31 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Cumhuriyeti idrak etmek

CUMHURİYETİN 87. yılını idrak etmekteyiz. Cumhuriyetimizin 87. yılını kutluyoruz da diyebilirdim ancak eski ama bana göre eskimemiş olan “idrak” sözcüğünü özellikle seçtim. Günün “mana ve ehemmiyetini” sanırım bu sözcük kadar bir çırpıda anlatan bir başka sözcük yoktur.

Dilimizin nasıl fakirleştirildiğine zaman zaman değiniyorum. Şimdi yine bunu hatırlatmam bile 87. yılında Cumhuriyetimizi “idrak” edişimizle çok ilintili. Felsefi, sosyolojik, edebî kavramlar, terminoloji alanında Cumhuriyet’le birlikte uğradığımız fakirleşmeye hiç değinmeyeceğim bile, ama daha önce de bugünkü Türkçemizde yeri boş olan “temaşa” sözcüğüne değinmiştim. Günlük dilde onun yerine bakmak, seyretmek sözcükleri var ama temaşa etmek bakmak, seyretmek değildir, hoşlanarak bakmak, hayretle seyretmek, seyre çıkmak gibi duygu yoğun anlamlar içerir; o nedenle de bugün akademisi de olan güzel sanatlar dalına “temaşa sanatları” denirdi. Dildeki fakirleşmeyi bu örnekte bile bir çırpıda görmek mümkün.

En kötüsü dildeki fakirleşme yalnız dilde kalmaz, dil pasif bir yeteneğimiz değildir, düşünme, algılama, seziş yeteneklerimizi de olumlu ve olumsuz yönde motive eder, kurgular. Dilimizde felsefi kavramların yok oluşu daha eğitim çağımızda felsefi düşünme kapasitelerimizi köreltmiştir, daha doğrusu düşünce dünyamızın renkler tayfını siyah-beyaza indirgemiştir. Bugünkü düşünce ve özellikle siyaset dünyasındaki siyah-beyaz kısırlığının derinden beslenen nedenleri olmalı değil mi? Zaten uzun yıllar felsefe dersleri de yoktu. Olsaydı da bu düşünme dünyamızın kısırlığı içinde ne yazardı zaten. Sıkıcı bir şey olurdu, şimdi olduğu gibi.

Gelelim biz “idrak” sözcüğüne ve Cumhuriyetimizin 87. yılını idrake...

Sözlük anlamıyla idrak, içinde, anlama, algılama, seziş, kavrama, erginlik gibi düzanlamlar taşıması yanı sıra; sözcüğün kullanım alanlarıyla beslendiği dış dünyanın zihinsel yorumu, algılama, anlama yeteneği gibi felsefi ve ruhbilimsel anlamlar da yüklüdür. “Gencimiz 18 yaşını idrak etti” dendiğinde, şunları anlamış oluruz: Gencimiz 18 yaşına bastı, 18 yaşına ulaştı, olgunlaştı, yaşını kavradı vs.

87. yılında Cumhuriyet’i idrak edecek olan biziz, yani Cumhuriyet’in cumhurları. Yani halkları. Cumhuriyet sözcüğü de zaten halka, yani cumhura, iyelik ekiyle bağlanarak oluşturulmuş değil midir; cumhur/iyet. Cumhura, halka ait yani...

Öyle mi peki?

Kendi adıma geçmişe “inkârcı” yok sayıcı bakışları, yaklaşımları doğru görmem. Tarihsel değişim süreçlerinde köklü kopuşlar elbette vardır ama aynı zamanda süreklilikler de vardır. Osmanlı’dan kültürel kopuşun yarattığı çölleşmeye hep işaret ediyorum, yukarıda da olduğu gibi ama Cumhuriyet’in kazanımlarını da yok saymayı ya da günümüzde Osmanlıcılığı doğru bulmam.

Bu kaydı düştükten sonra söz konusu olan 87 yıl sonunda vardığımız yeri idrak etmek olunca kazanımlardan çok, kazanamayışları görmek gerek. Bunun en başında ise Cumhuriyet’in hâlâ halka ait olamaması gelir. Bugün sıklıkla kullandığımız sivil demokrasiye varma hedefi, sivil bir yeni demokratik anayasa yapma amacı bu yokluğu anlatır. Çünkü sivilden kasıt, yalnız asker dışılık değil devlet dışılıktır ki bu da halk yani sivil toplum demektir.

Durumu idrak edecek isek benim idrakime göre ki, elbette yalnız benim değil, dünkü Cumhuriyet, bayrak mitingleri katılanların sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak bir sivil toplum tepkisi olarak görülemez. Çünkü orada bir devlet savunusu, bir devlet yanlılığı vardı, şeriat tehlikesi ve laiklik örtüsü altında gizlenmiş olan.

Peki, o savunulan devlet nasıl bir şeydi, demokratik bir devlet miydi? Hayır. Bir vesayet devletiydi. Ve başından beri militarist bir toplum yaratmak peşindeydi. Militarist toplum, sivil toplumun aksine, “asker-devlet” ideolojisiyle beslenen “emir-komuta” mekanizmalarına dayalı yapılanmış bir toplum demektir. 87 yıl boyunca toplumumuz bu yapıya sığmadıkça, onu zorladıkça askerî darbelerle hizaya getirilmeye çalışıldı. İttihat Terakki’den beri gelen devlete tepeden bir millet yaratma resmî politikaları bu darbelerle devam ettirildi.

Fakat darbeler yetmedi, sivil büyümeyi durduramadı. O durumda 28 Şubat’la birlikte yeni bir strateji devreye sokuldu. Darbeler yoluyla tepeden “milletleştirme” stratejisinin günümüz dünyasında işlemezliği görülünce derin devlet örgütlenmesiyle “tabandan milletleştirme” yoluna gidildi. Ergenekon örgütlenmesi bunun yalnızca çekirdek örgütlenmesiydi.

Siyaset de bu çekirdek örgütlenme üstüne oturtuldu. Siyaset bilerek ve isteyerek keskin bir kutuplaşmaya itildi. Kutuplaştırıcı dil özellikle seçildi. Gerideki asker desteğiyle, askerci, laikçi bir kitle yaratılmak istendi.

(...)

Böylece 87 yıldır süren, devletin “tepeden milletleştirme” siyaseti iflas etti. Şimdi Cumhuriyet’in cumhura ait olacağı yeni bir evreye girmiş olduk.

87. yılını idrak ettiğimiz Cumhuriyetimiz hepimize kutlu olsun.

Nabi Yağcı, Taraf, 30.10 2010

31.10.2010


Bu yasak kimin yasağı?

MESELEYİ en başından ele alalım. Türkiye’de üniversitelerde başörtüsü takmayı engelleyen bir anayasal veya yasal düzenleme bulunmuyor. Öte yandan, ortada bir‘yasak’ olduğu açık. Peki, gücünü Meclis’ten almayan bu yasağın dayanağı hangi merci?

‘Yasak koyucu’ YÖK

Yükseköğrenimde başörtüsü yasağı ilk kez Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) hazırladığı kıyafet genelgesiyle uygulanmıştır. Anayasa veya yasaya dayanmaksızın. 1982’de. Türkiye’de askeri rejim, yönetimde Kenan Evren cuntası varken.

YÖK, genelgeler ve yönetmelikler eliyle yasağı bir getirmiş, bir kaldırmıştır. Başörtülü öğrenciler haklarını bir kazanmış, bir kaybetmiştir. Bir gün üniversiteye girebilirken ertesi gün girememişlerdir. YÖK böyle uygun gördüğü için.

TBMM, yasama yetkisini hiçe sayan bu bürokratik tutuma karşı, 1990’da YÖK Kanunu’nu değiştirmiştir. ‘Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile” üniversitelerde kılık ve kıyafetin serbest bırakılmasıyla, üniversiteli kadınlara başörtüsü hakkı tanınmıştır.

1990’ların ortasında bu defa üniversiteler ‘yasak koyucu’ olarak devreye girmiştir. Üniversite yönetimleri, anayasa ve YÖK Kanunu’na aykırı genelgeler düzenleyerek başörtülü öğrencilerin okula alınmalarını yasaklamışlardır. 28 Şubat döneminde ise Kemal Alemdaroğlu’nun yönetimindeki İstanbul Üniversitesi’nin başını çektiği üniversiteler, yasağın özneleri olmuştur. Üniversite yönetmelikleri ve genelgeleri, binlerce öğrencinin disipline sevk edilmesine, yüzlercesinin üniversiteden atılmasına yol açmıştır. Artık Kemal Gürüz’ün başkanlığında olan YÖK de boş durmamış, kendisini bağlayan kanuna rağmen yayımladığı disiplin yönetmeliğiyle, yasağı protesto etmek üzere gösterilere katılan öğrencilerin üniversiteden atılmasının önünü açmıştır.

Yargı

Başörtülü öğrencilerin konuyu mahkemelere taşımasıyla yargı da sözünü söylemiş, birkaç istisna dışında, idare mahkemeleri üniversitelerin genelge ve yönetmeliklerini hukuka uygun bulmuştur. İçtihat yoluyla başörtüsü yasağının ilk adımları böylece atılmış, ancak en esaslı içtihat tabii ki Anayasa Mahkemesi tarafından verilmiştir.

AK Parti, başörtüsü yasağını kaldırmaya yönelik ilk girişimini 2008’de yapmıştır. Böylece TBMM bir kez daha konuya el atmış, ancak bu sefer, yasal düzenlemenin yetersiz olacağından hareketle, anayasanın 42. Maddesi’ni değiştirmiştir. Artık, ‘kanunda yazılı olmayan herhangi bir sebeple’ kimse yüksek öğrenim hakkından mahrum edilemeyecektir. Ancak Anayasa Mahkemesi, CHP’nin açtığı davada, askeri darbe anayasasının dahi kendisine vermediği bir yetkiyi kullanarak konuyu esastan ele almış, anayasa değişikliklerini iptal etmiştir.

Yasağı meşrulaştırmak

Başörtüsü yasağı üzerine konuşurken bu tarihçeyi hatırlamakta fayda var. Bir delinin kuyuya attığı taş misali, Meclis’in yasal dayanağı olmayan fiili bir yasağı kaldırmak için nasıl hareket etmesi gerektiğini konuşuyoruz. Ortada kaldırılacak bir yasak olmadığını söylemek yerine nasıl kaldırılması gerektiğini tartışmanın, askeri darbenin ürünü olan YÖK’ün başlattığı bir hukuksuzluğu meşrulaştırmak olduğunu unutarak.

Dilek Kurban, Radikal, 30.10 2010

31.10.2010


Asker tıraşlı cumhuriyet

(...)Bir de şu “cumhuriyet sonsuza dek yaşayacak” klişesi var... Hiçbir rejim sonsuza dek yaşamayacağı gibi, cumhuriyetin 87 yıldır uygulanış biçiminden de bir an evvel kurtulmamız gerekiyor.

Çünkü “demokratik” değil.

Merkezinde askeriyenin yer aldığı bir vesayet rejimi bu.

Bakın mesela Posta gazetesi, “Çağdaş ve Laik Türkiye Cumhuriyeti Sonsuza Dek Yaşayacak” demiş dünkü manşetinde.

“Demokratik” demeye eli varmamış arkadaşların ki doğrusunu yapmışlar.

Gardırop Cumhuriyeti bizimkisi: Hâlâ “onu mu giyelim, bunu mu giyelim” kavgası yapıyor yaşını başını almış insanlar.

Bir uzay büyücüsü tüm kadınları görünmez kılsa...

Herhalde erkekler kendi aralarında “badem mi, kaytan mı” diye bıyık kavgası yapacaklar ki o zaman da Tıraş Cumhuriyeti oluruz herhalde...

Ama o bir yenilik sayılmaz; cumhuriyet hâlâ asker tıraşlı çünkü...

Emre Aköz, Sabah, 30.10.2010

31.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.