Selim GÜNDÜZALP |
|
Yürüdüğüm yolun bir bedeli var |
Yürüdüğüm yolun bir bedeli var, bir kuralı var. Arabaların vızır vızır geçtiği bir yoldan yürüyemem; yaya kaldırımını izlemek zorundayım. Kullandığım arabanın, yürüdüğüm yolun bir kuralı olur da yaşadığım hayatın bir kuralı olmaz mı? Hemen hemen bütün Avrupa’nın 18. ve 19. yüzyıl edebiyatı romanlarına damgasını vuran bir gerçeklik var: Hareket, hız ve sürat. Güya hayatı çok hızlı ve çılgınca yaşamalıymışız. İnceden inceye bir telkin söz konusu bütün o devrin san'atında. Ne kadar hız, o kadar haz. Temsilcisi çok eski olmakla beraber, yeniden hortlayan bir hedonizm. Dinlenmek yok, bir koşuşturmaca… Şehirler arası, memleketler arası, en nihayet kıt'alar arası seyahatler... İmkânlar, vasıtalar ona göre gelişiyor. “Hayatı delice yaşamalıyız.” sloganı hâkim o günden bu güne. Hatta daha daha delice… Ama bu arada, kaçan fırsatlardan kimse söz etmiyor. Sür'atle geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insanın, vardığı yerde göreceği ne olabilir ki? Hayat, yaşanıp tüketilecek bir şey değildir. Her ne kadar içinde inişleri çıkışları olsa da, hayat çok çabuk tırmanılıp, hızlıca çıkılıp, tepesine bir bayrağın dikileceği zirve de değildir. Yaratan öylesine güzel yaratmıştır ki hayatı, siz o güzelliği ağır adımlarla yürürken de görebilirsiniz. Omuzunuza dökülen, elinize düşen bir yaprakta da hissedebilirsiniz. Hatta taşların üzerinde ayağınızın yürürken çıkardığı mûsıkîde bile... Bizi hiç kendimize bırakmıyorlar. Bir hedef koyuyorlar önümüze, “Oraya yaklaş, oraya var.” diye. Sanki hayat, göğüslememiz gereken bir yarış ipiymiş gibi, baş döndürücü bir sür'atle geçiyoruz bütün güzellikleri. Bahçeler, ağaçlar kırgın. Böcekler, sinekler, çiçekler dargın. “Ne çiçek açtığımızı görüyorsunuz, ne yapraklardan soyunduğumuz günkü güzelliği. Siz göresiniz diye böyle güzeliz, bu kadar harikayız, böylesine şahaneyiz. Bizler Yaratanın eserleriyiz.” Bulutlar bile; “Geçmemiz gerektiği için geçmiyoruz, geçmemizi göresiniz diye geçiyoruz. Ama siz öylesine hızlı geçiyorsunuz ki hayattan, ne bizi, ne kendinizi görüyorsunuz.” diyor. Sonra bir köşe başında oturup kalbinizi tutuyorsunuz ve semâya doğru bakıp ağlıyorsunuz. “Ben yılları nerede kaybettim? Ömrümü hangi çeşme başında sebil ettim?” diye. Hani eski eşyaları çıkarıp da başımızdan def ederiz ya, hurdacıya veririz, para bile istemeyiz üstüne… Bu kadar harika bir hayatı, Yaratıcısının istediği gibi kullanmayanın sonu işte böyledir. Yaratanına armağan edilmeyen bir hayat, sana da yâr olmaz. Aldırma boş sözlere, “Keyfince hayatını yaşa, delice yaşa!” diyenlere. Hayat, delice değil, dikkatlice yaşamak içindir. Yoldaki kurallara, ışıklara, işaretlere dikkat etmeyenlerin, sonunda varacağı yer belli. Pişmanlıklar denizinin ortasında küçücük bir ada ve hiçbir şeye ulaşamayan yalnız başına bir insan. İşte, modern hayatın getirip sunduğu bu. Bu lüzumsuz hızı, sür'ati durdurmak gerek. Varacağı yer kendisi değilse insanın, neresidir? Bize zirve diye takdim edip yutturdukları, sakın ola ki uçurumlara açılan kapılar olmasın?! Nice aklına güvenenler, hayatına ‘benimdir’ diyenler gittiler bu yolda. Kimi şöhret peşinde, kimi zevk, sefa peşinde, kimi de adını anmaya değmeyen nice hiçler peşinde… Güzellikleri yaşarken ve ağır ağır seyrederken görmeli insan. Şair ruhlu insanlar nedense ibadethanelerden, camilerden, mescitlerden son derece büyük bir haz alırlar. Zamanın orada iki ayrı boyutu vardır: Bir, hem çok hızlı geçer; iki, hem de çok yavaş. Aslında zıt gibi görünen şeyde bir terslik yoktur. Kendi atmosferinin haricinde bir şey düşünmeye izin vermez oraları. Ve insanı kendine benzetir, ruhanî bir kimliğe büründürür. Her yerde bu tip yapıları büyük bir imkân ve cennete açılan kapılar olarak görmüşümdür hep. Hayatı anlamsız bir koşu olmaktan çıkarıp, anlamlı bir yürüyüşe sokar oraları. Tempoyu düşürür, ritmi ayarlar ve ahenkli sesler çıkmaya başlar hayatımızdan. İçimizi baştan ayağa bir huzur kaplar. Hayatın sırrı, ibadetlerde ve ibadethanelerde gizli. Orada aynı duyguyu paylaştığımız insanlarda gizli. Yüzyılların hatırası, sevabı, havası orada gizli. İzin vermeyin hayatınızın başka eller tarafından kurgulanmasına. Sloganlara aldanmayın. Hayatı delice değil, dikkatlice yaşayın. Boş sözlere aldanmayın. Şayet sıkılıyorsa içiniz, daralıyorsanız, yolunuzu bir vakitliğine olsun bir cami bahçesine, bir mescidin köşesine düşürün lütfen. Hayatın yol ayrımıdır oraları. Hayat oradan başlar. Yeniden bir ayar bulur, yeniden hayat bulur hayatımız orada. Gizli bir el, yaralı bir yanımızı okşar, sarar. Kıyamda şifa bulursunuz, ayaküstü tedavi olursunuz. Secdelere düşmeyen alınların, bükülmeyen dizlerin, başka yerlerde değil, oradadır şifası. Nereye gidiyorsun ey insan, nereye? Geçtiğin yollardaki güzellikleri görmeden nereye? Şeytan niye peşinde, niye ayartmak ister seni? Taşıdığın yükün incilerden, elmaslardan, en değerli hazinelerden daha değerli olan şeylerin sahibi olduğunun farkında mısın? Sana haz veren, sana gaz veren sesleri dinleme! Onların dâvet ettiği yolun sonu, çıkmaz sokak. Hemen dön; ardındaki kalabalıkları da döndürmeye çalış. Durdur. Durduramıyorsan da bir işaret fişeği at, bir gören olacaktır. Hayat, delice değil, dikkatlice yaşamak içindir. Her yerde olmak, hiçbir yerde olmamaktır. Önce bulunduğu yerin, geçtiği yolun hakkını vermelidir insan. Dolduruşa gelmeyin, sloganlara aldanmayın. “Tadilat var, kapatıyoruz.” Yıllardır hep aynı sözler… Taktik, aynı taktik; şeytan, aynı şeytan. Ama yutan, yine hep aynı insan. Şükür ki, bir uyaran var; hayatımıza dikkat etmemizi öğütleyen bir Yaratan var. Acele edelim. Hayatın her anı bir karar zamanı. Rüzgârdan kanatları olan günler, aylar, ah, ne de çabuk geçiyorlar… Bir ışık oyunu, bir rüya gibidir hayat. Bu dünya bizi nereye götürüyor? Bu yollar bizi nereye sürüklüyor? Bir arının bile çiçek arayışı boşuna değilse, bir isteği olmalı, mutlaka bir amacı olmalı yolumuzun, yürüyüşümüzün. Hayatı süresince her şeyi seçen insan, kendisi de sonunda elbet bir gün seçilecek. İnsan, seçişiyle seçilir. “İnsan, ahiretteki evini, ölmeden önce dünyada yapar” diyor Hz. Ali (kv). Hayatın her anı, bir karar zamanı. Anı yakalamalıyız. Yarın hiçbir zaman gelmeyebilir. “Günlerini ‘Yarın yaparım’ diye boş geçiren, aldanır.” diyor Seriyyüs Sakatî. Zamanın ne işe yaradığını, insan zamanı kalmadığı zaman anlar. Evet, en önemli vakit, içinde bulunduğumuz vakittir. Sadece o an bir şey yapabiliriz işte… Soru sor, cevap ara. Güneş ne için, kimin için doğuyor her gün? Kimse farkında değil ah, bu müthiş akışın. Görmek için durmak gerek. Hızlı geçişler, mahrum ediyor güzelliklerden. İnsan, bir an gelir: “Dün gözlerim neredeydi? Neden görememişim?” der ama geçen, geçmiştir artık. “Göklerin ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmran, 190) Her şey ama her şey, bir mektubun sayfalarıdır. Mektup, okuyana, anlayana, muhataba gönderilmiştir. Yani bize. Her şey ama her şey, bir gösteridir. Ara verip sirke, sinemaya gidenin, bedavadan seyredeceği çok güzellikler var, kaldırıp başını bakabilse, bulutlara, ağaçlara, kuşlara… Allah’la başlayan her gün, sevinç doludur. Allah’tan uzak her gün, hüzün doludur. İbrahim Sûresi’nde ne güzel buyrulur: “Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir.” (İbrahim, 34) Evet, insan çok şeyleri unutuyor bu hızlı geçişle. Hediyeyi göndereni unutup, hediyeyi getirenin ayağını öpmeye kalkıyor. Sonbaharda dallarda uzatılan ve kızaran şu nar ağacına bir bak. Bak bakalım… Dur da bir bak, ne söylüyor sana… “Cenâb-ı Hakk’a isnad edilse, bütün eşya bir tek şey gibi bir suhûlet peydâ eder; eğer esbâba isnad edilse, her bir şey bütün eşya kadar suûbet peydâ eder. Mâdem öyledir; kâinatta şu görünen fevkalâde ucuzluk ve şu göz önündeki hadsiz mebzûliyet, sikke-i Vahdet’i güneş gibi gösterir. Eğer, gayet mebzûliyetle elimize geçen şu meyveler Vâhid-i Ehad’in malı olmazsa, bütün dünyayı verse idik, bir tek narı yiyemezdik.” (Sözler, 274) Evet, “Önemli olan, bulunduğumuz yer değil, hareket ettiğimiz yöndür.” diyor O. W. Holmes. Damla damla su, kapı doldurur; adım adım yürüyüş, hayatı doldurur. Mutluluğun sırrı mı? Küçük şeylerde gizlidir. O zaman anlarsınız ki, hayatta küçük şey yokmuş. Bir öğretmenin çok güzel bir itirafı vardır, severim: “Hocalarımdan çok şey öğrendim, arkadaşlarımdan da. Ama en fazla öğrencilerimden öğrendim” der. Hayatın karşısına bir öğrenci gibi çıkmak, bize çok dersler aldıracak. Bir Allah dostu, “Seni Allah’ım, nerede bulabilirim?” diye soruyor. Kalbine bir ilham düşüyor birden: “Eğer beni arıyorsan, zaten bulmuşsun demektir.” diyor. Hayatı güzel yaşamanın şartı, sadeliktir, duruluktur. Bunun da sonucu, ruhun huzurudur. Kendi hayatının katili olmadan, yaşadığı hayatın öğrencisi olmak için hızlı akışa “Dur!” demek zorundadır insan. Ne kadar kıymetli olduğunu anlamak istiyorsan hayatın, aldığın bir nefesi içinde tut, kolundaki saate bak. Bakalım kaç dakika dayanabiliyorsun nefessiz kalmaya… Düşün ki, beden için bu böyleyse, ruh için de, Allah’tan uzak yaşamak, O’nun eserlerine bakmadan yaşamak, aynen nefessiz kalmak gibidir işte… Evet… Olduğun gibi ol, olman gerektiği gibi ol; gerisini Allah’a bırak. Sen ne kadar safî isen, sadelik içindeysen, kâinatı da o temiz aynanda, aynı sadelik ve güzellik içinde göreceksin. Her doğan gün, insan için yeni bir hayattır. Günü öldürmeye değil; günü güldürmeye, günde güller açtırmaya var mısınız? Kalbimiz Allah’a yakın oldu mu, kederden ve dertten de uzak oluyor. Herkesin aradığı, elimizde, önümüzde… Câhil mal arar; akıl sahibi ise, kemâl arar. Niye kaçıralım ki bu güzelliği, bu fırsatı? Hayat delice değil, dikkatlice yaşamak içindir… Bir öyküyle bitiriyoruz yazımızı: Meksika’da Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabiî Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyor. Sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, “Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?” Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki; “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...” 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İman-hürriyet, küfür-istibdat |
Said Nursî, “istibdad-ı mutlak”a cumhuriyet namı verildiğini söylediği beyanlarında, bu yapılırken, “irtidad-ı mutlak”ın rejim altına alındığı, “sefahet-i mutlak”a medeniyet namı verildiği ve “cebr-i keyfî-i küfrî”ye kanun ismi takıldığı gibi, son derece çarpıcı ifadeler de kullanıyor (Tarihçe-i Hayat, s. 638). Üstelik bunları, haksız ithamlarla suçlanıp yargılandığı mahkeme salonlarında seslendiriyor. Böylece, kendisini yargılatan zihniyeti ve arkasındaki mihrakları asıl yargılayan o oluyor. Ve kısa, ama çok vurucu ifadelerle dile getirdiği tesbitleri, o zihniyeti deşifre ve teşhir eden kayıt ve zabıtlar olarak tarihteki yerini alıyor. Kap karanlık bir dönemi tanımlayan en karakteristik özellikleri dört kelimeyle özetliyor: İfade ettikleri mânâların en uç sınırına işaret için “mutlak” sıfatını ekleyerek telâffuz ettiği istibdat, irtidat ve sefahet ile cebr-i keyfî-i küfrî. Bunların her biri için ayrı ayrı yapılacak tahliller ve ondan sonra tamamını kapsayacak şekilde ortaya konulacak değerlendirmeler, öncelikle baskıcı müstebit rejimlerin çıkış noktasını materyalist felsefe olarak gözler önüne seriyor. Bu tercihin, hak dini terk ve ona ihanet anlamındaki “irtidat” şeklinde tezahürü, acımasız tahripkârlığını daha da katmerli hale getiriyor ve söz konusu istibdadı iyice saldırganlaştırıyor. Bu saldırganlıkla günlük hayatta hakim kılınmak istenen yaşayış tarzı, “sefahet-i mutlak” terkibiyle ifade edilen hali beraberinde getiriyor. Ama dessasça bir cerbeze uygulanarak: Mutlak irtidat rejim altına alınıyor. Mutlak istibdada cumhuriyet deniliyor. Kaynağı küfür ve inançsızlık olan zorlama, tazyik ve keyfîlikler, kanun adı altında yapılıyor. Ahlâkî ve manevî değer ve ölçüleri hiçe sayan sefih bir hayat tarzı da, medeniyet kisvesine büründürülerek teşvik ve tervic edilmek isteniyor. Peki, bunu yapanlar kimler? Bediüzzaman onu da şöyle ifade ediyor: “Sizi (mahkeme heyetini) iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar...” (a.g.e.) Yani, haksız ithamlarla tutuklanıp hapse atılmalarını ve yargılanmalarını adliye görevlilerinin, savcı ve hakimlerin, hükümetlerin işi olarak görmüyor Said Nursî. Devlet yöneticilerini yanıltıp dindarlara karşı harekete geçiren perde gerisindeki dinsiz komitelere dikkatleri çekiyor. Ve Risale-i Nur’la ortaya koyduğu hizmetin toplum hayatındaki müsbet sonuçlarını anlatırken, irtidat, istibdat, sefahet ve cebr-i keyfî-i küfrî bağlantısına bir başka boyut daha ekliyor: “Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.” (a.g.e., s. 630) Demek ki, istibdat da, hayatın her alanında yol açtığı anarşi de, sefahet de küfr-ü mutlakın ürettiği neticeler. Bunları izale ve tedavi etmek için ise, küfr-ü mutlakı kaynağında kurutacak iman hizmetlerine ihtiyaç var—ki, Risale-i Nur onu yapıyor. Ve bunu yaparken “emniyeti, asayişi, hürriyeti ve adaleti temin ediyor.” (a.g.e.) Bu noktadan yola çıkarak devam ettiğimizde, imanla hürriyet, güvenlik ve adalet arasındaki sağlam irtibatı da net bir şekilde görebiliyoruz. Evet, istibdadın her türlüsünün ortadan kalktığı, hürriyetin her alanda hakim olduğu, sefahet yerine ahlâkî ölçülerin yaşandığı, adalet ve güvenlik ve huzurun sağlandığı, anarşinin esamesinin bile okunmadığı bir toplum düzeni ancak tahkikî iman temeli üzerine inşa edilebilir. Bediüzzaman’ın hayatında gördüğümüz üzere, iman hizmetinin hürriyet mücadelesiyle birlikte ve iç içe gerçekleşmesi; ahlâklı bir hayat disiplinini netice vermesi; adalet, güvenlik ve asayişi temin etmesi, bu gerçeğin bir yansıması. İman-küfür, hürriyet-istibdat mücadelelerinin paralel şekilde bir arada veriliyor olması da. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Hür adam |
Yıllardan beri yapılmak istenen, ama çeşitli sebeplerle bir türlü gerçekleştirilemeyen bir proje nihayet hayata geçti. Yönetmen Mehmet Tanrısever, Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatını anlatan bir filme imza attı: Hür Adam. Geçen haftalarda İstanbul’da; “Beyaz Sinema’nın 40 Yılı: 1970-2010 / Hor Görülen Bir Akımın Kilometre Taşları” başlıklı bir etkinlik yapıldı. Yeni Şafak gazetesi Sinema Editörü Ali Murat Güven yönetiminde hazırlanan programda, 7 gün boyunca ‘Beyaz Sinema’nın önde gelen yönetmenleriyle yapılan sohbetler ve film gösterileri yer aldı. İşte, bu program çerçevesinde “Hür Adam” filmine imza atan yönetmen Mehmet Tanrısever ve başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ’ın filmi anlatan konuşmalarını dinleme imkânı bulduk. Aynı toplantıda filmin senaryosunu yazanlar arasında yer alan Ahmet Çetin de vardı. Beyoğlu, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’ndeki toplantıda, henüz vizyona girmeyen “Hür Adam” filminin fragmanını izleme imkânı da bulduk. Hemen ifade edelim ki, kısa bir ‘fragman’ izleyerek 140 dakika civarında olan bir filmi değerlendirmek yeterli olmaz. Bu bakımdan, değerlendirmemizin fragman, yönetmen ve başrol oyuncusunun ifadeleri çerçevesinde olduğunun bilinmesi lâzım. Daha çok “Minyeli Abdullah” filminin yapımcısı olarak tanıdığımız yönetmen Tanrısever’e göre, “Hür Adam” filmi başarılı olmuş. 7 Ocak’ta vizyona girecek olan film, Özen Film tarafından 500 kopya olarak dağıtılacak ve yaklaşık 700 sinemada gösterilecek. Özen Film’in, bu çalışmayı 500 kopya olarak dağıtmak istemesi, filmin muhtevasını tahmin etmek bakımından önemli bir gösterge. Bir kaç dakikalık fragman ve yarım saatlik ‘kamera arkası görüntüler’e bakınca filmin dikkat çekeceğini söylemek mümkün. Ancak kabul edilmelidir ki, Bediüzzaman gibi hayatını ‘iman kurtarmaya adayan’ bir âlimin hayatını tam olarak yansıtmak zaten kolay değil. Çünkü onun hayatının her safhası başlı başına bir filme konu olabilir ve belki de öyle olmalıdır. Bu yönüyle bu çalışma bir ‘ön hazırlık’ olarak da görülebilir. Yönetmen ve senaryo yazarlarının ifadelerine göre, ‘tartışmalı’ bazı sahneler filmde çok kısaca yer alıyor. Bediüzzaman’ın İstanbul’u işgâl eden İngilizlere karşı verdiği mücadele takdirle karşılanıp özel olarak Ankara’ya davet edilmesi sonrasında M. Kemal ile karşılaştığı ve ona ‘namaz’ı hatırlattığı sahne buna örnek olarak gösterilebilir. Hatırlanacağı üzere, Bediüzzaman’ın hayatında benzer başka ‘çetin sahne’ler de vardır. Yönetmen Mehmet Tanrısever’in açıklamasına göre, “Hür Adam” filmi yurt dışına da açılacak. Avrupa, Orta Asya ve Uzakdoğu ülkelerinde gösterilmesi için de çalışmalar yapılıyormuş. Başrol oyuncusu Mürşit Ağa Bağ da, Bediüzzaman’ın hayatından çok etkilendiğini ve onu hissederek oynamaya çalıştığını söylüyor. Bağ, filme hazırlanmak için 3 ay boyunca Risâle-i Nur eserlerini ve Bediüzzaman’ın hayatını anlatan kitapları okuduğunu ifade etti. “Hür Adam”ın başrol oyuncusu Bağ, en çok etkilendiği ‘sahne’nin, filme alınmayan ‘vefat sahnesi’ olduğunu da söyledi. “Hür Adam”ın yeni filmlerin yapılması noktasında yönetmen ve senaristlere cesaret vermesini temenni edelim ve vizyona çıkmasını bekleyelim... 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Terör tehdidi ve “eylemsizlik” şantajı… (2) |
Terör örgütünün referandum sürecinde ilân ettiği “eylemsizliğin” terörist başının “31 Ekim tehdidi”nin gölgesinde kalması, meselenin arka plânını gündeme getiriyor. Şu hale bakın; bunca tâvize rağmen terörist başı, “terörü tasfiye” endişesiyle Ankara’yı “devreden çekilmek”le tehdit ediyor. Başta “güvenlik protokolü” olmak üzere “demokratik haklar protokolü” ile “yeni anayasa”yı öncelikli sayıp şart koşuyor. Daha önce -31 Mayıs’ta- “aradan çekilmesi”yle askerî üslere ve metropollere terör saldırılarının arttığı imâsıyla, örgütün ipinin elinde olduğu, tâlimatıyla “ateşkes kararı”nın alındığını bildiren Öcalan, açık açık “devlete ve Kandil’e yazdığı mektuplar”ın cevabını henüz alamadığını söyleyip süreçteki rolünü pazarlıyor. “Barış çağrısı”yla “Kürt cephesi’ne önerilerde bulunan ‘arabulucu” havasında… Sonuçta kendisi ile görüşmeleri sürdüren “devlet heyetini” kast ederek, “31 Ekim’e kadar bekleyeceğiz, ondan sonra yokum, aradan çekileceğim ve artık süreci KCK götürecek” diyerek Kandil’i “adres” göstermekle terörü “tehdit ve şantaj aracı” olarak kullanıyor. Keza Kandil’deki terörist başı Karayılan’ın, “Ankara’dan güven verici yaklaşımları görürsek ateşkes süresini uzatabiliriz, aksi halde örgütü tek taraflı ateşkesten vazgeçip terör olayları artar” tehdidi, herşeyi ortaya koyuyor…
ANKARA, İMRALI’YI GÖZLÜYOR! Belli ki AKP hükûmeti, Kandil-İmralı-Erbil üçgeninde yoğun bir görüşme trafiği içinde; “BDP aracılığı”yla “terörle mücadele” çerçevesinde “derin görüşmeler” yapıyor. Bu meyanda, 23 Eylül’de iktidar partisi AKP ile BDP temsilcilerinin Meclis’te bir araya gelmelerinin akabinde Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Çiçek’in, “Muhataplarımızla görüşüp durum değerlendirmesi yaptık; bazı talepleri var, o talepleri önümüzdeki seçimlerden sonra değerlendireceğiz” açıklaması, bunun ikrarı. İşin garâbeti, en son Hakkâri’deki mayın patlatmasında ve Tunceli’deki karakol saldırısında olduğu gibi “eylemsizlik” sürecinde bile sivil halka ve güvenlik görevlilerine yönelik terör eylemleriyle ihlâl edilen “eylemsizliğin” sürmesi için Ankara’nın terörist başının “şantajı”na gelip Öcalan’la yapılacak buluşmayı beklemesi… Bir yandan terör örgütünün sivil yapılanması KCK yargılanması devam ederken, diğer yandan Ankara’dakilerin, 1 Kasım itibarıyla “eylemsizliğin” bir kez daha uzatılması için Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Tuğluk’un “avukatı” sıfatıyla Öcalan’la yapacağı görüşmeyi gözlemesi, siyasî iktidarın zâfiyet ve kırılganlığının göstergesi… Ayrıca Cumhurbaşkanı Gül’ün son Güneydoğu ziyaretinde “Terör dışında demokratik standartlarla ilgili noksanlıkları konuşarak, tartışarak, anlaşarak yapmak, ama terörden kesinlikle uzak durmak” tavsiyesine, “Ölümler durmadığı sürece PKK’dan beklenen tek taraflı yaklaşımla Kürt sorununu çözmek mümkün değil” resti, asıl amacı deşifre ediyor. PKK’nın iki yıldır “bazı gelişmeler” için eylemsizlik kararını uzun vâdeye yaydığını söyleyen Kışanak’ın, “Türkiye’nin demokratikleşme kulvarında ne oluyor, hükümet ne yapıyor?” soruları, terör örgütü ve siyasî sözcülerinin “demokratikleşme”deki kasdı açığa çıkarıyor…
“AMELİYAT”A İZİN SEÇİM SONRASINA MI? Yine PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın “Kürt sorununun çözümü konusunda yetersiz kaldıkları”nın itirafıyla inisiyatifi Öcalan’ın eline vermesi, terör örgütünün “terörü bırakma” karşılığında Ankara’ya dayattığı “özerk Kürdistan” şartındaki taktiği ele veriyor. “Kürt sorununun çözümünde stratejik gelişmeler gerekli” diyen Kalkan’ın “demokratik özyönetimi inşa” ve “halkın örgütleri olman, halk meclisleri kurulması”ndan maksadın, “eyâletlere” taksimle ülkenin ve milletin bölünüp parçalanmasına zemin hazırlayan “federatif sistem”e tekâbül eden “geniş özerklik” olduğu âdeta sırıtıyor. Görünen o ki İmralı-Kandil-Erbil-Ankara hattında başta Öcalan olmak üzere terör örgütü adına konuşanlar, çözümde mesâfe alınmasını, “Kürt kimliğinin anayasal çerçevede tanınması” talebiyle “operasyonları durdurma” ve “KCK tahliyeleri”yle başlanacak “güvenlik protokolü”nün yanı sıra, “özerklik ilânı” için terörle tehdit ve şantajda bulunuyor. Kalkan’ın “Kürt sorununun çözümünü 2011’e bırakmayacağız” cümlesi, bunun izhârı. Özetle terör örgütü, “özerklik projesi” hesabına terörü bir kart ve koz olarak kullanmakta. Meşrû hak ve özgürlükler paravanında, teröre meşruiyyet kazandırtıp tefrikayı siyasallaştırmakta. Başta “özerklik” olmak üzere “talepleri”ni kabule çalışmakta… Ve anlaşılan o ki kapalı kapılar arkasında bir kısım taahhüdler verilmiş. PKK-Kandil-İmralı ve BDP, verilen vaadlerin âcilen yerine getirilmesini isterken, siyasî iktidar “açılım” kapsamındaki bu taahhüdleri seçim sonrasına bırakma taktiğinde… Peki, Erdoğan’ın partisinin Kızılcaham’daki toplantısında, BDP’yi tehditle oy almakla suçlayıp, “780 kilometrekarelik vatan topraklarında herhangi bir operasyona ve ameliyata izin vermeyiz” sözü üzerine, BDP’nin diğer Eşbaşkanı Demirtaş’ın Meclis grubunda yakınıp, “Sayın Başbakan beyin ameliyatı mı geçirdi?” tepkisinin anlamı ne? Gerçekten sözü edilen bu “ameliyat” nedir? Ankara, bu “ameliyat”a izin verecek mi? 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Köşk’teki “tek” ve “eşli” resepsiyon |
Cumhuriyet’in 87. kuruluş yıldönümü önceki gün kutlandı. Kutlamaların bu seneki tartışması da Köşk’te “tek” ve “eşli” olarak verilen resepsiyondu. Cumhurbaşkanlığına seçilmesinin ardından öğle saatlerinde tek resepsiyon veren ve sonraki iki yılda Köşk’teki resepsiyon dâvetlerine iki ayrı resepsiyon formülü bulan Abdullah Gül, öğlen saatlerinde verdiği resepsiyona “A tipi” protokole dahil olan devlet erkânını “eşsiz”, akşam saatlerindeki resepsiyona da medya, san'at, sivil toplum temsilcilerini de eşli dâvet ediyordu. Bunun sebebi de kendinden önceki Cumhurbaşkanı Sezer’in başörtülü eşleri resepsiyona dâvet etmemesiydi. Gül’ün “tek resepsiyon” yapacağı haberlerinden sonra özellikle CHP ve askerlerin resepsiyona gelip gelmeyecekleri haftalar öncesinden tartışılmaya başlandı. CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’nin, “Ne oldu da iki resepsiyon bir resepsiyona indi? Bu, kamuda çalışanlara da türban taktırmanın, ilköğretimdeki çocuklarımıza da türban taktırmanın Çankaya’dan başlangıcı mı acaba? Onun için katılmıyoruz” sözlerinden sonra gözlerin çevrildiği Kemal Kılıçdaroğlu, “resepsiyona daha çok var” diyerek geçiştirirken, partinin yetkili organları “serbest bırakma” kararı almıştı. Kılıçdardoğlu ise kararını son güne bırakırken “halkla beraber kutlayacağım” diyerek İstanbul’a gitti. Ve bazı milletvekillerinin Köşk’teki dâvete katılacağını söylemişti. İnce’nin bu katı tutumu ve Kılıçdaroğlu’nun durumu idare etmeye çalışır görüntü vermesi CHP’deki çatlağın olduğunu gösteriyor. İnce’nin üste yazdığımız sözleri ile Kılıçdaroğlu’nun “Hanımefendiye gerçekten müthiş bir haksızlık yapıyoruz. ‘Türban taktı diye biz oraya gitmiyoruz’ yanlış böyle bir şey. Onun giyim kuşamı onun sorunu, bizim değil. Bunu türban olayına bağlamak veya o çerçevede görmek son derece büyük bir yanlış, doğru değil. Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil. Eğer böyle bir algı varsa bu tamamen yanlış. Böyle bir algının arkasında dursaydık zaten milletvekillerimiz de gitmezdi” sözlerini alt alta koyduğumuzda bunun en güzel ispatı oluyor. Gerginliğin bir başka sebebi de, Köşk’teki resepsiyondan yarım saat önce Genelkurmay Başkanı Koşaner’in başkanlığında Merkez Orduevi’nde Ankara Garnizonu’ndaki subayların dâvetli olduğu “alternatif” bir resepsiyon düzenlenecek olmasıydı. Askerlerinde tutumu merak ediliyordu. Bu konuda değişik tahminler yapılıyordu. Ağırlıklı görüş ise gelebilecekleri yönündeydi. Hürriyet Başyazarı Oktay Ekşi’nin katıldığı bir televizyon programında, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının Cumhurbaşkanının verdiği resepsiyona katılacağını umduğunu belirtip; “Katılmamalarının çok büyük bir ayıp olacağını düşünüyorum” şeklindeki “sürpriz çıkışı” da bu tahminleri güçlendiriyordu. * * * İşte böyle bir ortamda biraz da gerginlik içinde yapılan resepsiyona gazetemizi temsilen Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’le birlikte katılırken dâvete katılanlarla görüş alış verişinde bulunduk. “Türkiye’de demokrasinin önünü siz açtınız” diyen Prof. Dr. İhsan Dağı, Risale-i Nur Sempozyumundaki konuşması ile büyük takdir toplayan Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez, eski Başbakanlardan Yıldırım Akbulut, Prof. Dr. İskender Pala, gazeteci Yavuz Donat, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Kezban Hatemi, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Osman Güneş, Hak-İş Başkanı Salim Uslu, Memur-Sen Başkanı Ahmet Gündoğdu, TGTV Başkanı Necati Ceylan, ayak üstü sohbet ettiğimiz kişilerden sadece bir bölümüydü. Resepsiyonun verileceği balo salonu baştan tırnağa yenilenmiş ve salonda beyaz renkler hâkimdi. Bir yenilik de, görüntü olmak için bundan önceki senelerde bütün basın kuruluşların muhabir ve kameramanların alındığı salona bu kez sadece TRT, AA ve bazı ajansların alınmasıydı. Gül, yaklaşık 2 saat boyunca anonsla dâvet edilen misafirleri eşiyle birlikte karşıladı. 20 dakika geç başlayan resepsiyona TBMM Başkanı, Başbakan, bazı bakanlar, BBP, DSP ve BDP Genel Başkanları, medya mensupları, STK temsilcileri ve san'atçılar katılırken CHP sadece iki milletvekiliyle temsil edildi. Bu milletvekillerinin de DSP’den partiye sonradan katılan milletvekili olmaları dikkat çekiciydi. Dâvetliler arasında askerlerin son ana kadar gelebileceğini düşünenler olsa da, bu olmadı. Askerlerinin dâvete icabet etmemelerine Erdoğan “Bu gecenin resepsiyon Köşk’tür. Cumhur’un başı burada. Cumhur da burada. TSK temsilcileri bugüne kadar resepsiyonda oldular. Gelmeliydiler” derken, Bahçeli, “Cumhuriyetin 87’nci yılında cumhuriyetin tüm unsurlarının burada olması gerekir. Bu üzücü bir manzara. Hiçbir gerekçe buradaki tablo için kabul edilemez” diye tepki gösterirken, Gül’ün bir sorular karşısında “yorum” yapmaması dikkat çekiciydi. Aslında, gündüz yapılan törenlerde iktidar partisi ile ana muhalefet partisi liderinin, liderlerin yüksek yargı organları ile “küs” görüntüleri gerginliğin habercisiydi. Birbirlerinin yüzlerine dahi bakmamaya özen gösterilmesi Türkiye’nin normalleşme açısından fayda sağlamayan bu görüntülerin ülkenin sorunlarının çözümünde de ortak bir konsensüs sağlanamayacağını ve asgarî müştereklerde dahi birleşilemeyeceğini gösteriyordu. Alternatif resepsiyon düzenleyen komutanların “başkomutan”ın dâvetine icap etmemesi de önümüzdeki günlerin önemli bir tartışma konusu olacaktır. Bu tutumun yeni bir gerginliğin habercisi olup olmadığını bekleyip göreceğiz. Demokratik bir cumhuriyetle, cumhurla kucaklaşacak bir dönemde bunların aşılacağını ümit ederken, bu seneki resepsiyondan bazı kesitleri aktarmış olduk. Yorumu da size bırakıyoruz… 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Adalet ve başörtüsü hakkı |
Bediüzzaman’ın modern çağlara ilişkin en önemli içtihatlarından biri, adalet teorisine ilişkin olanıdır. Adalet-i mahza (mutlak/tam adalet) ve adalet-i izafiye (nisbi/göreceli adalet) hakkında yaptığı açıklamadan sonra ortaya şu hükmü koyar: “Adalet-i mahzâ kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.” (Mektubat, s. 57) Konu hakkında ışık tutucu bir açıklaması da şudur: “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir … meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Halbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur.” (Mektubat s. 47) Yani daha büyük zarardan kaçmak ve böylece daha büyük ve olumlu bir duruma ulaşmak için küçük zarara razı olmak gerekir ve bu adildir. Ancak büyük zarar kesin gelecek olmalıdır ki küçük zarara razı olunabilsin. Yoksa, elde mevcut bir hak, ileride meydana gelebilecek küçük ya da büyük bir zarar “ihtimali”nin varlığına dayanılarak ihlâl edilemez. İzafî de olsa adalete yönelmek ile adalet edeyim derken zulmetmek arasındaki bu farkı önce iki örnekle açıklayalım: Birincisi; teröristler, içinde yüz yolcu olan uçağı kaçırdı, pilotu devre dışı bıraktı ve intihar dalışı için uçağı şehrin merkezine yöneltti. Şehrin üzerine yaklaşıp da intihar dalışı kesin hale geldiğinde iki ihtimal var: Ya uçağı erkenden biz düşüreceğiz ki sadece uçaktakileri feda edelim, ama şehirdekiler kurtulsun. Ya da uçaktakilerin ölümüne sebep olmayacağız deyip pasif kalacağız, ama hem şehirdekiler, hem uçaktakiler ölecek. Bu halde uçağı şehre varmadan düşürmek adalet-i izafiyedir ve bir tür adalettir. Zira adalet-i mahza mümkün değildir, yüz kişi her halde ölecektir. İkinci örnek şu: İdam mahkûmu azılı katiller hapisten kaçtı, boş bir uçağı ele geçirdi, pilotunu rehin aldı ve havalandılar. Sınırı geçerlerse kurtulacaklar. Kurtulurlarsa hem öldürdükleri masumların kanı yerde kalacak, hem de başka suçlar da işleyebilecekler. Rehine pilot gözümüzün içine bakıyor ve “Uçağı vurmayın, bırakın kaçsınlar, beni kurtarın” diyor. Bu halde iken, suçlulara ceza vermek adına hayatını feda etmeyi reddeden masum rehineyi kendi iradesine rağmen feda edip uçağı düşürmek hiçbir biçimde adalet değildir, zulümdür. Zira suçluları cezalandırmayı sonraya bırakmak ve rehineyi kurtarmak amacıyla uçağın gitmesine göz yummak mümkündür. Yani mutlak adaletin tatbiki mümkündür ve dolayısıyla izafi ya da nisbi adalet bu halde “adalet değil zulümdür.” Adalet etmek isterken zulmetmenin başörtme yasağı ile ilgisine gelince: Başörtüsü yasağını savunanların ileri sürdükleri en önemli ve çevremdeki yasakçıların çoğuna makul gelen gerekçe şöyle: “Örtünmek serbest olursa başörtülülerin bu giyim biçimi başı açıklar üzerinde onların da örtünmeleri yolunda bir baskı oluşturur ve bu bir haksızlıktır”. Ya da “örtünmek serbest olursa başörtülülerin sayısı artar ve çoğunluğa ulaştıklarında bu kere onlar başı açıklara örtünme baskısı yaparak zulmedebilirler”. Böylece yapılan şu: “Kamu düzeni” denilen soyut algının gelecekte bozulabileceği endişesiyle, bu günden haksızlık ve zulüm yapmak ya da mevhum kamu düzeni adına yapılan zulme razı olarak zalime ortak olmak. Aslında buna “bugünkü kamu düzenini gelecekteki kamu düzenine feda etmek” de denebilir. Zira bu yaklaşım sahipleri güya adalet istiyor, ama “eldeki adaleti daldaki adalete” bile bile feda ediyor ve safdil zavallıları da “karanlık gelecek”le korkutarak yanına çekiyor. O halde yapılması gereken şudur: Bu günkü iktidar sahipleri ve geleceğin muktedir adayları, bu yüksek adalet dersini tam almalı ve dersini aldığını çevresine tam olarak hissettirmelidir. Zira, zorla ve haksız olarak başının örttürüleceğinden korkan vatandaşlarımız, ancak bu sayede, korkularının yersiz olduğunu anlarlar; ve “korkak düşman” durumundan, “samimî ve özgür dost” statüsüne geçebilirler. Yine ancak bu sayede adalet düşmanları deşifre edilebilir ve milletin fertlerinin yersiz korkuları tam izale edilebilir. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Dünya saltanatı verilse kaç para eder? |
Gemlik’ten bayan okuyucumuz: “Cami’üs-Sağir’de geçen; ‘Kabir azabından Allah’a sığınınız. Cehennem azabından Allah’a sığınınız. Mesih-i Deccal’in fitnesinden Allah’a sığınınız. Hayatın ve ölümün fitnesinden Allah’a sığınınız’1 hadisini kısaca açıklayarak, ‘ölümün fitnesi’ sözcüğü ile kast olunanın ne olduğunu izah eder misiniz?”
Peygamber Efendimiz (asm) bu veciz hadislerinde, aslında neticede adalet gereği olan bazı olumsuz sonuçlardan Allah’ın rahmetine sığınmamızı öğütlüyor. Bunlardan ilki, kabir azabıdır. Kabir azabından Allah’a sığınmalıyız. Her ne kadar kabir azabı, bizim günahımıza karşılık ve mahşere de mahsuben başımıza geliyorsa da, Allah dilerse şüphesiz bunu başımızdan tamamen kaldırır. Yani bizi bağışlar ve günahımızı tamamen affeder. Ancak şüphesiz bunun için bizim adım atmamız gerekiyor. Diğer yandan kabir azabından Allah’a sığınan kişi, kabir azabı ile neticelenen günahı bir daha işlememeye de azmeder. Bunun için bu hem bağışlanmamız, hem de söz konusu günaha karşı gaflete kapılmamamız için önemlidir. Peygamber Efendimiz’in (asm) Allah’ın rahmetine sığınmamızı istediği ikinci büyük tehlike, Cehennem azabıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Cehennemden kurtulmak “nev-î beşerin en büyük mes’elesi”dir.2 Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere bütün peygamberler ve bütün ehl-i hakikat “Ecirnâ minennâr! Ecirnâ minennâr! Ecirnâ minennâr!” (Cehennemden bizi hıfz eyle!) diyerek Cehennem azabından Allah’a sığınmışlardır. Nitekim Bediüzzaman’ın sabah ve akşam tesbihatına koyduğu uzunca bir duâ zincirinden hemen yarısını Cehenemden, ateşten, nârdan, Allah’ın kahrından, azabından ve fitnelerden Allah’a sığınış ifadeleri oluşturuyor. Peygamber Efendimiz’in (asm) bizi sakındırdığı diğer gaileler fitnelerdir. Hadis dilinde öyle bir belâğat var ki, tek cümle içinde bütün fitneler özetlenivermiş. Bunlar Mesih ve Deccal fitneleri ile hayat ve ölüm fitneleridir. Fitne sözlükte zulüm, nifak, azdırma, baştan çıkarma, kargaşa, fesat ve imtihan mânâlarına geliyor. Deccal’in yalancı cenneti, doğruları eğip bükerek yanlış hale getirmesi, yanlışı allayıp pullayarak doğru diye yutturması ve zihinleri idlâl etmesi tam bir fitne ve fesat işidir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, deccalin “Şahs-ı sûrîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan, surî, cebbârâne olan hâkimiyetine ulûhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır.” 3 Deccal fitnesi dehşetlidir. Mü’mini bir anda münafık ve nifak ehli durumuna sokabiliyor. Bu açıdan bu dehşetli fitneden Allah’a sığınmamızı Efendimiz (asm) duâ listesine almıştır. Peygamber Efendimiz (asm) veciz ifadesine devamla fitne için öyle iki kavram kullanmıştır ki, bütün fitneleri kapsamı içine alıyor: Hayat ve ölüm fitneleri… Hayatta ve ölümde karşılaştığımız, başımıza gaile açan bütün fitneler! Peygamber Efendimiz’in (asm) istiâze cümlesini Üstad Bediüzzaman tesbihatında şerh ediyor: Hayatta gailemiz olan, belâmız olan, kendisinden Allah’a sığındığımız fitneler: Dinî âfetler, dinî musîbetler, dünyevî musîbetler, dünyevî âfetler, ahir zaman fitneleri, Mesih, Deccal ve Süfyan fitneleri, hayatı acılaştıran her türlü kazalar ve belâlar, her türlü dalâlet ve bid’atlar, nefs-i emmare fitnesi, bütün nefislerin Fir’avunvârî fitneleri, kadın şerri, fitnesi ve belâsı, riya, gösteriş, ucb ve fahr fitneleri, dinsiz tecavüzü, münafık şerri, fasık fitnesi… Bütün bu fitneler hayatta bazen yerin ve zamanın gereği, bazen bizim dikkatsizliğimizden ve gafletimizden fırsat bularak, bazen düşmanın fesadından, ama muhakkak imtihan için başımıza türlü çoraplar örmekte, türlü gaileler açmaktadırlar. Bizi avuçları içine aldığında dünyamızı kaybetmek bir yana,—maazallah—ahiretimizi de kaybetmekle yüz yüze gelebilmekteyiz. Keza ölüm fitnesi olarak, öncelikle son nefesimizde imanla gitmemek tehlikesi, dehşetli bir tehlike! Bediüzzaman diyor ki: “Herkesin, iman mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâkî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?” 4 Ölüm sarsıntısından, ölüm sarhoşluğundan, sekerattan, ölüm esnasında şeytanın verdiği türlü vesvese ve desiselerden ve ölüm acısından tutun, ölüm dolayısıyla geride bıraktığımız malın varislerimize açtığı mal fitnesine, Münker ve Nekir’in kabir suâline ve kabir azabına kadar ölüm sebebiyle başımızda bulunan fitneler vardır. Bu fitnelerden de Allah’a sığınmamız inşâallah o fitnelerden bizi mahfuz kılar. İşte Üstad Bediüzzaman’ın sünnetten iktibasla sabah ve akşam namazlarına aldığı sığınma cümleleri ihtivâ eden duâsı ile bütün bu azap ve fitnelerden Allah’a sığınmamız—inşâallah—mümkün oluyor.
Dipnotlar: 1- Cami’üs-Sağir, No: 2732. 2- Asa-yı Musa, s. 45. 3- Mektubat, s. 61. 4- Asa-yı Musa, s. 21. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Eden bulur; kader adalet eder |
Yoksul ihtiyarın biri gittiği her yerde: “Kim ne ederse karşılığını mutlaka görür. Sanma ki, kötülük edenin kötülüğü yanına kalsın” diye tekrarlardı. Kadının biri, her gün onun bu sözlerinden bıkmıştı. Bir gün “Şuna bir kötülük yapayım da, görsün bakalım herkes ettiğini bulacak mı?” diye bir plân yaptı. İhtiyar dilenci evinin önünden geçerken içine zehir koyarak hazırladığı böreği ona verip: “Al bunu, senin için yaptım” dedi. İhtiyar çok memnun olmuştu. Hemen torbasına koyup karnını doyurmak için köyün dışında bir çeşmenin başına gitti. Böreği çıkardı, tam yemeye hazırlandığı sırada uzaklardan geldiği belli olan bir asker: ”Amca çok uzak yollardan geliyorum. Çok açım. Şu börekten bir miktar versen de yesem olmaz mı?” dedi. İhtiyar hiç tereddüt etmeden torbasından çıkardığı böreklerin tamamını ona verdi. Kendisi de torbasında günlerden beri sakladığı kuru ekmeğini yemeğe başladı. Asker afiyetle böreğin tamamını yedikten sonra çeşmeden de su içip adama duâ ederek ayrıldı. Günlerdir kendisini bekleyen annesine kavuşmak için yola çıktı. Eve geldi gelmesine, ama “Yanıyorum, ölüyorum!” diye feryat etmeye başladı. Annesi askerden gelen oğlunu bağrına basmış, sevinmesi gerektiği yerde üzülüyor, oğluna ne olduğunu anlamaya çalışıyordu: “Oğlum ne oldu sana? Dokunacak bir şey mi yedin yoksa?” diye sordu. O, zararlı bir şey yemediğini, sadece bir ihtiyarın yemek üzere torbasından çıkardığı böreği kendisine verdiğini ve adamın merhametine hayran kaldığını söyledi. Kadın: “Eyvah oğlum! Seni ben zehirledim. Adamcağız ‘Eden bulur’ diyordu. İşte ettiğimi buldum!” diye feryad u figân ile yırtınmaya başladı, ama iş işten geçmişti… *** Kader mutlaka adâlet eder. Bu dünyada her zaman ve zeminde hakkımızı alamayız belki. Kimi zaman zulme hedef olurken, kimi zaman da biz haksızlık eder, zulme sebep oluruz. Kadere imân eden, “Ah ne yaptım, ne ettim de bu başıma geldi?” diye isyanvârî bir tutum takınamaz. Çünkü, ne zaman, nerede, kime karşı, nasıl bir haksızlık yaptığını bilemez. Dün ne yediğimizi unuttuğumuza göre, kime, ne zaman, hangi yanlışı yaptığımızı nasıl aklımızda tutabiliriz ki? İşte kader, ezelden ebede, her şeyi bir anda kuşatıp görür ve herşeyin hakkını verir. “İnsan zulmeder, kader adâlet eder” hakikati ortaya çıkar. Sadece insanlara karşı kusur işlemez, haksızlık etmeyiz; bazen eşya, hayvan ve sâir mahlûkatın da hakkını yiyebilir, hukuklarını çiğneyebiliriz. Kimi zaman da musîbet ve hastalıklarla imtihan ediliriz. Peygamberlerin ve evliyaların başına gelen sıkıntı ve musîbet, elbette haksızlık yaptıklarından değildir. Onlar da imtihan edilir, sabır ve irâdeleri güçlendirilir. Ve daha bilemediğimiz binlerce hikmet gözetilir. Kaderin tecellisi içinde adâlet de olur, imtihan da vardır. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
|
Zaman tünelinde Eskişehir yolculuğu |
1935 yılının bir bahar günüdür. Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri 120 kişilik bir grup olarak Isparta’da tutuklanarak kamyonlarla Eskişehir’e sevk edilirler. Zira, “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!” gibi uydurma gerekçelerle, hükümeti aldatıcı tertip ve suçlamalarla Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde, idam kastıyla ve muhakkak sûrette mahkûm edilmesi emriyle haklarında dâvâ açılmıştır. Talebelerinden ayrı olarak bir koğuşa yerleştirilir. 1936 Mart’ında tahliye oluncaya kadar 11 aylık süre içinde çok zor şartlar altında yaşarlar.Otuzuncu Lem’a olan İsm-i Azam Risâlesi, Birinci ve İkinci Şuâ’lar, 28. Lem’a isimli eserleri böyle bir ortam içinde parça parça telif edilir. Çoğunlukla çaydanlık altına yapıştırılan küçücük pusulalarla talebelerine ümit ve şevk aşılayan derslerini ulaştırır. Bugün rahat koltuklarımızda bu eserleri mütalâa ederken, konu başlarında yer alan kısacık notlar Bediüzzaman’ın Eskişehir günlerini bir nebze olsun bizlere hissettirir:
Eskişehir meyveleri…. Otuzuncu Lem’a “Eskişehir hapishanesinin bir meyvesi” olarak sunulurken “Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zâmı, İsm-i Azâmı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lem’a’dır” denir. Hapishane günlerinin Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “son meyvesi” muhteşem tevhid hakikatlerinin yer aldığı İkinci Şuâ’dır. “Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şuâ gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden….” der İkinci Şuâ’nın başında… “Bu Risâle benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü içinde çok mühim ve ince olan esrâr-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risâleyi anlayarak okuyan adam, imanını kurtarır İnşâallah…” diye de ekler.
27 Lem’a: Bir hukuk ve mantık şaheseri Eskişehir Hapishanesinin Mahkeme Müdafaaları Risâle-i Nur Külliyatı içinde 27. Lem’a olarak isimlendirilir. Bir kısmı Tarihçe-i Hayat isimli eserin Eskişehir Hayatı bölümünde yer alır.
28 Nükteli 28. Lem’a… “Eskişehir Hapishanesinde ihtilattan ve konuşmaktan memnu olduğum zamanda karşımdaki kardeşlerime teselli için yazdığım kısacık fıkraların bir kısmıdır” sunumuyla başlayan muhteşem 28. Lem’a’nın ilk nüktesi hapishane günlerinin lâtif bir hatırasıdır. Hz. Ali’nin (ra) ilminden istifade ile kaleme alındığı ifade edilir…
Birinci Şuâ… “Ve Ondan yardım dileriz” âyetiyle başlar bu bahis. “İki acip suâle karşı, def’aten hatıra gelen garip cevaptır” sunumuyla devam eder. Sorulardan birincisi “Fatiha, Yasin, Kur’ân hatimi gibi okunan kudsî şeyler cüz’î tek bir hediyedir. Bir anda hadsiz insanlara ve bölünmeden hediye edilmesini akıl almaz” şeklindedir. Cevap muhteşemdir. İkinci soru, “Hz. Ali (ra) ve Gavs-ı Azam’ın eserlerinden Risâle-i Nur’a şahitler gösteriyorsun. Oysa asıl söz sahibi Kur’ân’dır. Kur’ân Risâle-i Nur hakkında ne söyler?” şeklindedir. Bediüzzaman 33 Kur’ân âyetinden delilleri sıralar. Nur, Hud, Ankebut, Hicr, En’am, Hadid, Yunus, Bakara, Lokman, Âl-i İmran, Nisa, Fussilet, Tevbe, Maide, Tahrim, İsra, Yusuf, Ra’d, Şuarâ, Kasas, Kalem, Zümer, Saf, İbrahim Sûrelerinden alınmış âyetlerdir bunlar.. Gençlik yazı, ihtiyarlık güzü, kabir kışı… 75 sene öncesi… 1935 senesinin 29 Ekim’inde Bediüzzaman Hazretleri Eskişehir Hapishanesindedir. Pencereden karşıdaki lisenin bahçesinde gülerek danseden kızların hâlini tefekkür eder. Manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetlerini görür. Elli altmış talebeden kırk ellisi kabirde toprak olmuş azap çekmektedir. On tanesi yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görmektedir. Onların acınacak hallerine ağlar. Ağlama seslerine gelen talebelerini “Gidin! Beni yalnız bırakın!” sözleriyle yanından gönderir. “Gördüğüm hakikattir, hayal değil! Nasıl ki bu yaz ve güzün sonu kıştır, aynen öyle de gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.” der Bediüzzaman. “Elli sene önceki hadiseleri sinemada nasıl seyredebiliyorsak, gelecekteki halleri de gösterebilen bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefahet elli altmış sene sonraki vaziyetleri seyretseler, şimdiki güldüklerine ve gayri- meşrû keyiflerine nefret ve teellümlerle ağlayacaklardı” diye de ekler. Onun ağlaması, kendisi, iman hizmeti ya da talebeleri için değildir. Gülerek raks edenlerin istikbaldeki hallerine ağlamaktadır. Çünkü o bir şefkat kahramanıdır… 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Hüseyin GÜLTEKİN |
|
Bu yasaklar eskiden nasıl çözülüyordu? |
Ne garip ki, başta siyasîler olmak üzere kimi zinde güçler başörtüsü meselesini gündemde tutup konuştukça, bu iş daha da çözümsüzlüğe doğru giden, içinden çıkılmaz bir hâl alıyor. Bu saydıklarımız, başörtüsü problemini tamamen gündemlerinden çıkarıp hiç konuşmasalar, mesele belki daha kısa ve kolay halledilecek. Gerek referandum süresince, gerek ondan sonraki günlerde çözümden yana demeçler vererek, başörtüsü mağdurlarına ve bütün bir millete umut dağıtan siyasiler; aradan geçen zaman içinde birbirini samimiyetsizlikle suçlayarak, topu birbirine atarak, önemli bir şeâir olan başörtüsü meselesini bir seçim malzemesi hâline getirerek, bu işi iyice çözümsüzlüğe soktular. Bu derecede olmasa dahi, eskiden de bu çeşit keyfî, mantıksız yasaklar vardı. Başta siyasiler ve diğer yetkili merciler, bu yasakları nasıl çözüyorlardı? Hangi tedbir ve yaklaşımlarla bu çeşit kanunsuz uygulamaların üstesinden geliyorlardı? Öteden beri kanayan bir yara, süregelen bir problem olsa da, başörtüsü meselesi eskiden asgarî düzeyde idi. O günleri yaşayan birisi olarak, o zamanki keyfî ve kanunsuz yasakların lokal olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Ve bunlar da fazla şaşaalandırılmadan, başka yerlere sirayet ettirilmeden çözülüyordu. Meselâ; yetmişli yılların ortalarında bizzat içinde bulunarak şahit olduğum şu olay, yaşamakta olduğumuz başörtüsü olayının çözümü noktasında iyi bir örnek olsa gerek: O tarihlerde bir arkadaşımızın ilçe sağlık ocağında başörtüsü ile çalışan eşini, sağlık ocağının yetkili bir doktoru, başörtüsünü çıkarması hususunda uyarıyor. Bu keyfî uyarı ve ikazların ardı arkası gelmeyince, biz de böyle keyfî uyarıya muhatap olan hanımın beyi ile beraber, o zaman iktidarda bulunan Adalet Partisi’nin İl Başkanına bu durumu söyledik. İl Başkanı da, derhal telefonla İl Sağlık Müdürüne biraz sitemli ve sert bir ses tonu ile bu şikâyetimizi bildirdi. Parti İl Başkanı’nın, İl Sağlık Müdürü’nden aldığı kesin cevap; bu kanunsuz sıkıntıya sebep olan ilgili doktorun derhal uyarılacağı, bir daha böyle keyfî icraatlara asla tevessül edilmeyeceği yönünde oldu. Parti İl Başkanı, hadisenin tekerrürü durumunda ise kendisinin haberdar edilmesini ifade etti. Ve gerçekten bu sıkıntı sühûletle halledildi. Arkadaşımızın eşi başörtüsü ile işine devam etti. Yine buna benzer bir olayı da bizzat ben yaşadım. Yetmişli yıllarda bir ilçede, şimdiki adı ile İlçe Millî Eğitim Müdürlüğü, o zamanki adı ile İlköğretim Müdürlüğü vazifesinde bulunurken, ilçenin çeşitli okullarında başörtüleriyle çalışmak isteyen bir kaç öğretmen vardı. “Acaba başörtümüzle sınıfa girebilir miyiz, buna izin verirler mi, birileri bizi şikâyet eder mi?” şeklindeki korku ve tedirginliklerini anlayınca, ben hemen hepsine hiç korkmadan, çekinmeden başörtüleriyle derslere girebileceklerini, bunun yasak olmadığını, bütün mes’uliyeti üstlendiğimi söyledim. Vazifede kaldığım müddetçe, o bayanlar başörtülerini hiç çıkarmadan işlerine devam ettiler. Bu iki basit örnekte görüldüğü gibi eskiden vuku bulan bazı keyfî ve kanunsuz yasaklar böyle hallediliyordu. Şimdikilerin bunalıp içinden çıkamadıkları sıkıntı ve problemler, çözüm makamında bulunan siyasilerin ve işgal ettikleri makam ve mevkilerin sorumluluklarının bilincinde olan zevatın cesurane girişimleriyle hallediliyordu. Bu uğurda elbette bazı bedeller de ödeniyordu. Çünkü bu gibi mantıksız yasakları savunan ve bu yasakların devam etmesinden yana tavır içinde olan zinde güçler o zaman da vardı. Ama her nasılsa o zamanki siyasiler ve üstlendikleri vazifenin idrakinde olan bir çok idareci, öyle fazla sürtüşmelere, çekişmelere fırsat vermeden, sessiz sedasız, bu işi çözebilme maharetini gösteriyorlardı. Milletin bu sıkıntılarını dert edinen, devam edegelen bu problemin son bulması için çalışan samimî siyasilerin ve idarecilerin bulunduğuna elbette inanıyoruz. Görünen o ki, bunların sayıları veya dirayetleri kâfi gelmemiş olmalı ki, bu keyfî yasaklar halen devam ediyor. Samimî yetkililer olduğu gibi, gerçekten bu problemi çözmekten öte çözecekmiş gibi görünüp, bu işi seçim malzemesi yapmaya çalışan ve bu çözümsüzlükten faydalanmaya çalışan siyasilerin varlığı da ayrı bir gerçek. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
Haydi, çocuklar uyuyoruz |
Gece olunca uyku sorunu çekenlerdenim. Haliyle sabah da uyanamıyorum. Ve sabahın o ilk saatlerindeki uykunun tadı ise hiçbir şey de yok. Bazen söyleniyorum “Şu saatteki uykumun lezzeti gece verilse ne iyi olurdu.” Hele bir saat var ki efsunlu gibi, geçti mi halim harap. O saatten sonra uyumak için duâ ediyorum. Akşam uyuma, sabah kalkamama ise sanırım çağın hastalığı. Dikkat etmek gerekiyor. Ancak erken kalkmamı engelleyen faktörlerden biri de nemli bir bölgede yaşamam. İstesem de üzerimde ki o kırgınlığı atıp uyanamıyorum. Sabah uyanırken sanki gece inşaatta çalışmışım gibi kendimi yorgun hissediyorum. Hatta “biraz daha” derken bir saati geçiriyordum. Di’li geçmiş zamanla anlatıyorum bu durumumu çünkü artık bu günlerim mazi olmuş durumda. Bir buçuk yıldır gece kaçta yatarsam yatayım yedide uyanıyorum. Aslında uyanmama şansım yok. Kızım kurulmuş saat gibi hiç şaşmadan aynı saatte uyanıp, gözlerimi açma derdine düşüyor. Yastığımın altındaki gözlüklerimi alıp, takmam için ısrar edince “Tamam. Sen galipsin” diyerek kalkıyorum. Hiç olmadığım kadar dinç ve huzurlu buluyorum bu aralar kendimi. Boşuna dememişler: Kadınlar zayıftır. Ama anneler güçlü. Bu sözü yaşayarak onaylıyorum. Hele çocuklar hepsinden daha güçlü. *** Derken son dönemde saatler 9.30’u gösterdiğinde televizyonda bir yazıya denk geldim: “Haydi çocuklar uyku saati.” Sanırım bu uyarı yedi yaşından sonraki çocuklar için yapılıyor. Ancak bu uyarıyı üç gün önce görünce birkaç soruya takılıp kaldım. Bu saate kadar kalmış bir çocuğa ‘kalk uyu’ demek haksızlık değil mi? Hele de güzel bir dizi izliyorsa, dizide ki bölüm düğümü çözüleceği anda bir yazı; “haydi uyu.” Üstüne ailenin diğer fertleri güzel bir çay sohbeti kurmuşsa… Birazdan meyve saatine girilecekse, hararetli bir sahnenin ortasındalar ve “haydi sana bu kadar. Kestik..” demek ne kadar doğru? Şimdi bu çocuk ailesine dönüp: “Siz neden uyumuyorsunuz?” dediğinde, anne “ben anneyim ve istediğim saatte uyurum.” ya da “Ben babayım sana mı soracağım uyuyacağım saati?” diye mi cevaplayacaklar? Bunun karşılığında çocuk: “Ben de senin kölen miyim? İstediğin saatte—haydi köle uyu—diyerek beni gönderemezsin” dese ortaya nasıl bir sahne çıkar? Düşündük mü? Tabiî bu kadar sorudan önce, “bBu çocuğun televizyon başında ne işi var?” diye sormam gerekir ki, daha öncesinde sorulması gereken “Her haliyle örnek olması gereken ebeveynin, televizyon başında ne işi var?” sorusunu sormuyorum. Şimdi çocuk inatlaşıp gitmese, “asi çocuk mu olur?” Ya da “kuşak çatışması mı çıkar?” Yoksa “bu zamanın çocukları hiç söz dinlemiyor mu?” denir. “Hadi televizyonu kapatıp uyuyalım” sözü ebeveynden gelse daha farklı olurdu. Ancak biliyorum ki, bu sözü söyleyecek baba ya da anne o saatte televizyon ekranına çocuklarıyla bakmazdı. Bu günlerde gece olunca bazı evlerden sesler duyarım. Babam, “Bazı anlarda gözyaşı ağır olur” demişti. Acaba o ağırlık mı değiyordu kulaklarıma? Bilemiyorum. 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet YAŞAR |
|
Bizim Radyo durmuyor |
Bizim Radyo’nun yayın faaliyetlerinden sizleri haberdar etmek için yine birlikteyiz. Malûmunuz üzere 17 Ekim Pazar günü Beyazıt Meydanı’nda Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR'ının muhteşem final programı gerçekleştirildi. Böylesi bir çok programı sizlere radyomuzdan defalarca ulaştırmıştık. O gün Beyazıt Meydanı’nda olamayan dostlarımız için bizler yine görevimizin başındaydık. Programın heyecan dolu güzelliğini Bizim Radyo aracılığıyla bütün dünyaya taşımış olduk. Açık alanda yapılan bir faaliyetin naklen yayını olması dolayısıyla radyomuz açısından da bir ilki gerçekleştirmiş olmak ayrıca bizim açımızdan sevinç verici oldu. O gün itibariyle yapmış olduğumuz yayınların arşivleri ve Beyazıt Meydanı’ndaki faaliyetimizin görüntüleri www.bizimradyo.fm internet adresinde ve resmî facebook sayfasında bulunmakta olup dinleyicilerimizden gelen olumlu tepkiler için de her birine bir kez daha şükranlarımızı sunuyoruz. Bizim Radyo olarak her zaman yeni ve farklı programları sizlere sunmak için gayret gösteren Bizim Radyo’da yenilikler devam ediyor. Geçtiğimiz haftalarda yayına başlamış olan kuşak programlarımızdan Toraman’ın hazırlayıp sunduğu “Z Raporu” bütün keyfi ve neşesiyle devam ediyor. Toraman hafta içi her akşam saat 18.30’da Suphi Dede ve bazen de Şoför Rıza abisiyle yol saatine neşe katarken, gündemin gerisinde kalan ilginç konulara değinmeden de duramıyor. Her Cumartesi günü ise saat 09.00’dan itibaren bütün dostlarımıza İbrahim Bedir’le “Merhaba İstanbul” diyoruz. Hafta sonu gazetelerine yansıyan haberler ve kaliteli müzikler eşliğinde tempolu ve dinamik bir program Bizim Radyo’ya kulak veren dinleyicilerimizle buluşuyor. Bahsi geçen iki programımız dışında yeni başlayan bir programımız Köprü, her Çarşamba akşamı saat 21.00’de yayında olacak. Risale-i Nur Enstitüsü Genel Sekreteri Şener Boztaş, Köprü Dergisi editörü Ahmet Dursun, Avukat Kadir Akbaş Türkiye ve dünyada gündem oluşturan konuları güncel tartışma programı Köprü’de ele alacak. Pazartesi günü itibariyle Bizim Radyo’ya özellikle gençlere daha da bir yaklaşın diyeceğiz. Çünkü Bizim Radyo’da ‘Genç Yaklaşım’ ismiyle yepyeni ve dinamik bir gençlik programına başlayacağız. Her Pazartesi saat 16.00’da Tubanur Telci ve Mehmet Yaşar’ın aylık gençlik dergisi Genç Yaklaşım’ın dosya konularını ele alacağı ve 15-30 yaş arası gençlerin yaklaşımlarına yer vereceği program Bizim Radyo’da olacak. Bizim Radyo yayınlarının ruhlara verdiği şifa ve teselli bundan böyle bedenî sıkıntı ve hastalıklarımız içinde söz konusu olacak. Genel Cerrahi Uzmanı ve Endoskopist Dr. Aytekin Coşkun sağlık sorunlarınız için, sorularınızı cevaplarken birçok hastalık konusunda da bizleri bilgilendirecek. Her Salı saat 20.00’de yayınlanacak “Dr. Aytekin Coşkun’la Şifa Yolculuğu”nu kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz. Yazımızın başlığında ifade ettiğimiz gibi, çok şükür ‘Bizim Radyo Durmuyor’, yeni yayınlar, yeni programlar ve yeni projeler için çalışmaya devam ediyor. Sizlerden gelen destek ve yardımlarla daha güzele ve iyiye ulaşacağımızdan emin olduğumuzu belirterek, her türlü görüş ve tekliflerinizi [email protected] elektronik posta adresine bekliyoruz. Son olarak dostlarınızın da ‘Hayat Frekansını’ yakalamak için Bizim Radyo’ya kulak vermesini sağlamaya devam edelim lütfen… 31.10.2010 E-Posta: [email protected] |