Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Savrulmalar ve denge |
Siyasetin dindarlar için en riskli ve tehlikeli alanlardan biri olduğu, sürekli tazelenen yeni örneklerle tekrar tekrar gözler önüne seriliyor. SP’de yaşanan en son bölünme sürecinde, referandum tartışmalarında, hattâ Hanefi Avcı ile ilgili gelişmelerde gördüğümüz gibi. Millî görüş çizgisinde, seçimleri “Müslüman sayımı” olarak niteleyen ve “Bize oy vermeyenler patates dinindendir” gibi söylemler kullanmakta beis görmeyen anlayışın, SP’deki son ihtilâfta, liderin iradesi hilâfına hareket edenleri “Vebal altında kalırsınız, ahiretiniz yanar” gibi tehditlerle uyarması, o çizgide herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığını yine gösterdi. Konjonktürel bir siyasî ihtilâfta bu çeşit değerlendirmeler yapılabilmesi, çok düşündürücü. Benzer ifadelerin, son olarak, istihbaratçı kimliğiyle şimdiye kadar yaptıkları tartışılan ve tartışılması da gereken, ama yazdığı kitap sebebiyle hışımları üzerine çekip derdest edilen ve tutuklanan Hanefi Avcı kast edilerek, “Allah insanları cehenneme gitme yoluna düşürmesin” dua ve temennîleri kılıfında seslendirilmesi de. Bu sözlerin, evvelce, din derslerini anayasa ile zorunlu kıldığı için Kenan Evren’i “cennetlik” ilân eden bir ağızdan sadır olması ayrı bir bahis. Referandum öncesi bazı adreslerce son derece hararetli bir şekilde yürütülen “evet” kampanyasında, paket için “evet” oyu kullanmayı ibadetle eşdeğer bir davranış olarak ilân eden ya da “Umre gerekçesiyle oy kullanmayanlar vebal altında” diye hükmeden fetvalar verilmesi de. Buna karşılık, aynı hararetle “hayır” kampanyası yürüten başkalarının “Müslüman bu pakete ‘evet’ diyebilir mi?” sualini ortaya atmaları da. İfrat ve tefritin bu gibi uç örneklerini sergileyenlerin bir kısmı, mensubu oldukları partiler adına bu tavrı koyarken, bir kısmının partiyle organik bağı yok, ama particileri dahi fersah fersah geçen bir siyasî aktivite örneği veriyorlar. Evvelce devrimlerle elde ettikleri devlet iktidarını demokrasinin defalarca canına okuyan ihtilâllerle elde tutmaya çalışan birileri tarafından her fırsatta gündeme getirilen “Mürteciler kadrolaşarak devleti ele geçiriyor” iddialarına da bu şekilde koz ve malzeme sunmuş oluyorlar. Ve daha vahimi, dinî ve manevî hizmetleri dünyevî iktidar çekişmelerinin konusu haline getiriyorlar ki, asıl vebal ve sorumluluk burada. Bu noktada, Başbakanın defaatle eleştirdiğimiz, ama tekrarlamaya devam ettiği bir sözünü hatırlıyoruz. Evvelce demokrasiyi araç olarak niteleyip kendisi hakkındaki şüpheleri güçlendiren Erdoğan, bilâhare bunları dağıtmak için “Demokrasi ve diğer sistemler gibi din de araçtır” diyerek farklı bir savrulma örneği vermişti. AKP liderine göre, onların hepsinin amacı insanın mutluluğu idi. Ama bu izahta da ciddî problemler vardı. Semavî bir hakikat olan dini, arzî ve beşerî sistemlerle bir tutmak, başlı başına bir handikaptı. Din için sarf edilen “araç” ifadesinin, dini siyaset aracı olarak kullanmakla itham edilen bir gelenekten gelen bir siyaset adamından sâdır olması da. Kendisi “Ben artık değiştim” diyerek, geldiği o çizgiyi reddetse dahi. Burada, amaç olarak gösterilen “insanın mutluluğu” kavramının da iyi irdelenmesi gerekiyor. Bizim inancımıza göre, gerçek mutluluk ancak Allah’a ve ahirete imanla mümkün. Ve asıl “saadet yurdu” ahirette kurulacak olan Cennet. Dünyadaki mutluluk da, bu iman ve şuur içinde yaşanacak ahirete endeksli bir hayatla kazanılabilir. Yani, insanı iki cihan saadetine ulaştıracak mesajlar, sadece dinde var. Diğer beşerî sistemler kendi başlarına bunu temin edemez. Çünkü onların ufku bu dünya hayatı ile sınırlı. Beşerî sistemlerin, eksik ve kusurlarıyla birlikte ideale en yakını olarak görülen demokrasi dahi, dinin getirdiği manevî değerlerle içi doldurulamadığı takdirde insanları mutlu edemez. Sonuç: Din-siyaset bahsinde dengeyi tutturabilmek için Said Nursî’yi çok iyi anlamak lâzım. 23.10.2010 E-Posta: [email protected] |