Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Savrulmalar ve denge |
Siyasetin dindarlar için en riskli ve tehlikeli alanlardan biri olduğu, sürekli tazelenen yeni örneklerle tekrar tekrar gözler önüne seriliyor. SP’de yaşanan en son bölünme sürecinde, referandum tartışmalarında, hattâ Hanefi Avcı ile ilgili gelişmelerde gördüğümüz gibi. Millî görüş çizgisinde, seçimleri “Müslüman sayımı” olarak niteleyen ve “Bize oy vermeyenler patates dinindendir” gibi söylemler kullanmakta beis görmeyen anlayışın, SP’deki son ihtilâfta, liderin iradesi hilâfına hareket edenleri “Vebal altında kalırsınız, ahiretiniz yanar” gibi tehditlerle uyarması, o çizgide herhangi bir değişikliğin söz konusu olmadığını yine gösterdi. Konjonktürel bir siyasî ihtilâfta bu çeşit değerlendirmeler yapılabilmesi, çok düşündürücü. Benzer ifadelerin, son olarak, istihbaratçı kimliğiyle şimdiye kadar yaptıkları tartışılan ve tartışılması da gereken, ama yazdığı kitap sebebiyle hışımları üzerine çekip derdest edilen ve tutuklanan Hanefi Avcı kast edilerek, “Allah insanları cehenneme gitme yoluna düşürmesin” dua ve temennîleri kılıfında seslendirilmesi de. Bu sözlerin, evvelce, din derslerini anayasa ile zorunlu kıldığı için Kenan Evren’i “cennetlik” ilân eden bir ağızdan sadır olması ayrı bir bahis. Referandum öncesi bazı adreslerce son derece hararetli bir şekilde yürütülen “evet” kampanyasında, paket için “evet” oyu kullanmayı ibadetle eşdeğer bir davranış olarak ilân eden ya da “Umre gerekçesiyle oy kullanmayanlar vebal altında” diye hükmeden fetvalar verilmesi de. Buna karşılık, aynı hararetle “hayır” kampanyası yürüten başkalarının “Müslüman bu pakete ‘evet’ diyebilir mi?” sualini ortaya atmaları da. İfrat ve tefritin bu gibi uç örneklerini sergileyenlerin bir kısmı, mensubu oldukları partiler adına bu tavrı koyarken, bir kısmının partiyle organik bağı yok, ama particileri dahi fersah fersah geçen bir siyasî aktivite örneği veriyorlar. Evvelce devrimlerle elde ettikleri devlet iktidarını demokrasinin defalarca canına okuyan ihtilâllerle elde tutmaya çalışan birileri tarafından her fırsatta gündeme getirilen “Mürteciler kadrolaşarak devleti ele geçiriyor” iddialarına da bu şekilde koz ve malzeme sunmuş oluyorlar. Ve daha vahimi, dinî ve manevî hizmetleri dünyevî iktidar çekişmelerinin konusu haline getiriyorlar ki, asıl vebal ve sorumluluk burada. Bu noktada, Başbakanın defaatle eleştirdiğimiz, ama tekrarlamaya devam ettiği bir sözünü hatırlıyoruz. Evvelce demokrasiyi araç olarak niteleyip kendisi hakkındaki şüpheleri güçlendiren Erdoğan, bilâhare bunları dağıtmak için “Demokrasi ve diğer sistemler gibi din de araçtır” diyerek farklı bir savrulma örneği vermişti. AKP liderine göre, onların hepsinin amacı insanın mutluluğu idi. Ama bu izahta da ciddî problemler vardı. Semavî bir hakikat olan dini, arzî ve beşerî sistemlerle bir tutmak, başlı başına bir handikaptı. Din için sarf edilen “araç” ifadesinin, dini siyaset aracı olarak kullanmakla itham edilen bir gelenekten gelen bir siyaset adamından sâdır olması da. Kendisi “Ben artık değiştim” diyerek, geldiği o çizgiyi reddetse dahi. Burada, amaç olarak gösterilen “insanın mutluluğu” kavramının da iyi irdelenmesi gerekiyor. Bizim inancımıza göre, gerçek mutluluk ancak Allah’a ve ahirete imanla mümkün. Ve asıl “saadet yurdu” ahirette kurulacak olan Cennet. Dünyadaki mutluluk da, bu iman ve şuur içinde yaşanacak ahirete endeksli bir hayatla kazanılabilir. Yani, insanı iki cihan saadetine ulaştıracak mesajlar, sadece dinde var. Diğer beşerî sistemler kendi başlarına bunu temin edemez. Çünkü onların ufku bu dünya hayatı ile sınırlı. Beşerî sistemlerin, eksik ve kusurlarıyla birlikte ideale en yakını olarak görülen demokrasi dahi, dinin getirdiği manevî değerlerle içi doldurulamadığı takdirde insanları mutlu edemez. Sonuç: Din-siyaset bahsinde dengeyi tutturabilmek için Said Nursî’yi çok iyi anlamak lâzım. 23.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Yasemin YAŞAR |
|
Kâfir olmak kader midir? |
İhtiyârî kaderle meydana gelen yani insan iradesinin devrede olduğu kötülükler, günahlar ve bunlara kaderî bakış açısının nasıllığı mesâil-i imanın önemli rükünlerindendir. Zira ‘Kader nefsi gururdan; cüz-i ihtiyari adem-i mes’uliyetten kurtarmak için mesail-i imaniyeye girmişlerdir.’ (Sözler, 26. Söz) Bediüzzaman’ın ahlâkî anlamda kötülük olan günahlara ve belâlara yaklaşımının hareket noktası insanın yaratılış hikmetleri ve kâinattaki rolüdür. İnsanın kendi iradesiyle meydana gelen kötülükler bu hikmetlere uygun hareket etmemesi neticesindedir. İnsanın yaratılış hikmeti, 1- Kâinattaki saltanat-ı rububiyeti itaatkârâne tasdik edip, kemâlâtına ve mehasinine hayretkârâne nezaret etmek. 2- Esmâ-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartarak, kalbin kıymetşinaslığı ile takdirkârâne kıymet vermek. 3- Mevcudat sayfalarını arz ve sema yapraklarını mütalâa edip, hayretkârâne tefekkür etmek. 4- Mevcudattaki ziynetleri ve lâtif san'atları ihsankârâne temâşâ etmektir. Yani insan, ubudiyet, ilim, şükür ve tefekkür için yaratılmıştır. Hilkatin en son meyvesi ve halife-i arzdır. İşte böylesine önemli bir varlık olan insan fıtratından uzaklaşıp bu hikmetlere zıt hareket ettiği takdirde kötülüğe mahal bir varlık haline gelmektedir. İnsana kaderden kıymetli programlar tevdî edilmiştir. Fakat nefs-i emmâre tahrip ve şer cihetinde azim cinayetler işleyebilir. Aynı insan şerde eli uzun, hayırda eli kısadır. Bu önemli ve aynı zamanda tehlikeli, yaptığı ameller veya zulümler ile kâinatın kaderini belirleyecek bir varlığın cinnî şeytanlara bile üstadlık edecek kadar kötülük kaynağı olmasını önlemenin yolu, enaniyeti ıslâh etmektir. Aksi halde enenin mahiyetini anlamayan şecere-i zakkumun meyveleri, insanlık kalitesini düşüren ve insan varlığına hakaret eden bir mahlûk olacaklardır. Zira insan yaratılış hikmetlerine uyduğu zaman ancak insan olabilir. İşte enenin varlığı ve onun bir unsuru olan bir cüz’i iradesiyle yaptığı tercihler pek çok musîbetin kaynağı olmaktadır. Bediüzzaman, esas kötülük anlamında musîbetin dine gelen musîbet olduğunu, masiyetlerin en kötüsünün din alanında zuhur ettiğini söyler. “Bir tek seyyie, bütün kâinatın tahkirini, bütün esma-i İlâhiyenin tezyifini, bütün imanın terzilini tazammun eder.” (23. Söz) Görülüyor ki, Bediüzzaman, küfür, masiyet, seyyiât, fısk gibi kavramları sadece ahlâkî, dinî açıdan ele almaz. Zira küfür ve seyyiâtla kâinatın tahkir edildiği tesbitini yapar. Dolayısıyla ihtiyarî kaderle ortaya çıkan kötülükler başka başka kötülüklere kaynak olmaktadır. İşaratü’l-İ’câz’da fasıklar ile ilgili meselede Bediüzzaman bunu şöyle izah eder: İnsan, “haktan udul, ayrılmak, hadden tecavüz ve hayat-ı ebediyeden çıkıp terk ettiği” zaman, “hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser, atar. Evet şehvet veya gazap haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimâl olur, masumlar mahvolur.” “ve keza dünya nizamının bozulmasını intaç edip, fesat ve ihtilâle sebebiyet verir.” “ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa hevâ-i nefse tabi olur kalbindeki şefkat-i cinsiye zail olur; kedisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla fasıklar hem nev’înin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.
Kâfir olmak kader midir? Kötülük, şer demektir. Şer ise, insanın nefsine ve şeytana uymasıyla iradesini kötüye kullanmasıyla meydana gelen kesptir. “Şerri yaratmak şer değildir. Şerri kesp etmek şerdir.” Allah’ın yarattığı her şeyde sayısız hikmetler, hayırlar vardır. Kötü niyetli insanlar onu kendisi için veya başkası için şer yapar. Burada mes’uliyet kişiye aittir. Bediüzzaman buna iki misâl verir. Ateş ve yağmur örneği. Her ikisi de rahmettir. Sayısız hikmetle ve hayırlar için yaratılmıştır. Fakat bir kimse yağmur rahmetine karşı tedbir almaz da zarar görür veya elini ateşe sokup yanarsa, o zaman “Ateş veya yağmur şerdir” diyemez. Ancak Allah’ın hayır için yarattığı yağmur veya ateşi tedbirsizlikle şerre çeviren suçludur. Nefsülemirde şer yoktur. Şer görünen şeylerin arka planlarında büyük hayırlar gizlidir. Kâinatta hayırlar asıl, şerler izâfîdir. Bunun böyle takdir eden Allah olduğu için herşey kaderdir ve Allah’ın takdiridir. İsteyen insan, yaratan O’dur. Allah’ın iradesi bütün iradelerin üstündedir. “Allah dilemedikçe hiçbir şey olmaz.” (Tekvir, 81/29.) Böyle bakıldığında Allah, şeytanı ve cehennemi yaratarak, küfrü ve inkârı da dilemiştir. Bazı şeyleri yasaklayarak bir kısım insanların küfre girmesini de dilemiştir. Allah dilemezse ne hidayete, ne de dalâlete girmek mümkündür. Çünkü O hayrı da, şerri de yaratandır. Ancak şunu bilmek gerekir ki, Allah insanları küfre ve isyana zorlamamaktadır. Bir şeyi yaratmak, dilemek ayrı; o şeyden razı olmak ayrıdır. Yani Allah kötülük yapan, günah işleyen ve kâfirlerden razı değildir. Okullarda nasıl öğretmenler bütün öğrencilerin başarılı olmasını isterler, fakat ödevlerini yapmayan ve çalışmayan öğrencilere de hak ettikleri için zayıf not verirler. Bunu verirken razı değillerdir. Zira istemeyerek verilir. Çünkü şefkat ve merhamet herkesin başarılı olmasını ister, herkese eşit şartlar, ödevler, dersler, kitaplar verilir ve öğretilir. Öğretmen isterse bütün öğrencileri geçirir ve iyi not verir; fakat bu çalışkan öğrencilere ceza, tembellere mükâfat anlamına gelir. Hak edip de sınıfta kalan hiç kimse öğretmeni suçlamaz. Aynen bunun gibi mutlak adalet sahibi olan Allah da, elbette kötülüğü isteyenler için günahları, küfrü, dalâleti diler ve yaratır, bundan dolayı hiç kimse “Neden benim hakkımda günahı, kötülüğü, küfrü diledi?” diyemez. Suâl ve cevap, dâi ve iktiza hepsi Allah’tandır. Allah cenneti de cehennemi de, cennetin ve cehennemin sebeplerini de yaratmıştır. Bu iki ebedî mekânı da insan iradesini yaratarak hak etmelerine, yani kesplerine bırakmıştır. Rahmeti gereği insanlara cennet ve cehennem amellerini bildirecek dinler, kitaplar, peygamberler gönderip onları tercihlerinde hür bırakmıştır. Cennetî amelleri işleyenleri lütuf ve fazlıyla cennete, cehennem amellerini işleyenleri de hak ettikleri için cehenneme atmaktadır. Kâfirlik bir hükümdür. Bir varlık değildir. Bu hükmü, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden, kendi inkârıyla kesp eder. Bu, kulun, irade ve ihtiyarını kötüye kullanması sonucu kendi kazanımıdır. İnsanları yanlışlara, kötülüklere sevk eden Allah’ın ezeldeki “şaki, kâfir, fasık” olarak takdiri değil; nefis, şeytan, kötü arkadaşlar, yanlış tercihler ve meyillerdir.
Düşünceleri yaratan Allah ise, biz neden mes’ul oluyoruz? Evet, her şeyi yaratan Allah, düşüncelerimizi de bizim irademiz istikametinde yaratır ve düşüncelerimize bir yön verir. Biz nasıl düşünmek istersek, irademizi nasıl kullanırsak, Allah da ona göre sonuçlar yaratır. Hayır ise mükâfatlandırır, şer ise amele geçmeyen düşünceden dolayı cezalandırmaz. Peygamberimiz (asm) şöyle buyurur: “Kul hayrı düşünür yapmazsa, ona bir sevap verilir; yaparsa on sevap verilir. Şerri düşünür yapmazsa, Allah ona bir sevap verir, çünkü o kötü fiili düşününce işlemedi vazgeçti. Bunun mükâfatını alır. Şerri düşünür ve yaparsa, Allah ona bir günah yazar.” Böylece sevaplar onar onar artarken, günahlar birer birer artar, bu da Allah’ın rahmet sahibi olduğunun bir göstergesidir. Zâtında kötü yaratılan bir şey yoktur. Allah’ın yarattığı her şey iyi ve güzeldir. Kötülük, insanın irâdî fiillerinden ve insanın iradesini kötüye kullanımından kaynaklanan kazanımıdır. Bu yüzden Allah kötülük yapandır denmez. Hâsılı, “Madem ki, iman gibi hadsiz derecede kıymettar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş bir şey varsa, o da günahlardır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.”
(26. Lem’a) 23.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
İyi niyetle yola çık |
Vazifesi ‘iş yapmak’ olanlar bunu yapmadıkça problemleri çözmek de mümkün olmuyor. Elbette insanlar, var olan problemleri ‘konuşa konuşa’ halleder ve halletmeli. Ama bunu daha çok ilim ve fikir ehlinin yapması; öte yandan Türkiye’yi idare edenlerin de bu tartışmalardan istifade ederek ‘iş yapması’ beklenir. Geldiğimiz noktada; başörtüsü yasağının hâlâ sürüyor olması Türkiye’ye puan kaybettiriyor. Gazete ve televizyonlara yansıyan manzaralara bakılırsa, devam eden kanunsuz yasaktan daha ziyade, “Üniversitelerdeki yasak sona ererse, bu işin sonu nereye varır? Başörtüsü ‘kamusal alan’a da girer mi? Başörtüsü, lise ve ilkokula da iner mi?” gibi konular hararetle tartışılıyor. Bazı ‘yasak savunucuları’ bu tartışmaları da geride bırakıp, “Üniversitelerdeki başörtüsü yasağı sona ererse, başörtülü öğrenci sayısı çoğalır. Sonra da bu öğrenciler, başı açık olanlara baskı uygular. O halde bu yasak devam etsin” diyor. Çok afedersiniz, ama bu yaklaşım biraz “Körün dolma yemesi”ni hatırlatıyor. Malûm, iki ‘kör’ aynı masada ‘dolma’ yiyormuş. Biri, diğerine sormuş: “Niçin dolmaları ikişer ikişer yiyorsun?” Diğeri cevap vermiş: “İkişer dolma yediğimi nereden bildin?” Birinci kör açıklamış: “Çünkü ben de dolmaları ikişer ikişer yiyorum da ondan!” Başörtüsü yasağının sona ermesiyle birlikte başı örtülü öğrenci sayısının artacağı muhakkak. Çünkü şu anda üniversiyeteye devam ettiği halde, sırf ‘yasak’ olduğu için başını örtemeyen öğrenciler var. İlâve olarak, aynı yasak dolayısıyla en başta üniversite eğitimine başlamayanlar var. Kanunsuz ve keyfî yasak sona erince elbette daha fazla başı örtülü öğrenci sınıfları doldurur. Ama bu fıtrî bir neticedir ve yasakla bunun önüne geçmek mümkün değildir. Aslında başını örten öğrencilerle başını açan öğrenciler arasında bir problem yoktur. Geçmişte de, günümüzde de başı açık öğrencilerle başı örtülü öğrenciler el ele, kol kola üniversitelere gidebilmiştir. Baskı, daha ziyade yasakçı yöneticilerin uygulamalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla “Başörtülü öğrencilerin sayısı artınca, başı açık olanlara ‘baskı’ uygulanır” iddiası temelsiz bir iddiadır. Başı örtülü olan arkadaşından etkilenerek ve hür iradesiyle başını örtmeyi tercih edenlerin sayısı artabilir ki, bu da yine tabiî bir neticedir. “Başörtüsünün üniversiteyle sınırla kalmayacağı” yönündeki endişeler de yersizdir. Bu endişenin temelinde, “başı örtülü olanları tanımamak” yatıyor olabilir. “Başörtülüler üniversitede olmasın” demek ne kadar Türkiye ve dünya gerçeklerine ters ise, “Başörtülüler ‘kamusal alan’da da olmasın” demek de aynı ölçüde yanlıştır. Başörtüsüne uygulanan yasak her kademede sona ermelidir. Dolayısıyla ‘kamusal alan’da da, yasak uygulanan diğer yerlerde de başörtüsü serbest olmalıdır. Dikkat edilsin: Milletin talebi, kanunsuz yasağın sona ermesidir. Yoksa hiç kimse “bütün öğrenciler, bütün memurlar vs. başörtülü olsun” demiyor ki? Zaten böyle bir talep fıtrî de olmaz, aksine tersinden bir ‘yasakçılık’ olur. Herkesin başörtülü olmasını talep etmek, bunun için duâ etmek ayrıdır; ‘herkes zorunlu olarak başını örtsün’ demek ap ayrıdır. “Zorla güzellik olmayacağını” en başta mütedeyyin insanlar bilir. Fıkhî ve hukukî ayrıntıları konuşulup tartışılabilir, ama ilköğretimde bile böyle bir talebin gündeme gelmesine ‘tabu’ olarak yaklaşmamak lâzım. Meselâ, Almanya’da okuyan bir ilköğretim öğrencisi istemesi durumunda başı örtülü olarak okula gidebiliyor. Aynı şey ülkemizde talep edilince niçin ‘aykırı talep’ olmuş olsun? Lütfen dikkat: En temel insan ve inanç hakkı olarak başını örtmek isteyenlere engel olunmasın. 23.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Onların din dersi almaya hakları yok mu? |
Geçtiğimiz günlerde Devlet Bakanı Faruk Çelik, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi derslerinin kaldırılması” yönündeki taleplerle ilgili olarak, “Bu konuyla ilgili o kadar haksız değerlendirmeler yapılıyor ki… Gönül arzu ediyor ki bu işin uzmanları konuşsunlar. ‘Din dersi kalksın’ diyor. Ne derdiniz var din dersiyle, niye kalksın din? Din ile bu salondaki insanların, bu milletin bir problemi yok ki. Konu, içeriğinin, müfredatının kuşatıcı mı, yönlendirici mi, yeterli mi, yetersiz mi olduğu konusudur. Konunun bu tarafı kaldırılıyor, ‘din dersleri kalksın gibi bir yaklaşım’… Şahsen, açık ve net söylüyorum, bu yaklaşım bizim iktidar olarak doğru bulmadığımız bir yaklaşımdır” diye konuşmuştu. Bakanın bu sözleri söylediği günlerde başka bir konuda “din dersi” gündeme getirildi. Geçtiğimiz günlerde bazı malûm gazetelerde bir haber çıktı. “Yağmur Adam’a zorunlu din dersi” başlığıyla verilen haberde, Millî Eğitim Bakanlığı, Talim Terbiye Kurulu’nun otistik çocukların eğitim merkezlerinde uygulanmak üzere hazırladığı yeni ders çizelgelerine bir saatlik zorunlu din dersi koyması eleştirilirken, bazı eğitimcilerden görüş alınarak haber güçlendirilmeye çalışılmıştı. Eğitimciler, “Somut konuları bile anlamıyorlar, bu soyut konuyu nasıl anlarlar?” diyerek hayretlerini dile getirmişler! Bunu okuyunca esas biz daha çok hayretler içine kaldık. Doğrudan din dersine karşı olduklarını söyleyemeyenler, zorunlu din dersi konulunca, “öğrenme güçlüğü çeken çocukların becerilerini geliştirmede çok önemli bir yer teşkil eden beden eğitimi derslerinin bu sebeple bir saat azalması” gerekçesiyle feryadı basıyorlar… Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı değiştirmeden önce otistik çocuklara eğitim merkezlerinde ilköğretimin ilk üç sınıfında beş saat, dördüncü sınıftan itibarense dörder saat beden eğitimi dersi veriliyordu. 28 Eylül tarihli yeni çizelgede, ilköğretimin ilk üç sınıfında dörde düşürülen beden ders saati, dördüncü sınıftan itibaren haftada sadece üç saat verilmeye başlamış. Haberi okuyunca bir araştırma yaptık. MEB Talim ve Terbiye Kurulu 28 Eylül 2010 tarihli kararıyla otistik çocukların eğitim merkezlerinde uygulanan haftalık ders çizelgelerini değiştirmiş. Ders çizelgelerine Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi eklendi. Değişikliğe göre, öğrenme güçlüğü çeken 4-8. sınıflara devam eden otistik çocuklar haftada bir saat din dersi görecek. Bizce oldukça yerinde bir değişiklik… Ancak bu dersin konulması bazılarını rahatsız etmiş olacak ki, gazetelere açıklamalar yapmışlar. Bunun üzerine MEB’de bazı bürokratlar durumdan vazife çıkararak, dersin adının değiştirilmesi için harekete geçtiler. MEB Özel Eğitim Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Talim ve Terbiye Kurulu’na bir yazı göndererek, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersinin adının değiştirilmesini istedi. Yazıda şöyle denilmiş: “Bilindiği gibi Genel Müdürlüğümüze bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren eğitim ve uygulama okulları ile otistik çocuklar eğitim merkezlerinde uygulanan öğretim programlarının ilköğretim programlarına denkliği bulunmamaktadır. Bu nedenle haftalık ders dağıtım çizelgesinde yer alması Kurul kararı ile kabul edilen ‘Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersinin’ isminin bu çocukların gelişim düzeyleri ve öncelikli ihtiyaçları göz önünde bulundurularak “Ahlâk Bilgisi ve Moral Değerler Dersi” olarak değiştirilmesinin daha uygun olacağı düşünülmektedir…” Aldığımız bilgilere göre yazı şu anda Talim Terbiye Kurulu’nda inceleniyor. Yine öğrendiğimize göre yazıda belirtildiği gibi dersin adının değiştirilmesi ile ilgili bir düzenleme henüz yapılmamış. ««« Haberde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersine kimin gireceğinin belli olmadığı söyleniyor. O zaman şunu sormak gerekmez mi? Ahlâk Bilgisi ve Moral Değerler Dersine kim girecek? Üniversitelerde böyle bir ders için eğitim alan öğretmen var mı? Oysa ki, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin öğretimi için İlahiyat Fakültelerinden yüzlerce öğrenci mezun oluyor. Birçoğu da atanma bekliyor. İkinci soru: O çocukların beden dersine ihtiyaçları olduğu kadar din dersini almaya hakları yok mu? Onların az da olsa maneviyatı öğrenmelerinde ne gibi bir sakınca görülüyor. Ne zararı var ki, hemen harekete geçip dersin kaldırılması ve bir yerlere haber vermek adına böyle haberler yapılıyor. Türkçe, matematik, hayat bilgisi dersi alıyorlar da, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersini niye alamasınlar. Anlamak mümkün değil. Millî Eğitim Bakanı Sayın Nimet Çubukçu’ya buradan sesleniyoruz. Yapılan düzenleme geç kalmış, ama yerinde bir düzenleme. Çünkü bu çocukların da din dersini öğrenmeleri gereklidir. Size bağlı olan bir Genel Müdürlüğünüz tarafından, Talim Terbiye Kurulu’na böyle bir yazı gönderildiğinden haberiniz oldu mu? Haberiniz olduysa ne gibi bir işlem yaptınız? Dersin adının değiştirilmesine onay verecek misiniz? Aynı hükümette bulunduğunuz bir Bakanınız din derslerinin kaldırılmasına karşı duruyorken, siz buna geçit verecek misiniz? Sayın Bakan sorularımıza cevap gönderirse, buradan okuyucumuza aktarırız. 23.10.2010 E-Posta: [email protected] |