Saliha FERŞADOĞLU |
|
Hançerlenen hayaller |
Ekim ayı, solgun yüzü ve hiç dinmeyen gözyaşlarıyla sürekli aynı şarkıyı mırıldanıyordu adı hüzün olan. Rahmet sağanak halinde yağıyor, rüzgâr sert mi sert esiyordu. Nefti bulutlar gökyüzünü kaplamış karanlığa mahkûm etmişti insanları… Günlerden Cumaydı, vakitlerden öğlen. Liseden bir grup arkadaşımla sözleştiğimiz vakitte sahilde yeni açılan, şehrin meşhur pastanesinde buluştuk. Kimi evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuştu. Kimisi master tezini bitirmeye çalışıyor, kimisi iş hayatının hengâmesinde nasıl yorulduğundan bahsediyordu. Bir anda yıllar evveline gitti aklım. Hepimiz çok iyi yerlerde iyi şartlarda okuyabilecek kızlardık. Üniversite deneme sınavlarında yüksek puanlar alıyorduk. Tıp, mühendislik, psikoloji, gazetecilik okumaktı hedeflerimiz. Oysa hepimiz bir noktada kilitlenip kalmıştık: İmam Hatipliydik! 28 Şubat’ın mağdurları, bir avuç insandık, ama yüreklerimiz kocamandı. Ne hayaller kurardık sonsuzluğa açılan. Bizler istediğimiz bölümü okuyacak, sevdiğimiz mesleği yapacak ve mutlu olacaktık. Bu süreçte imkânı olan bazı arkadaşlarımız yurtdışına okumaya gitti. Arzu ettikleri bölümde başörtüleriyle okuyabildiler. Bir kısmı beceremedi, başaramadı, geri döndü. Bir zamanlar Tıp Fakültesi puanına denk olan İlahiyatı kazandı bazısı. Nihayetinde başörtüsüyle üniversite okumak ve dinî ilimleri tahsil etmek vardı. Muvaffak olabilenler azimle, şevkle ve nice zorluklardan geçerek bitirdiler okullarını. Sevmediği bölümde okumamak, kendine eziyet etmemek için açık öğretim yahut iki yıllık bölüm seçenler oldu; gayretli olan DGS ile dört yıllığa tamamladı. Hiçbirini göze alamayanlar evde oturmayı yahut evlenmeyi tercih etti. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın betimlediği gibi, bütün hayaller/imiz, içinde en ufak bir zembereği kımıldatmadan, bir kayanın üzerinden aşan dalgalar gibi beyhude ve kendisine/kendimize yabancı akıp gittiler. Hayat kimsenin planladığı, istediği gibi gitmiyordu bazı noktalarda. Hakkımızda hayırlı olan neyse o biçiliyordu bahtımıza. Tatlılarını kaşıklayan arkadaşlarıma uzun uzun baktım. Geçmiş günlerden söz edildiği lâhzada beher yüzlerde buruk tebessümler doğuyordu. Bizler içimizde biriken ukdelerle hayata devam ediyorduk… İmanımız tamdı; kader, adalet ve hikmetle iş görürdü. Ya bu dünyada ya öte âlemde verilecek hesaplar vardı. İşte biz bu yüzden kadere, ahirete inanıyor; sabırsızlıkla mahkeme-i kübranın kurulacağı günü bekliyorduk. 20.10.2010 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (29.09.2010) - Hey genç! Bi bakar mısın? (22.09.2010) - Hayatımın muhasebesi: Eylül (25.08.2010) - Şehir çocukları |