda kelimelerin hangi kalb ve akılda yer yaptığını idrak edemeyiz. Karambolden gelen alkışlar da aldatabilir. Rüzgârlı havalarda toprağa atılan tohumlar gibi. Tarla büyük, tohum küçük. Kaldığı ve yerleştiği menfezi, yeşerdikten sonra idrak ediyor ve görüyoruz. Hâsseten rızâ-i Bârî’nin gaye-i hedef alındığı müstesna hizmetlerde harika meyveler zaman seylinde alınmış ve alınmaktadır.

Aslında 87. yılını idrak ettiğimiz bu Cumhuriyet haftasında “Cumhuriyetin içi, dışı ve müsbet hareket” başlıklı makale yazacaktım; fakat hem Vanlı olduğum, hem de Van’da unutulmaz ve hâlen devam eden hizmetlerin neşv-ü nemâsında kaldığım ve geçtiğimiz haftalarda deruhte edilen “Bediüzzaman Resim Sergisi”nde husule gelen gelişmelerden kendimi kurtaramadığımdan bu makaleyi yazıyorum. Bu makale de aslında cumhuriyetin gerçek mânâdaki temel direkleri mesabesindedir.

Çünkü Cumhuriyet resimden ibaret değil, toplumun kendine mâl ettiği bu cumhurî sistem ancak cumhurla, yani milletin benimsemesi ile kaim ve daimdir. Bu da ancak yetişecek münevver gençlerin istikbale hâkim olması ile mümkün olacaktır. Bu itibarla 73 milyonda her hisse sahibi gibi hissedarlığımızın manevî mesuliyetini bilerek ve onun idrakı içinde hareket edilecektir. Harekette de bereket olacaktır. Düşünelim, Türkiye’de bu eğitim ve öğretim yılında 70 bin küsur ilköğretim, lise ve dengi okullarda 15 milyon, üniversitelerimizde ise 3,5 milyon civarında gencimiz okumaktadır. Birkaç yıl sonra Türkiye’nin mukadderâtı, cumhuriyet bu çocuklarımızın elinde olacaktır.

2008-2009 yılının eğitim-öğretim yılının son aylarında, Van “Münci İnci Bilişim Anadolu Lisesi”nde ve geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında ise vefakâr kardeşim Ramazan Çelik, Millî Eğitim Müdürümüz A. İ. Sayılır ve eğitimci İsmail Öngel Beylerin gayretleriyle “Vali Haydar Bey, Anadolu Öğretmen ve Abdurrahman Gazi” liselerindeki konferans salonlarında liseli kardeşlerimize, TBMM’nin 7.11.1996 tarihinde çıkardığı 4207 sayılı yasa ve yine TBMM tarafından 2008 yılı itibarıyla bu kanuna yeni ilâveler yapılarak AB standartlarına göre 5727 sayılı yasaların ve âyet ve hadislerin ışığında gençlere o tarihlerde muhatap olmuştuk. Neticesi kalplerin ve akılların sahibine aittir.

Bundan birkaç ay önce Ankara’da Kızılay-Maltepe güzergâhında bürokrat kardeşlerimiz ile yürürken, koltuk değnekleriyle yürüyen bir liseli kız babasına bizi göstererek gülümsüyordu. Yanlarına yaklaştık, sorduk, konuştuk. ”Hocam, sizi Van’daki sigara ile ilgili verdiğiniz konferanstan tanıyorum, babama gösterdim. Düştüm, kalça kemiğim 3 yerden kırıldı, onun için Ankara’dayız, sizi unutmuyoruz, vs.” dedi. Fedakâr kardeşlerim onlara telefonlarını verdiler, araştırdılar, yardım ettiler. Şifa bulup Van’a dönmüşler.

İki hafta önceki “Bediüzzaman Resim Sergisi”ne, aynı okullarda bizleri dinleyen genç arkadaşlarını da alarak gelmiş ve bizim konferansın içinde yeni suâller sordular. Onlara Risâle-i Nur şemsiyesi altında irticâlen nakillerle cevaplar verdim. Sohbetimizde kendisinin ve 25 arkadaşının o konferanslardan sonra sigarayı bıraktıklarını, Bediüzzaman Hazretlerini “Hilâl-i Ahdar” kurucu üyesi olduğundan dolayı sevdiklerini, onun için bu sergiye geldiklerini ve bizi bulduklarını söylediler ve dinlediler.

Nereden nerelere geliniyor? Bunun için, hizmetin küçüğü büyüğü olmaz, hizmet hizmettir...

Lillâhilhamd bu minvâl üzere, uzun yıllar buğday ve arpa tohumunu ve günde 2170 defa sıçrayan mübarek serçe kuşunu geçmeye çalışıyoruz. Fakat şevke ve inşiraha muhtaç bizler, söylenen sözlerden hissedar gençleri gördükçe, tekrar yeni bir azim ve şevk ile yolumuza, kervanımıza, söz ve sergilerimize, ders ve sohbetlerimize, konferans ve seminerlerimize devam etmekteyiz. Bu mânâdaki şahsiyetlerin verimli çalışmaları ve gençlerin münevver hâle gelmesi ile hizmet beka bulacak ve meyvedar olacak. Türkiye’miz ve âlem-i İslâm meşrû zeminlerde fikr-i hürriyet içinde, asr-ı hâzırda bir nevî Asr-ı Saadet’in gölgesini bulacaktır ümid ve inancındayım.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Nutukları bırak, tabloya bak


A+ | A-

Hemen her yıl olduğu gibi bu yıl da cumhuriyetin ilân edildiği tarihin yıldönümünde birbirinden ‘güzel’ konuşmalar yapıldı, nutuklar atıldı. Bu konuşmaları yapanlar, acaba 87 yıldır sürdürülen ‘yanlışlar’ı hiç düşündüler mi?

Yakın tarihte yaşananları tam ve doğru olarak bilemediğimiz için bugünkü ‘netice’ye şaşıyoruz. Şaşmamak lâzım, çünkü “87 yıl süren bir uyumsuzluk” söz konusu. “Devlet ile millet arasında uyuşmazlık var” şeklinde özetlenebilecek bir tesbite kim itiraz edebilir? “Hayır, hiç bir uyumsuzluk yok; her şey güllük gülistanlık” demek mümkün mü? Elbette böyle düşünenler de vardır, ama bu düşünce gerçekleri değiştirebiliyor mu? Yıllardan beri devam edegelen kopukluğu sona erdirebiliyor mu? Yıldönümlerinde yaptıkları konuşmalarla ‘nutuk’ atanlar, bugünkü “tablo”ya bakmayı düşünmezler mi?

Cumhuriyet ile yönetilmek, özünde “milletin dediğinin olması” anlamına gelmez mi? Peki, Türkiye’de kimin dediği oluyor? Millet ile devleti yönetenler bu konuda ‘uyum’ içinde mi? Başka isimlerle sürdürülen tartışma, özünde “kimin dediğinin olacağı” tartışması değil mi?

Cumhuriyetin ilânı büyük bir değişiklikti ve bu değişiklik yapılırken binanın temellerinin sağlam atılması gerekiyordu. Nitekim, “yüksek fikirlerinden istifade için” dönemin yöneticileri tarafından Ankara’ya çağrılan Üstad Bediüzzaman Said Nursî, idarecileri bu yönde ciddî olarak ikaz etmiş ve şöyle demiştir: “Bu inkılâb-ı azîmin temel taşları sağlam gerek!” (Tarihçe-i Hayat, s. 126)

Aradan 87 yıl geçti ve bu temel taşların sağlam atılmadığı görüldü. Başlangıçta, “cumhur”un sözünün dinleneceği sözünü verenler, ilk fırsatta bu sözlerini unuttular. Cumhuriyetin ilânından itibaren 1950 yılına kadar Türkiye’nin “tek parti” ile idare edilmesi bile bunu anlamak için yeter. Nasıl bir cumhuriyet ki, milletin taleplerini dikkate almaz? Nasıl bir cumhuriyet ki milleti dışlar? Nasıl bir cumhuriyet ki “Ben ne dersem o olur” diye millete dayatmalarda bulunur?

“Bu düşünceler dünde kaldı, şimdi durum değişti” mi? Keşke öyle olsaydı... Elbette geçmiş yıllara nisbetle bu konuda müsbet adımlar atıldı. Ama bunlar, milletin yoğun talepleriyle ve bıkmayan ısrarlarıyla oldu. Bugün tartıştığımız konular bile geçmişten miras kalan hataların tamir edilmesi için değil mi?

Cumhuriyetin isimden ve resimden ibaret olmaması için, milletin taleplerinin tez elden dikkate alınmasında fayda var. Türkiye’yi idare edenler ‘güzel nutuk’ları bir yana bırakıp, önlerinde duran ‘tablo’ya bakmalı ve gerçeklerle yüzleşmelidir. Bu iç muhasebe yapılmadan karşı karşıya olduğumuz tablonun düzelmesi kolay görünmüyor.

87 yaşındaki cumhuriyetimiz; ‘cumhur’la barışmasını daha fazla ertelememeli, vesselâm...

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

O, en büyük cumhuriyetçiydi…


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinden bahsediyoruz. Onu “cumhuriyet düşmanı” göstermek isteyen müfteri ve muârızlarını utandırırcasına, o tam bir cumhuriyetçiydi. Ama tabiî, tam ve gerçek manada bir cumhuriyetçi, başkaları gibi isim ve resimden ibaret değil. Takipçisi olduğu ve yollarından gittiği Hulefa-i Raşidinin tatbik ettiği mânâda bir cumhuriyetçi…

Eğer o, cumhuriyet düşmanı veya (onların ifadesiyle karşıtı) yani muarızı olsaydı, cumhuriyet ismini o kadar çok zikreder miydi?

“Meyvenin Üçüncü Meselesi”ndeki ifadesi zaten bunun delillerinden biridir. Orada bahsettiği “… Bir zaman Eskişehir hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum…” ifadesine dikkat lâzım. Eğer o, cumhuriyet düşmanı olsaydı, “Bana ne sizin cumhuriyetinizden, bayramınızdan“ derdi. Halbuki orada, Cumhuriyetin Bayramından da bahsediyor. Ve o Eskişehir Mahkemesinde yaptığı müdafaada, cumhuriyetçilikleri kendinden menkul olanlar, cumhuriyet hakkındaki fikrini soruyorlar ve onlara şöyle cevap veriyor:

“…Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka (Eskişehir Mahkeme Başkanı), daha sizler dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayâtım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli (boş) bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu, ben de tanelerini karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: ‘Bu karınca ve arı milletleri, cumhuriyetçidirler, o cumhuriyet perverliklerine hürmeten taneleri karıncalara veriyorum.’ Sonra dediler: ‘Sen, selef-i sâlihîne (sahabe ve tabiin) muhalefet ediyorsun?’ Cevaben diyordum: ‘Hulefâ-i Râşidîn (ilk dört büyük halife); hem halife, hem reis-i cumhur idiler. Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebu Bekir) (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahâbe-i kirâma (hayatlarında iken Peygamber [asm] tarafından cennetle müjdelenen on sahabenin de içinde olduğu bütün sahabilere) elbette reis-i cumhur (Cumhurbaşkanı) hükmünde idi. Fakat mânasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adâleti (gerçek adalet) ve hürriyet-i şer’iyyeyi (İslâmiyetin tarif ettiği hürriyet) taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin (dindar cumhuriyetin) reisleri idiler.”

Yine bir Cumhuriyet Bayramı hatırası da şudur: Üstad, Afyon’da hapishanedeyken, cezaevi müdürü bir Cumhuriyet Bayramında tahrik için koğuşuna bayrak astırır. Bediüzzaman’ın buna tepkisi ise müdürün hiç ummadığı şekilde olur: “Müdür Bey, size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramı’nın bayrağını benim koğuşuma astırdınız. Hareket-i Milliye’de, İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşri ile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: ‘Bu Kahraman Hoca bize lâzımdır.’ Demek benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır.”

İşte, tokat gibi bir cevap. Güya Üstad, bayrağa da, cumhuriyete de karşı çıkacak zannetti, ama o, onlar gibi sahte değil, gerçekten tam bir cumhuriyetçiydi.

Said Nursî’ye göre, onların kurdukları rejim, isimden ve resimden ibaret olan bir cumhuriyetti. Gerçek mânâda tatbik ettikleri uygulama ise, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet nâmını vermek” olarak ifade edilen baskıcı bir rejimdi ve buna da cumhuriyet denilemeyeceğini ifade ediyordu.

Bunca zaman geçmiş, ama millete karşı yapılan her hareketin altında da bu anlayış yatmıyor mu?

Bediüzzaman Said Nursî’nin tarif ettiği cumhuriyete doğru gideriz İnşâallah!

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Onun şefaatine kavuşmak


A+ | A-

Rızkın bereketlenmesi, belâ ve musîbetlerin defedilmesi Allah’tan korkarak olabilir. Ahlâklı güzel bir hayatı Allah’tan isteyip, bunu hayatın içinde yaşamakla devam edebilir.

Allah’tan korkan, ahlâklı, dini terbiyeli, hayâ sahibi diye; güzel huylu insanlar içinde kendimizin zikredilmesi kadar hoş, takdir edilecek ve sevinilecek bir şey yoktur.

Hayâ sahibi kişi, arkadaşlarına karşı hataları affeden, onların dini olmayan eksik ve noksanlıklarına göz yuman, topyekûn iyi davranışlar içinde kötü olan davranışları yok edebilen kişidir.

Her güzel huyun çok üzerinde durulacak, beğenilecek bir tarafı olur. İşte haya sahibinin en güzel ahlâkî vechesi komşu ve misafirlere sahip çıkarak onlarla ilgilenmesi, ağırlaması, izzet-i ikramda bulunmasıdır.

Birileri bizi ziyarete geldiğinde onlara ikram etmek Efendimizin (asm) tavsiyesidir. “Falan kişi şunu yapmış, bunu yapmış”diye değil de imanın gereği, İslâmî bir ahlâk ve düstur olarak ziyaretçilere, misafirlere izzet-i ikramda bulunmak elbette ki hayâ sahibi güzel ahlâk sahibi olmasının birinci göstergelerindendir.

İsteyene vermek, muhtaçların isteklerine eğilmek güzeldir. Ama istemeyene vermek, muhtaç olanları arayıp bulmak, onları bir ticarî kazanç araştırması yapar gibi aramak ve tesbit etmek, mağduriyetlerini gidermek hayânın içinde Allah’a yönelen bir yol olarak en güzelidir.

Doğru sözlülük bize; Allah’ın emri, Resulullah’ın sünneti ve hayâmızın en birinci düsturu olmaktır. Doğru anlaşılan dinin her emri bizi hayâ noktasından doğru yapılan ve yaşanan bir hayat düsturuna ulaştırır, götürür.

Cesur olmak ve cesaretin imanın bir büyük şubesi özelliği olduğunu unutmamak elbette ki İslâmî ahlâk ve kuralların ötesinde bizi hem Hak nazarında, hem de halk nazarında iyiliklere, güzelliklere ve hayatın içindeki doğru emirleri yerine getirmeye ulaştıracaktır.

Evimizin zekâtı misafir odalarımız boş kalmasın… Misafirlerimize hizmet ettirmek gibi, bir akıl noksanlığına düşmeyelim. Hiçbir aşırı külfetle misafire yapılan ikramların ecri Allah katında artmaz, bu nahoş davranıştan kaçınalım. Şu dinin yüceliğine dağların takke çıkarması gibi bir yücelik özelliği katan hayâ ve ahlâk abidesi Rasulullahın hiçbir örnek ahlâkî davranışını göz ardı etmeyelim. Ta ki O da bizi şefaatinden mahrum etmesin.

Hayır, sahibi hayırlara vesile olan ve hayırlara mazhar olan hayâlı ve hayırlı kişiler olmak bizim hayattaki ulaşılması gereken hedeflerimizden birisi ve birincisi olsun İnşaallah .

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Önce kelimeleri vurdular…


A+ | A-

Düşünmeye ve düşünceye düşmanlığın insanlığın tarihi ile yaşıt olduğunu söyleyenler, elbette bir hakikati ifade ediyorlar. Kur’ân’da ders verilen Peygamber kıssalarının hepsi düşünceye dayandığından Rabbimiz mütemadiyen düşünceyi doğuran aklımızı harekete dâvet ediyor. Âyetlerin sonundaki idrak, düşünce, tefekkür, tahakkuk ve basireti bize emreden kelimelerden de anlaşılıyor ki, düşünce insan olarak temel sermayemizdir. Peygamberimizin (asm) bir saat tefekkürün bazen bir sene nafile ibadete bedel olduğu ifadesi de düşüncenin insan boyutundaki yerini gösteriyor..

Düşünceye düşmanlık fıtrat düşmanlığıyla eşdeğerdir. İnsanlığı temelden bozmak isteyenler önce düşünceyi kontrol etmek isterler.

1970’li yılların başlarını yaşayanlarımız kelimelerin etrafındaki savaşı iyi hatırlarlar. Komünizm ile paralel ve ortak yürüyen Kemalizm, kelimeler savaşında Türk Dil Kurumunu kale olarak seçmişti. Milletin kelimelerine, dolayısıyla düşüncelerine ve asıl hedeflediği değerlerine buradan hücum ediyordu. Tek partinin imkânlarıyla ilmî mahfilleri işgal eden din karşıtı profesörler her gün yeni bir kelime uyduruyordu. Türkçe’nin Arapça-Farsça işgaline uğradığı iddia edilerek, uyduruk yeni kelimeler Kur’ân kültüründen gelen kelimelerin yerine ikame ediliyordu.

Üniversite hayatımızda bu yüzden derslerden uzaklaşmaya kadar gitmiştik. Batıdan gelen kelimelere gösterilen müsamahaya karşılık Arapça ve Farsça kelimelere şiddetli hücumu hatırladıkça, bu savaşın arkasına gizlenmiş lokal ve global dinsizliğin dehşetini hâlâ taze olarak hissediyoruz. Gerçi Risâle-i Nur dünya dinsizlerinin tamamen işgal ettiklerini zannettikleri alanlarda her sabah yeniden hakikî Türkçeyi filizlendirmişti. Fakat hakim cereyanın tahribatının büyüklüğünü o günleri yaşayanlar hâlâ canlı olarak hatırlar.

Kemalizmin tıknefes ettiği Türkiye’nin 1980 sonrasındaki devrimi yine Kemalizmce icra edildi, onların kontrolündeki kanallarla dünyaya açıldık. Üniversite bahçelerindeki gençlerin silâhlı çatışmaya son verip kız-erkek arkadaşlıklarına başlamalarının arkasındaki saiki de anlayamadık. Artık gençlerimiz birbirini öldürmüyorlar deyip hadisenin yeni boyutunu göremeyen idarecilerimiz de sürecin farkında değillerdi.

Deniz Gezmiş’in Troçki tarzına karşılık Freudistlerin sivil üslûbuna geçişi başarı sayan aydınımız her iki hareketinde aynı kaynaktan çıktığını fark edememişti. Düşüncenin, felsefenin sefih oklarıyla derin yaralar aldığı dönemde de bin senelik kültürümüzün sembolleri haline gelmiş kelimelerin imhasına devam edilmişti.

Gençliğimizin kitaptan ve kelimelerden uzaklaştırılmaya başlandığı bu dönemden çok 2000’li yılların başında ülkemizi samyelince saran üzücü bir dalga daha var ki, kanaatimizce geçmişteki hücumları unutturacak kadar derin, dehşetli ve kapsamlı bir taarruz bu. Tarihî ve estetik değerlerimizin de global dinsizlere peşkeş çekildiği bu son dönemde kelimelere ağıt yakacak halimiz de kalmadı. Kelimeler, millî düşünce ve anlayışlarımızla birlikte kayboldu.

Dinsiz felsefenin Avrupalılar için hazırladığı düşünce kalıplarının ithal edildiği bu dönemde artık insanımızın okuyabildiği, düşünebildiği ve dolayısıyla fikir üretilebildiği tamamen gözardı edildi. Medenî Avrupa ile aynı havuzda erime düşüncesinin pratiği teorisine hiç uymuyordu. Kendi içinde mezcolamayan iki Avrupa’nın kılıç şakırtılarını duyduğumuz halde, uyutulmuş bir halet-i ruhiye ile dinsiz felsefenin kalıp düşüncelerini öyle tercüme ettik ki, bu dinsiz ve habis düşüncenin girmediği tek yer bile kalmadı.

Bu çok önemli mevzuun şu tasviri, elbette bizi daha doğru ve şevkli bir mücadeleye sevk edecektir. Bir iğnenin binlerce balonu söndürdüğü gibi, Avrupa’nın dinsiz kanadından gelen bütün tahripleri bir dane-i hakikat sırrıyla tamir edecek Risâle-i Nur elimizde iken, elbette bir lâhzacık tereddüde bile müsaade yok.

Ama bu bunun için Risâle-i Nur’un ve sair kitapların şahsî kütüphanelerimizi süslemesi yetmiyor. Avrupa ve Amerika dinsizliğince pişirilmiş ve servis edilmiş kalıp düşünce ve montaj fikirlere de kapılarımızı sıkı sıkıya kapatmamız gerekiyor.

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Başörtüsü rafa, sıra yeni gündemlerde…


A+ | A-

Cumhuriyet Bayramı resepsiyonu atışmaları ve “kamusal alan”la mecrâsından saptırılan başörtüsü yasağı, “başörtüsü tartışması”na dönüştürülerek bir başka bahara bırakıldı.

Meclis’teki iki parti grubunun tam destek vereceğini deklâre etmesine rağmen, Anamuhalefetin “şartlı önerileri”ni iktidar partisinin kabul etmemesi üzerine, başörtüsü resmen rafa kaldırıldı. Son “çözüm ümidi”, Başbakan Erdoğan’ın partisinin Kızılcahamam kampında, Anamuhalefete “Bugünden tezi yok, gelin bu işi halledelim” çağrısıyla ve partisine “lâf değil iş üretme zamanı” tâlimatıyla başladı.

Aslında başörtüsünün bir özgürlük konusu olduğu ve yasağın anayasal ve yasal düzenlemeler yerine demokratik irâde ve toplumsal mutâbakatla kaldırılacağı görüşüne gelen CHP’nin ileri sürdüğü şartlar, AKP’nin bütün seçim beyânnâmelerinde, iktidara geldiği ilk günde Âcil Eylem Plânı’nda ve hükûmet programında verdiği vaadlerdi.

Bilindiği gibi iktidar partisi, kamuoyuna 12 Eylül ürünü olan YÖK’ün yapısını değiştirileceğini, AB’nin ilerleme raporlarında talep ettiği dokunulmazlıkların bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi “kürsü dokunulmazlığı”yla sınırlandırılacağını ve siyasî partiler ile seçim kanununun AB standartlarına göre düzeltilip yüzde 10 seçim barajının düşürüleceğini taahhüd etmişti. Ancak, hangi sâikle olursa olsun muhalefetten sözkonusu demokratik düzenlemelerin başörtüsü yasağıyla aynı “paket” içinde müzâkeresine, iktidar partisi karşı çıkmakla, çözüm bir kez daha sabote edildi…

MAKSAT, “BAĞCIYI DÖVMEK”MİŞ…

Geçtiğimiz hafta içinde Meclis’te grup toplantılarında Kılıçdaroğlu’nun sözkonusu değişiklikleri öne sürüp “üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmaya hazır olduklarını” açıklamasına ve MHP sözcülerinin “her türlü çözüme destek” taahüdlerine karşı, Başbakan Erdoğan, peşinen kesip attı.

Siyasî muhataplarını “sözlerinde durmamak”la, “ipe un sermek”le ve “samimiyetsizlik”le suçlayıp başörtüsü yasağının, diğer temel hak ve özgürlüklerle beraber “yeni anasaya” kapsamında 2011 seçimlerinden sonra ele alınacağını belirtti. Parti sözcüleri de, peşpeşe tıpkı Erdoğan gibi “başörtüsünün seçim sonrasına kaldığı” yönünde demeçler verdiler.

Belli ki iktidar partisi, tıpkı mahallî seçimlerde ortaya attığı ve en iddialı olduğu “yeni sivil demokratik anayasa”yı rafa kaldırması gibi, referandum öncesinden alevlenerek aylardır gündemde tutulan başörtüsü konusu, askıya alındı.

Böylece süreç yeniden tıkandı. Görüşmelerden uzlaşma çıkmadı. AKP sözcülerinin, “Burada da bir taslak dayatması sözkonusu olmayacak. Bizim kendi mutfağımızda ürettiğimiz bir çözümü götürüp siyasî partilere sunma olmayacak. Neler yapılabileceğiyle ilgili olarak siyasî parti gruplarıyla görüşmeler yapılacak” sözleri ve çözüm iddiaları lâfta kaldı.

Ve muhalefete seslenen Erdoğan’ın, “Üzüm yemek istiyoruz, bağcıyı dövmek gibi bir derdimiz yok; bağcı CHP olsun biz destek verelim” ifâdesinin ardından, siyasetin derdinin “üzüm yemek” değil, “bağcıyı dövmek” olduğu karşılıklı “omurgasız” söylemleriyle, politik polemiklerle bir defa daha bütün milletin gözü önünde açığa çıktı…

“SEÇİM MALZEMESİ”!

Görünen o ki HSYK seçimleri ve resepsiyon tartışmaları arasında, binlerce öğrencinin hakkının gasbına ve mağduriyetine sebebiyet veren başörtüsü yasağı, yeni gündemlerin gölgesinde kalacak. Başbakan’ın dün otoyol temeli töreninde olduğu gibi, bundan böyle her fırsatta politik bir üslûpla siyasî rakipler suçlanacak; ve göz göre göre sürüncemede bırakılan yasak, seçim sürecinde bir “seçim malzemesi” olarak hoyratça kullanılacak…

Muhalefetin ısrarlı çağrılarına karşı, başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi yöneticilerinden, “Bu iş artık bitti!” cevabının gelmesinin anlamı bu…

Gelinen noktada, önceki günkü Millî Güvenlik Kurulu toplantısında yenilenen ve “kırmızı kitap” olarak bilinen ‘’Yeni Millî Güvenlik Siyaseti Belgesi’’nde “irtica” kelimesinin yerine “tehdit” olarak ikame edilen “din istismarı” ve “aşırı dinci örgütler”in ne anlama geldiği konuşulacak. Yine geçtiğimiz hafta Tunceli’de iki şehidin verildiği çatışmada olduğu gibi, terör örgütünün sık sık bozduğu ve tek taraflı uzattığı 31 Ekim’de sona erecek “eylemsizlik” kararı, “tehdit ve şantajları” tartışılacak.

Öcalan’ın Başbakanlığa gönderdiği “yol haritası”nın ve Kandil’in yerli ve yabancı medya ve aracılarla her defasında Ankara’ya yolladığı “öneriler”in başındaki “özerk Kürdistan” önerisi; PKK ile yapıldığı belirtilen “protokol”, günlerdir medyada propaganda edilen İmralı “görüşmeleri”nin akıbeti ile terör örgütünün Ankara’dan talep ettiği ve “atmasını beklediği adımlar” siyasetin yeni gündemi olacak…

Kısacası, referandum bitti, seçime kadar başörtüsü rafa kaldırıldı, sıra yeni gündemlerde…

29.10.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Siyaset karışınca...


A+ | A-

Başörtüsü yasağı, “çözülmesine bir adım kaldı” denilirken yine adeta bir kördüğüm haline getirildi. İşin içine yine siyasetçiler girince mesele, sen-ben kavgasına, samimiyet sınavına dönüştürüldü ve çözüm başka bir bahara bırakıldı. Oysa, ortada yasak olduğuna dair ne yasal ne de anayasal bir hüküm var. Tamamıyla içtihatlara ya da yorumlara dayalı bir yasak sürdürülüyor.

Referandum meydanlarında “başörtüsünü çözeceğiz” diye sözler verilirken bir yumuşama meydana gelmişti. Yıllardır “üniversitelere kesinlikle başörtüsü ile girilemeyeceğini” söyleyenler, “başörtüsünün bu ülkenin bir gerçeği” olduğunu kabul etmişlerdi. Çünkü, yasak en temel insan haklarından olan inanma ve inandığı gibi yaşama hürriyeti olduğu için çağdışıydı, bu kabul edilmiş oldu. Diğer boyutu da, meseleye özgürlükler açısından bakılmadığı için de bu yasak yıllardır sürdürülüyor.

Geldiğimiz noktada, mesele adeta cami avlusuna bırakılıp kendi kaderine terk edildi. Mesele Meclis’te grubu bulunan partilerin ortak bir komisyon kurup çözme iradesine karşı, ya üye vermeme ya da “mini özgürlük paketi” denilerek başka konularında bu komisyonda görülmesi noktasına karşı çıkılması ile rafa kaldırıldığı görülüyor.

Konunun artık çözülemeyeceği ortaya çıkınca bu hafta parti gruplarında genel başkanların yasak üzerinden siyaset yaparak birbirlerini suçlama yolunu tercih etmeleri dikkat çekici. Parti başkanlarının başörtüsü ile ilgili diğerini suçlamalarına baktığımızda da “hoşgörüyü” görmek, meselenin çözümüne katkı sağlayacağını düşünmek oldukça zor. İlk grup toplantısı MHP’nindi. Bahçeli, CHP’nin, başörtüsü yasağının kalkması konusunda gerekli istek ve samimiyete sahip olmadığı bugüne kadar ki gelişmelerden belli olduğunu söylerken, “Ne yazık ki CHP, AKP’yle birlikte milletimizi hayal kırıklığına uğratmakta ve anlayışındaki bulanıklıkları özellikle başörtüsü konusunda fazlasıyla açığa çıkarmaktadır” derken, peşinden Erdoğan milletvekillerine seslenirken, “Türkiye’de başörtüsü sorunun çözümündeki en büyük engelin “CHP’nin bugüne kadar ortaya koyduğu statükocu ve özgürlük karşıtı anlayışı” olduğunu söylerken, “MHP güven vermiyor” dedi. Peşinden, Kemal Kılıçdaroğlu, başbakanın maskesini indireceğini söyledi.

Salı günü her zamanki gibi partilerin grup toplantılarını takip etmek için Meclis’teydik. Grupları izlemeye gelenlere baktığımızda her partinin ziyaretçileri arasında başı örtülülerde vardı, başı açıklar da. Belki bazı partiler de başörtülü sayısı çok, bazılarında azdı. Ancak yan yana oturuyorlar ve bundan rahatsız olmadıklarını görmek mümkündü.

Tıpkı, Türkiye genelinde, ya da üniversitelerde olduğu gibi bu görüntü de başı açıklarlarla başı örtülülerin birbirleriyle hiçbir sorunu olmadığının göstergesi. Aslında bunu siyasetçiler de pekâlâ biliyorlar ama bir türlü hoşgörü, sevgi, birlikte yaşama gibi konuları değil de, birçok konuda olduğu gibi özgürlükler konusunda da sen-ben kavgasını ortaya atıp meseleleri çözme noktasına gelemiyorlar ya da gelmek istemiyorlar.

İddia edildiği gibi başı örtülülerin başı açıklara karşı hiçbir yerde hiçbir zaman “mahalle baskısı” yaptıkları da görülmüş değildir. Bu açıdan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın “Öğrenciler bizden iyi çözer” tespiti de yerinde bir tespittir. Özcan, “30 yıllık hocayım başörtüsünden problem çıktığını duymadım. ODTÜ’de hiç sıkıntı görmedim. Başı açık, kapalı yan yanaydı. Hatta başörtüsü sınırlaması çıkınca başı açık olanlar başörtülülere destek verdiler. Büyükler arasında sıkıntı var. O kadar olgundu öğrenciler, hâlâ da olgunlar. Bunları yapanlar büyükler. Öğrenciler, kesinlikle bu meseleyi bizden daha iyi hallederler. Biz onlara bıraksak olur” diyerek bunu en açık şekilde izah ediyor. (Akşam, 28.10.2010)

Geldiğimiz noktada, Erdoğan’nın da açıkladığı göre meselenin çözümü önümüzdeki yıl yapılacak seçimler sonrasına kaldı. Başbakan bunu söylerken, meselenin çözüm adresini yapılacak “yeni anayasa” olarak gösterdi. “Biz şimdilik bu noktada, bu meseleyi maşeri vicdana, milletin takdirine havale ediyoruz” diyerek de konu şimdilik rafa kalkmış oldu. Peki, 2011 yılında yeni bir anayasa yapılabilir mi? Ama bu konuda esas soru aslında şu: Geçmiş tecrübeler dikkate alındığında bu meselenin anayasa ile çözülmesi doğru mu?

Siyasette bunlar olurken başörtülüler sıkıntı çekmeye devam ediyorlar. Yasak YÖK’ün yazısından sonra yumuşamış gözükse de hiç de öyle olmadığı anlaşılıyor. Belki de, siyasetçiler YÖK’ün hem sınıftan çıkarmama, hem de bazı imtihanlarda başı açık olma şartının kaldırılmasına destek olabilselerdi. birileri bundan cesaret alıp başörtülü öğrencileri otobüsten indiremezlerdi, kampüse sokmama girişiminde bulunmazlardı. Demek ki, önce beyinler özgürleşmeli…

Özetle şunu söylemek mümkün… Artık dinî konularda siyaset yapılması başta dine zarar veriyor. Bunu siyasetçiler kabul etmeliler. Türkiye bu yüzden yıllardır çekti-çekiyor. Artık çekmesin. Erdoğan, “Referandum öncesi başörtüsü sorununu istismar malzemesi olarak kullandıysa millet nezdinde bedelini ödeyecektir” demişti. Bakalım bunun bedelini kim ödeyecek?

29.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.