20 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Vehbi HORASANLI

İşbölümü ve şahsî teşebbüs


A+ | A-

Günümüzde ekonomi ve toplum hayatı ile ilgili iki temel görüş öne çıkmaktadır. Birincisi sosyalizm, diğeri ise liberalizmdir. Hemen hemen her konuda birbirine zıt bu iki ekonomi anlayışı birbiri ile çatışmakta, farklı yaklaşımlar ile kendi teorilerinin üstünlüğünü savunmaktadırlar. Bu yazıda kendimce fikirlerini daha yakın bulduğum Liberalizm’den ve Bediüzzaman’ın eserlerinde yer alan işbölümü ve şahsî teşebbüsten bahsetmek istiyorum.

Adam Smith, serbest piyasa düzenini diğer bir ifade ile liberal ekonomiyi savunan 1723 ile 1790 yılları arasında yaşamış İskoçyalı bir filozoftur. Smith, Hristiyanlığın tahrif edilmesi dolayısıyla genel olarak dinî, ekonominin önünde bir engel olarak görmüştür.

“Ulusların Zenginliği” isimli kitabı ile meşhur olmuştur. Batı dünyasında, konusundaki yayımlanan en nüfuzlu kitap olduğu söylenebilir. 1776’da piyasaya çıktığında, İngiltere ve Amerika’da serbest ticaret anlayışı yaygınlaşmaktaydı ve ekonomik başarı için savunduğu teori ile merkantilizme karşı klâsik bir bildirge haline gelmişti. Bu dönemde Amerika’nın içinde bulunduğu, Kurtuluş Savaşı sonrasında ortaya çıkan fakirlik ve sıkıntılı şartlar, onun düşüncelerinde ne derece haklı olduğunu göstermiştir. Yine de kitap piyasaya çıktığı dönemde, serbest ticaretin yararları konusunda herkes iknâ olmamıştı. Zira kendi ülkesi yani İngiltere halkı ve parlamentosu, merkantilizme uzun süre bağlı kalmıştır.

Thomas Malthus ve David Ricardo gibi ekonomistler, Smith’in bugün klâsik ekonomi olarak bilinen teorisini geliştirmeye yöneldiler ve yazmış oldukları eserlerle modern ekonominin gelişmesini sağladılar. “Ulusların Zenginliği” adlı kitabın ana konularından bir tanesi, serbest piyasanın her ne kadar karmaşık ve denetsiz gözükse de aslında sözde bir “görünmez el” tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirildiğidir.

Smith, bütün gücüyle sanayi gelişimini engelleyen modası geçmiş devlet kısıtlamalarına saldırıyordu. Nitekim ekonomik sürece olan çoğu hükümet müdahalesinin, gümrük vergileri de dâhil, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açtığını savunmuştur. Her şeyin oluruna bırakılmasını savunan bu “laissez-faire” yani “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” teorisi ileriki yıllarda, özellikle 19. yüzyılda, hükümetin koyduğu kanunları derinden etkilemiş, dünyada büyük yankı yapmıştır. Smith’e göre, iktisadî hayat bireycidir ve bu bireycilik insanların tabiî yapısından kaynaklanmaktadır. Kişisel menfaat iktisadî hayat için itici bir güçtür. Kişi fıtratı gereği en az zahmetle en çok tatmine ulaşmaya çalışacaktır. İşte şahsî teşebbüs adı verilen düşünce sisteminin gelişmesinde Smith’in büyük rolü olmuştur.

Serbest piyasa düzeni veya bir başka ifadeyle tam rekabet şartlarında kişiler ve firmalar kendi çıkarlarını maksimum düzeye çıkarırken, aynı zamanda toplumun da çıkarına hizmet ederler. Örnek olarak, tam rekabet ortamında fiyatlar düşer ve fiyatlar düşünce de bundan tüketiciler yararlanır. Tam rekabet ortamında üreticiler ve tüketiciler arasında bir çıkar çatışması yoktur ve sonuçlarını eşit şekilde paylaşırlar.

“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” âyetine paralel olarak, toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak görmüştür. İşbölümünün sağladığı teknik imkânlarla emeğin üretiminin ve dolayısıyla da millî gelirin artacağını savunmuştur. Smith’in teoriye en önemli katkısı tam rekabet altında kaynakların en verimli düzeyde etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş ve artı değer kuralını kullanmış olmasıdır. İşbölümüne “toplu iğne fabrikası”nı örnek gösterir.

Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kitabında en ünlü bölümü işte bu işbölümüyle ilgili olan ilk bölümüdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün bile çok etkili olmuştur. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; fakat her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa, yani on kişi çalıştırsa bir günde üretilen iğne sayısı 4800’e çıkıyordu. Ama her biri, her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, işbölümü sayesinde iğne üretimini 48 kat arttırmıştır. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması sayesinde o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur.

Uluslar arası bakımdan işbölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü, üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır.

Devlet ekonomik hayata müdahale etmemelidir. Devletin müdahalesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahale hem iç, hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içerde o malın üretiminin tekelleşmesini arttırmaktadır. Uluslar arası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir.

Ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin arttırılması, emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı işbölümü, tam rekabet, iktisadî hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür.

Bediüzzaman, İhlâs Risâlesi’nde işbölümünün öneminden bahsetmiş ve Smith’in “iğne örneği”ne yer vermiştir. Ayrıca Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinin son kısmında şahsî teşebbüsle ilgili olarak şu ifadesi mevcuttur: “Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren, her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserâne (başkalarının düşüncelerine önem vermemek) ve enaniyet; şimdi ise istikbalin saadetsaray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-i şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılâp edecektir, İnşâallah.”

Evet, sevgili okuyucular, ekonomi ile ilgili yaklaşımlarda, Bediüzzaman’ın fikirlerine de müracaat edilmeli ve istifade etmeye çalışılmalıdır. Burada sadece kısa bir bölümüne yer verdiğimiz sözleri ışığında çalışmalar yapılmalıdır. Unutmamak gerekir ki, Risâle-i Nur Külliyatı her konuda büyük bir hazine olup, şerh edilmesi yani daha geniş bir şekilde ele alınarak istifade edilmesi gereklidir, vesselâm…

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Hançerlenen hayaller


A+ | A-

Ekim ayı, solgun yüzü ve hiç dinmeyen gözyaşlarıyla sürekli aynı şarkıyı mırıldanıyordu adı hüzün olan. Rahmet sağanak halinde yağıyor, rüzgâr sert mi sert esiyordu. Nefti bulutlar gökyüzünü kaplamış karanlığa mahkûm etmişti insanları… Günlerden Cumaydı, vakitlerden öğlen.

Liseden bir grup arkadaşımla sözleştiğimiz vakitte sahilde yeni açılan, şehrin meşhur pastanesinde buluştuk. Kimi evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuştu. Kimisi master tezini bitirmeye çalışıyor, kimisi iş hayatının hengâmesinde nasıl yorulduğundan bahsediyordu.

Bir anda yıllar evveline gitti aklım. Hepimiz çok iyi yerlerde iyi şartlarda okuyabilecek kızlardık. Üniversite deneme sınavlarında yüksek puanlar alıyorduk. Tıp, mühendislik, psikoloji, gazetecilik okumaktı hedeflerimiz. Oysa hepimiz bir noktada kilitlenip kalmıştık: İmam Hatipliydik!

28 Şubat’ın mağdurları, bir avuç insandık, ama yüreklerimiz kocamandı. Ne hayaller kurardık sonsuzluğa açılan. Bizler istediğimiz bölümü okuyacak, sevdiğimiz mesleği yapacak ve mutlu olacaktık.

Bu süreçte imkânı olan bazı arkadaşlarımız yurtdışına okumaya gitti. Arzu ettikleri bölümde başörtüleriyle okuyabildiler. Bir kısmı beceremedi, başaramadı, geri döndü.

Bir zamanlar Tıp Fakültesi puanına denk olan İlahiyatı kazandı bazısı. Nihayetinde başörtüsüyle üniversite okumak ve dinî ilimleri tahsil etmek vardı. Muvaffak olabilenler azimle, şevkle ve nice zorluklardan geçerek bitirdiler okullarını.

Sevmediği bölümde okumamak, kendine eziyet etmemek için açık öğretim yahut iki yıllık bölüm seçenler oldu; gayretli olan DGS ile dört yıllığa tamamladı.

Hiçbirini göze alamayanlar evde oturmayı yahut evlenmeyi tercih etti.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın betimlediği gibi, bütün hayaller/imiz, içinde en ufak bir zembereği kımıldatmadan, bir kayanın üzerinden aşan dalgalar gibi beyhude ve kendisine/kendimize yabancı akıp gittiler.

Hayat kimsenin planladığı, istediği gibi gitmiyordu bazı noktalarda. Hakkımızda hayırlı olan neyse o biçiliyordu bahtımıza.

Tatlılarını kaşıklayan arkadaşlarıma uzun uzun baktım. Geçmiş günlerden söz edildiği lâhzada beher yüzlerde buruk tebessümler doğuyordu. Bizler içimizde biriken ukdelerle hayata devam ediyorduk…

İmanımız tamdı; kader, adalet ve hikmetle iş görürdü.

Ya bu dünyada ya öte âlemde verilecek hesaplar vardı.

İşte biz bu yüzden kadere, ahirete inanıyor; sabırsızlıkla mahkeme-i kübranın kurulacağı günü bekliyorduk.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Hazineler harabelerde olur


A+ | A-

Bir şarkının dizeleri arasında geçer;

“Hazineler harabelerde olur’’

Her duyduğumda yüreğim burkulur, içim acır…

Çünkü ben gerçek acıları olan insanları dinliyorum, yüreğinin kabuğunu çatlatan acıları olanları…

Yüreği harabelere dönenleri

Saklı, gizli harabeleri diyorum

Yüreği ağır öğrenmelerin yorgunu, bakışları uzaklarda olanları,

Yaşadıklarına öğrettikleri için minnettar olanları,

Bildiklerini sükûnetle gömenleri,

Sesli pazarlarda satmayanları,

Sessiz hatipleri diyorum…

Onların yanındayken konuşmanıza bile gerek kalmaz, ruhlarının rüzgârı sizi serinletir. Benlik orada nefes bile alamaz, enaniyet alıp başını gider uzaklara…

Hazineler yüreği gerçek acının harap ettiği yüreklerde bulunur, onların şifalı bakışlarında az, ama bereketli sözlerinde keşfedilir… Hiç şikâyet etmezler, şikâyetçi olmazlar yaşadıklarına ve başlarına gelene dair… Kendilerini gösterme ihtiyacı da olmaz onların…

Yüreklerindeki ısı gizli yaralarınıza bile iyi gelir.

Ve ben yarası olan insanları severim, yarasını gösterip gösterip sızlanmayanları, kabuğunu sürekli kaldırıp kanatmayanları, gerçek şifayı doğru şifacı da arayanları severim…

Onlar yaşadıklarını ve sıkıntılarını sürekli pazarlamazlar. Karşılığında öğreneceklerini küçük bir pahaya da satmazlar.

Bilirler ki, her gelen, cevabıyla ve tercümanıyla birlikte gelir…

İşte bu yüzden hazineler harabelerde olur.

Ummadığın ve beklemediğin yüreklerin sahipleridir onlar. Kendilerini ortaya koymazlar, deşifre de etmezler.

Sadece iyi gelirler.

Kendileri bile fark etmeden iyileştirirler…

Dışarıdan onları görenler;

“Bu adam hiç sıkıntı çekmemiş olmalı” derler

Çünkü onların ağzından sızlanma ve şikâyet duyamazsın.

Dostu halka şikâyet etmekten hayâ ederler.

Bilirler ki, kaçarken koştuğun,

Giderken geldiğin,

Korkarken sevdiğin,

Ararken bulduğun da yine O’dur.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Atmosferdeki mu'cize olaylar


A+ | A-

Size korku ve ümit vermek için şimşeği gösteren ve ağır bulutları meydana çıkaran da O'dur. Gökgürültüsü hamd ederek, melekler de Allah korkusuyla O'nu tesbih eder. O, yıldırımlar gönderir de dilediğini onunla çarpar. Yine de o kâfirler, Allah hakkında mücadele edip dururlar. Halbuki, O'nun kuvveti ve azâbı pek şiddetlidir.” (Ra’d Sûresi: 12-13)

Üzerinde yaşadığımız bu şirin dünyamızı insanlar ve diğer canlılar için yaşamaya elverişli hâle getiren Cenâb-ı Hak, görünmeyen Zâtını akıllara göstermek maksadıyla her şeyden deliller getirmektedir. Dünyanın etrafını çepeçevre kuşatan atmosferde cereyan eden gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım gibi olaylar da bunlar arasındadır. Kur’ân-ı Kerim’in on üçüncü cüz’ünde geçen Ra’d Sûresi, gökgürültüsü anlamındadır.

Âyetü’l-Kübrâ adlı eserinde, kâinatı hallaç pamuğu gibi atıp her yerden ve her şeyden bahsederek, otuz üç mertebede Allah’ın varlık ve birliğini ispatlayan Bediüzzaman Hazretleri, şimşek ve gökgürültüsünün lisan-ı hâlle söylediklerini dile getirir: “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen fa’al ve kudretli bir Zâtın harika işlerine bak. Sen başıboş olmadığın gibi, bu hadiseler de başıboş olamazlar. Her birisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir Müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.” (Şuâlar, s. 179)

Gerçekten, başımızın üstünde cereyan eden şimşek ve gökgürültüsü olayları, akıllara durgunluk verecek bir manzara oluşturuyorlar. Yağmur yüklü bulutların arasında ve ateşi söndürme özelliğine sahip suların içinde ateş yaratmak, ancak Allah’ın kudretine mahsus mu'cize olaylardır. Havada hareket hâlinde olan bulutlar pozitif veya negatif elektrik yüküyle doludurlar. Ya da, bir bulutun alt tabanıyla üst tarafı artı ve eksi elektrik yükü taşır. Allah’ın âleme koyduğu kanuna göre zıt kutupların birbirini çekmesinden dolayı, bulutun kendi içinde veya bulutlar arası elektrik atlaması olur. Bunun oluşması için on milyon volt değerinde bir gerilimin olması lâzım. O noktaya gelindiğinde, yarım saniye ile bir buçuk saniye arasında değişen sürelerde şimşekler çakar. Şimşek çaktığı zaman, o hat üzerinde on beş bin derece anlık bir sıcaklık meydana gelir ve ısınan hava genişleyerek orada koridor şeklinde bir boşluk oluşur. Hava soğuyarak tekrar bir araya gelirken, gökgürültüsü dediğimiz olay gerçekleşir. Meydana gelen fizikî olayın ilmî izahı budur. Ancak, Allah’ın kudretiyle geçekleşen bu mu'cize hadiseyi Kur’ân-ı Kerim, Ra’d Sûresinde “Gökgürültüsü O'nu hamd ederek tesbih eder” diye haber verir. Zaten, âlemde her şey, O'nu lisân-ı kal veya lisan-ı hâl ile tesbih ve hamd etmekle meşgûldür. “Hiçbir şey yoktur ki, O'na hamd edip tesbih etmesin” (İsra Sûresi: 44) âyeti bu hakikati ifâde eder.

“Şimşeğin parıltısı ise, neredeyse gözleri alıverir.” (Nur Sûresi: 43) âyeti, nazar-ı dikkati bu olaylara çevirir. Bulutlardan gelen elektrik akımıyla, yerden buluta doğru yükselen diğer bir akım, yerden yaklaşık elli metre yükseklikte birleştiği zaman, yıldırım dediğimiz olay vukuâ gelir. Yirmi milyon volt gücünde müthiş bir enerji ortaya çıkar. İnsana, hayvana veya ağaca düştüğünde kömüre çeviren bu enerji depolanabilseydi, orta büyüklükte bir şehrin bir yıllık elektrik ihtiyacını karşılayabilirdi. İnsanoğlu belki istikbalde bunu da başarır. Şimşek ve yıldırımların yaratılması ile iyonosferdeki negatif elektrik yükü yere boşalmakta, fezadan gelen kozmik ışınlarla da sürekli iyonosfer pozitif elektrik ile dolmaktadır. İyonosfer, atmosfer ve yer sürekli birbirini besleyerek bir döngünün ve dengenin meydana gelmesine vesile olmaktadır.

“Siz, Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz” (Nahl Sûresi: 18) meâlinde olan âyetin ifâde ettiği gibi, şayet Allah’ın kudreti ve tedbiriyle her an sürekli bu mu'cize olaylar gerçekleştirilmeseydi, biz kendi gücümüz ve teknik imkânlarla bunları yapamaz ve yeryüzünde yaşayamazdık. Sonsuz bir rahmet ve şefkatle bizleri yaratarak, nihayetsiz nimetlerle besleyip hayatımızı devam ettirdiğini gördüğümüz halde, bir kısım insanlara ne oluyor ki, Allah’ı tanımıyor, bilmiyor, inanmıyor, hatta inkâr etmeye cür’et ediyorlar? Halbuki, âlemdeki bütün varlıklar ve olaylar O'ndan bahsediyor, O'nu haber veriyor ve O'nun varlık ve birliğine şahitlik yapıyorlar. O'na inanan ve itaat eden insanlara ne mutlu!

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

AYM çözüme engel mi?


A+ | A-

Kılıçdaroğlu üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılması gerektiğini belirttikten sonra başlayan süreçte CHP tarafının gündeme getirdiği konulardan biri, çözümün, ilgili AİHM, AYM ve Danıştay kararları çerçevesinde aranması gerektiği görüşüydü.

Bu görüş ilk bakışta, “Yasak o kararlara dayandığına göre, onları baz ve kriter alarak çözüm bulmak mümkün mü?” sualini akla getirdi.

Ancak detaya inildiğinde bu imkânın mevcudiyetini gösteren işaretler kendisini gösteriyor.

AİHM kararlarından başlayacak olursak:

Bir defa o kararlar, sadece ilgili dâvâlar ve onların tarafları için geçerli; genel uygulama için değil. İkincisi, yasağın kalkmasına engel değil.

AYM kararlarına gelince: Burada da yalnızca 21 yıl önce alınan ve bilhassa 28 Şubat’tan beri yasağın dayanağı olarak gösterilen karara değil, mahkemenin konuyla ilgili olarak sonraki tarihlerde aldığı diğer kararlara da bakmak gerekiyor.

Bu çerçevede, özellikle iki buçuk sene önce Mecliste 411 oyla kabul edilen ve üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kaldırılmasını öngören iki maddelik anayasa değişikliğini iptal eden AYM kararındaki, sorunun çözümüne yönelik tavır değişikliğinin işaretlerine dikkat edilmeli.

Bu kararın gerekçesinde yüksek mahkeme ilk kez başörtüsü takmayı “bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı” olarak niteleyip, yasakla ortaya çıkan durumun kronik bir sorun haline geldiği ve çözümün “demokratik uzlaşı ve barış”la bulunması gerektiği gibi ifadelere yer vermişti.

Dahası, bu yaklaşım, AKP ile ilgili kapatma dâvâsında verilen kararın gerekçesinde, başörtüsünün yanı sıra Kur’ân kurslarındaki yaş sınırı ile imam hatiplerin katsayı problemini de içine alacak şekilde genişletilerek tekrarlanmıştı.

Ve yine AKP kararında, “Siyasî partiler dinsel özgürlük talepleri konusunda politika geliştirebilir” denilirken, “dinsel duyguların siyasal mücadele aracı haline getirilerek ayrışmalara yol açılmasının laiklikle bağdaşmadığı” kaydı konulmuştu. Böylece partilere, sözü edilen ayrışmalara yol açmadan din özgürlüklerini genişletecek politikalar geliştirmeleri için yeşil ışık yakılmıştı.

Tabiî, uygulamada bunun kriterlerini net bir şekilde belirleyebilmek kolay iş değil. “Dinsel duyguların siyasal mücadele haline getirilip getirilmediği”nin ölçüsü neye göre tayin edilecek?

Ama burada asıl dikkat edilmesi gereken husus, başörtüsü yasağı, Kur’ân kurslarındaki yaş sınırı ve katsayı meselesi gibi konularda çözümün “demokratik uzlaşı ve barış”la bulunması gereğinin AYM tarafından da kabul edilmesi.

İşte bu noktada, CHP’nin çözümden yana bir tavır geliştirmeye başlaması son derece önemli.

Ama çözümü, başörtüsü özelinde anayasa ve yasa değişikliklerinde aramak yanlış. Ki Kılıçdaroğlu da bu meselenin bir anayasa veya kanun konusu olmadığını müteaddit defalar tekrarlayarak, gayet isabetli bir yaklaşım ortaya koydu.

AYM kararında sözü edilen “demokratik uzlaşı ve barış” illâ anayasa ve kanun değişikliğine bağlanmamalı. Ki, böyle bir değişiklikte ısrar edilmesi, meselenin pazarlık konusu haline gelmesini de getirir. “Üniversitede yasak kalksın, ama karşılığında ilk ve ortaöğretimle kamudaki yasağın devamı güvenceye bağlansın” şartının dikte edilmesi gibi. Buna meydan verilmemeli.

Partilerin bir araya gelerek, kılık kıyafetin bir yasak konusu ve tartışma alanı olmaktan çıkarılması ve meseleye genel ahlâk kuralları çerçevesinde özgürlükçü bir tavırla yaklaşılması gerektiğini bildiren bir ortak açıklama yapmaları, problemin çözümü için çok daha faydalı olur.

Medya da siyasetteki bu olumlu değişime ayak uydurarak özgürlükçü tavrı benimser ve yayınlarını ona göre şekillendirirse, mesele biter.

Sekiz yıllık tecrübe gösterdi ki, AKP’nin kendi başına bunu yapması mümkün değil. O zaman CHP aktif bir yapıcılıkla devreye girmeli ki, sağlıklı bir çözüm için gerekli atmosfer oluşabilsin.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Dostluk üzerine


A+ | A-

“Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol.” Mevlânâ

Sudan, Mısır, Suriye, Cezayir, Yemen, Lübnan ve Ürdünlü komşularımla beraber haftada iki defa olmak üzere tam yirmi yıldır tecvid, tefsir ve hadis derslerini içeren Kur’ân meclisi yapmaktayız hamd olsun. Bu zaman zarfında, derse katılan şahıslar değişse de, meclisimiz değişmedi. Bu meclis sayesinde birbirimize kenetlendik; âdeta tek ruh ve tek ceset olduk. Bu yılın ilk toplantısı benim evimde idi. Toplantıda geçtiğimiz yılın değerlendirmesini ve bu yıl içinde neler yapacağımızı konuşup tartıştık. Toplantının sonunda, arkadaşlarımın yüzüne baktım ve ne kadar büyük bir nimet içinde olduğumu anladım. Ve “Allah’ım senin rızan için bu arkadaşlarımı seviyorum Sen bu nimeti elimden alma” diye duâ ettim.

“Benim celalim adına birbirlerini sevenler var ya! Onlar için nurdan öyle minberler vardır ki, Peygamberler ve şehidler gıpta ederler.” (Hadis-i Kudsi)

***

“Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, sayamazsınız. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Nahl Sûresi, 18. âyet)

Allah, (cc) insana sayısız nimet vermiştir. Karşılığında ise şükür ve hamd istemektedir. Şükür ve hamd ile nimetler artmakta ve bundanda yine insanın kendi faydalanmaktadır. Ne yazık ki, âciz ve gâfil olan insan; İlâhî bir ikram olarak kendine verilen birçok nimetin farkına dahi varamamaktadır. Farkına varamadığımızdan dolayı şükrünü eda edemediğimiz, neticede de elimizden uçup giden büyük nimetlerden biri hiç kuşkusuz dostluktur.

Maddî hayatın yüreklerimizi kirlettiği bu asırda, dostluk yüreklere temiz hava girmesini sağlayan bir pencere hükmündedir. Buna rağmen, bazen bu pencereyi kendi ellerimizle kapatmaktayız.

Cenâb-ı Allah, mü'min erkeklerden beş vakit namazlarını camide kılmalarını istiyor. Bu da olmazsa, her Cuma günü mutlaka camide toplanmalarını emretmiş. Bu emrin birinci maksadı Allah’ı zikretmektir. İkinci maksadı ise, mü'minlerin Allah yolunda dost olmalarını sağlamaktır.

Dostluk, bir bebek gibi bir çiçek gibi itina ister. Büyütülmesi için karşılıksız sevgi, fedakârlık ve sabır gerekir. Dikkat edilmeyip ihmal edilince, yavaş yavaş solar; sonra da ölüp gider. İnsan sahip olduğu nimetleri muhafaza etmekle mükelleftir. Dostlukta en güzel nimetlerden biri olduğu için, ihmalden dolayı dostluğu kaybeden mesul olur.

Bir bebeğin veya bir çiçeğin büyüdüğünü gördüğümüzde çok seviniriz öyle değil mi? İşte dostluğun da böyle büyüyüp serpildiğini görmek insana müthiş mutluluk verir. Lâkin, bir çok insan bu büyük mutluluktan kendini mahrum etmektedir. Nasıl mı? Şeytanın mü'minlerin dost olmalarından nefrettiğini, bütün gayretiyle kardeşler arasına fitne sokmak istediğini biliyoruz. Buna rağmen, dostumuza dünyevî sebeplerle gönül koyuyoruz. Bazen de, bu gönül koymak büyüyerek dargınlığa ve dahası alâkayı kesmeye kadar gidebiliyor. Oysa, sıcak anne kucağı gibi göğsüne yaslanılan, kendine söylenen sırları sadık kara toprak gibi saklayan bir dostu kaybetmek ne kadar büyük zarardır bir bilse insan!

Dessâs olan şeytanın en çok yıkmak istediği dostluklar Kur’ân etrafında kurulmuş olan dostluklardır. Şeytan insanları hidâyete erdiren Kur’ân-ı Kerim’den nefret ettiği gibi, onu okuyup anlamaya çalışmak için oluşturulan meclislerden ve bu meclislerde bulunan insanlardan da nefret eder.

Kur’ân nuruyla nurlanmış insanlar arasında bulunan kuvvetli dostluğun maddî sebepler yüzünden yıkılamayacağını çok iyi bilen şeytan, fitne çıkarabilmek için farklı yollar arar. Ve sonunda hedefini belirler. Hedef: Bu insanların İslâma hizmet hakkında ileri sürdükleri farklı içtihatları içtihat mefhumundan çıkarıp, nefsî okşayan âdi görüşler haline dönüştürmektir. Fıtraten kendi görüşünün doğru olduğu inancına meyilli olan insan, hizmet hakkında yürütülen içtihatlardan en doğrusunun değil, kendi görüşünün kabul görmesini arzular. Böylece, şeytanın tuzağına düşer.

“Şüphe yok ki şeytan aralarına fesat sokar. Şüphe yok ki, şeytan insana apaçık düşmandır.” (İsra Sûresi 53. âyet)

20.10.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Süleyman KÖSMENE

Hayvanlar da cezalandırılır


A+ | A-

Orhan Bey: Risâle-i Nur’da Lem’alar adlı eserde geçen; “Âkilü’l-lahm (etçil) hayvanların helâl rızıkları vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler, ceza görürler. ‘Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır’ diye ifade-i hadisiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fena bulur. Fakat ervahları bâkî kalan hayvanat mabeyninde dahi, onlara münasip bir tarzda, dâr-ı bekada mücazat ve mükâfatları vardır. Ona binaen, canavarlara sağ hayvanların etleri haramdır, denilebilir”1 cümlesini açıklar mısınız?”

Fıtrattan ve nastan (âyet ve hadislerden) delil ihtivâ eden bu paragraftaki hükümler, canavarlar da dâhil bütün canların tâbi oldukları hukukun şeriat-ı fıtrîden okunup tercüme edilerek ulaşıldığı hükümlerdir. Bediüzzaman’a göre şeriat ikidir: 1- Allah’ın kelâm sıfatından gelen ve insanların sorumlu oldukları şeriattır. 2- Allah’ın irade sıfatından gelen ve melekleri sorumlu kılan şeriat-ı fıtriyedir. 2 Şeriat-ı fıtriye, Allah’ın kâinata, tabiata koyduğu fıtrî kanunlardır.

Şeriat-ı fıtriyeye göre meselâ, dağdaki etobur hayvanların, canlı hayvanları parçalayıp yemeleri haramdır. Yerlerse cezaları gecikmez, derhal verilir. Burada kendisinden hüküm verilen şeriat-ı fıtrî, Bediüzzaman’a göre beşer fehminin düsturlarını değil, meşiet-i İlâhiyenin düsturlarını ihtiva ediyor. Mesnevî-i Nuriye’de açıklandığına göre, meşiet-i İlâhiyenin düsturları insan aklına tabi değildirler. Kalp, his ve istidatlar ise şerait-ı fıtriyeye tâbidirler. Bu bakımdan kalp, his ve istidatlardan beslenen davranışlar, şerait-ı fıtriye düsturlarına göre karşılık bulur, cezalandırılır.

Meselâ bir çocuk, eline aldığı bir kuşu veya bir sineği öldürse, şeriat-ı fıtriye düsturlarından şefkat hissine muhalefet ettiğinden ceza olarak düşüp başının kırılması hak olur. Bu musîbet o muhalefete cezadır. Veya bir dişi kaplan, öz evlâtlarına karşı beslediği şiddetli şefkat ve himaye hissini nazara almayarak, zavallı bir ceylanın yavrucuğunu parçalayıp yavrularına rızık yaparsa, kendisi de bir avcı tarafından öldürülmeyi hak eder. Şefkat ve himaye hissine muhalif davrandığı için aynı musîbete maruz kalır. Nitekim Bediüzzaman’a göre, kaplan gibi hayvanların helâl rızkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızk yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır. 3

Anlaşılıyor ki, hayvanlara göre haram helâl ölçülerini kâinat kitabı, yani Allah’ın kâinata koyduğu kanunlar belirliyor. Allah hayvanları şefkat ve merhamet hisleriyle birlikte yaratmıştır. Bir hayvan ne kadar da yırtıcı olsa, ruhuna konulmuş şefkat ve merhamet hissiyle canlı hayvanlara zarar vermemekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü ona Allah’ın Rahman ve Rahîm isimleri fıtrî olarak yüklemiştir. Et yiyici hayvanlar bu bakımdan ölmüş hayvanları sevk-i İlâhî ile derhal hissederler, bulup yerler; fakat ölmemiş hayvanlara saldırmazlar. Yüreklerindeki merhamet hissi buna engel olur.

Eğer yırtıcı hayvanlar ölmemiş hayvanlara arsızca, merhametsizce, aç gözlü biçimde saldırıp öldürüp yerlerse, fıtratlarına konulmuş rahmet kanununa muhalif hareket etmiş olurlar ve rahmet kanunu hükümlerine göre ceza alırlar. Yani meselâ bir avcının silâhına merhametsizce hedef olurlar. (Avcı, eğer haksız ve gerekçesiz biçimde öldürmüşse, o da bunun hesabını dünyada veya mahşerde öder. O ayrı meseledir.)

Hayvanların cüz’î iradeleri insanlar kadar gelişmiş olmasa da, vardır. İçlerindeki sevk-i İlâhîye kanaat etmeyip, aç gözlülük ve hırsla hareket ederlerse, ceza görmeyi hak ederler.

Burada dikkatimizden kaçmayan bir diğer husus da, hayvanların mahşerde kendi his ve istidatları çerçevesinde muhakeme edileceği hususudur. Buna göre:

1- Mahşerde Allah’ın huzurunda toplanan sınıflar içinde her türlü hayvanât da vardır. Nitekim bu husus âyetle de sabittir: “Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer ümmetten başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.”4

2- Mahşerde hayvanlar için de sorgu suâl olacaktır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, “Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan alınır” 5 hadis-i şerifinden hareketle, hayvanların cesetleri fena bulsa da, ruhları bâkî olduğundan, bâkî ruhlarına münasip biçimde kendileri için hesap, ceza ve mükâfatın söz konusu olduğunu kaydediyor.

Dipnotlar:

1- Lem’alar (Yeni tanzim), s. 610.

2- Hakikat Çekirdekleri: 107; Lemaat: (Sözler: 669)

3- Mesnevî-i Nuriye, s. 64.

4- En’am Sûresi: 38.

5- Müsned, 1/72; 2/235, 323, 363, 442.

6- Lem’alar (Yeni tanzim), s. 610.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Fal ve tefe’ül (iyiye, hayra yormak)


A+ | A-

Fal ve tefe’ülün kelime anlamlarına baktığımızda meşrû ve gayrimeşrû yönleri daha da berraklaşacaktır.

Fal: “1- Uğur, talih deneme. 2- Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli hakikat harici yollar.”

Tefeül ise: “1- Fal açma, fala bakma. 2- Hayra yorma, uğur sayma, hayır isnat etme. 3- Bir kitabı rastgele açarak denk gelen yeri okuma ve o kısmı uğurlu sayma.”1

Peygamberimiz (asm), “uğursuzluk” inancını (düşüncesini) reddederek, “En iyisi, uğurlu saymaktır/tefe’üldür” buyurmuştur.

“Tefe’ül nedir ya Resûlallah?” diye sorduklarında şöyle demiştir:

“Herhangi birinizin duyduğu güzel/hayırlı bir sözdür.”2

Buna göre, güzellik, esenlik, mutluluk, ümit, aşk ve şevk veren güzel sözler, yorumlar, tefe’üller meşrûdur. Yani tefe’ül ve hayra yorma, insanların, hayatlarını birtakım vehim, ümitsizlık ve sapık düşüncelere göre değil, gerçeklere göre düzenlemesi demektir. İşte, rüya tabiri gibi bir kısım gaybî/metafizik görüntü ve düşünceleri talih ve hayra yormaktır. Bu, falın / tefe’ülün meşrû yönüdür.

Maddî olayları, şehadet âlemindeki hadiseleri, rüyaları suiistimal ederek kötüye yorumlamak, yanlış çıkarımlara âlet etmek mümkün olduğu gibi; gelecek ve izafî gaybla ilgili görüntü ve olayları, hakikat dışı yollar deneyerek yanlışa yorumlamak ve suiistimal etmek de mümkündür. Bu, falın, tefe’ülün gayrimeşrû yönüdür.

Bir de meşrû yönü vardır ki, ona da Bediüzzaman, Barla Lâhikası isimli eserinde harflerle ilgili bir meseleyi izah ederken şöyle işaret eder:

“Mevsim değişmiş, huruftan (harflerden) ziyade hakâika (hakikatlere) ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar muvakkaten o kapıyı ihtiyarımızla (kendi isteğimizle) çalmayacağız. Fakat o hurufa (harflere) ait beyânât ne derece hak olduğunu, Mevlânâ Câmî’nin Divan’ıyla kardeşlerimle tefe’ül ettik. Dedik: ‘Yâ Câmî! Bu hurufât-ı Kur’âniyeye (Kur’ân harflerine) dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin?’ Bir Fatiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi: ‘Bu huruf öyle harf değildir ki, akıl ve idrak sayfasından gitsin. Öyle kutsi harf, öyle güzel şirin hat, daima kalbimin sayfalarında yazılmalı, silinmemeli.’

“Aciptir ki, bütün Divân’ında bu fala benzer meâlde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî’nin kerâmetinden bir nebze oldu…”3

Zaten tefe’ül, eskiden beri ulema arasında kullanılan bir husustur.

Dipnotlar:

1- Osmanlıca -Türkçe Lûgat, Yeni Asya Neş.

2- Buharî, K. et-Tıp, 43-44; Müslim, K. Es-Selâm, 110.

3- Barla Lâhikası, s. 179, (yeni tanzim, s. 534)

20.10.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Elvedâ şekerli çay


A+ | A-

Sıcak çay içmek, bizim için vazgeçilmez adet ve alışkanlıkların başında gelir.

Çayın, siyah çay, yeşil çay, yahut bitki çayları diye muhtelif çeşitleri vardır.

Hemen hepsi de faydalıdır, şifâlıdır.

Ancak, bu çayları dozajında ve usûlü dairesinde içmek lâzım. Aksi halde, faydadan çok zarar verebilir.

Yaygın ve vazgeçilmez olanı, bildiğimiz normal siyah (kırmızı) çaydır.

Bunun kıvamında ve kararında demlenip servis edilmesi itina ister, ciddî maharet ister.

Fayda verecek şekilde içilmesi ise, ayrı bir san'at ve mârifet ister.

Her seansta ortalama iki bardak içilen az limonlu, az şekerli çay, en ideal bir alışkanlık tarzı olduğu ifade ediliyor.

İşin uzmanları tarafından yapılan açıklamalara göre, "üç beyazlar"dan olan beyaz şekerin, çayda hiç kullanılmaması daha faydalıdır.

Zira, beyaz şeker, vücudun ihtiyaç duyduğu bir madde değildir. Normal bardağa bir adetten fazla konulması ise, bünyede ciddî risklere yol açabilir, vücudun şeker dengesini bozabilir.

Beyaz şeker, vücuttaki insülin dağılımının normal seyrini bozduğu için, başta şeker hastalığı olmak üzere, bir dizi arızayı da tetikleyebiliyor.

Hele hele, vücudun yağ bağlamasının ve obezite hastalığının en büyük sebeplerinden biri beyaz şekerdir.

Dolayısıyla, beyaz şeker yerine, kimyevi reaksiyona uğramayan fıtrî tatlıları almak en doğru tercihtir.

Kaldı ki, eskiden beyaz şeker yoktu. Un ve tuz vardı; ancak, bugün yaygın şekilde kullanılan beyaz şekerin üretimi 1800'lü yıllarda başladı.

İlk başlarda temiz, sade, katkısız üretilen şeker, zamanla öyle zararlı bir kıvama sokuldu ki, kullanmaktansa ondan uzak durmak çok daha hayırlıdır.

Kendim, şu anda tamamen uzak durma noktasına geldiğim için, bunu sizlere de rahatlıkla tavsiye edebiliyorum.

Eskiden, bir bardak çaya üç şeker atardım. Bunu, sonra ikiye, ardından bire/yarıma indirdim. Şimdi ise, çayı hiç şekersiz içmekteyim.

Şeker yerine, çayda tatlandırıcı olarak hurma, bal, kuru üzüm, dut kurusu, kayısı kurusu, pestil ve benzeri fıtrî mamüller kullanılabilir.

Şuna da şahit olduk ki: Beyaz şekerden kurtulanların çoğu "Oh be, dünya varmış!" diyerek, sevincini, halinden memnuniyetini ifade ediyor.

Şekersiz çaya birden geçilebileceği gibi, kademeli şekilde geçmek de mümkün. Bu, kişinin iradesine kalmış bir husus.

Son tavsiye: Şekersiz çayı içerken, yudumları mümkün olduğu kadar küçültmeye çalışın. Bünyeyi, emdire emdire, sindire sindire yeni tarza alıştırmak lâzım.

Tarihin yorumu 20 Ekim 1982

Oylanacak anayasayı eleştirmek yasak

Darbecilerin arzu ve emirleri doğrultusunda hazırlanan 82 Anayasası, 7 Kasım'da 1982'de referanduma sunuldu.

Anayasa metninin hazırlık safhası, 19 Ekim günü tamamlandı ve bu metin basın yoluyla kamuoyuna açıklandı.

Ertesi gün, yani 20 Ekim günü ise, MGK tarafından bir emirnâme yayınlandı: "Herhangi bir eleştiride bulunmak sûret–i kat'iyyede yasaklanmıştır!"

Bu antidemokratik yasağı koyan ve duyuran cuntacılar, kendilerine Millî Güvenlik Konseyi (MGK) ismini koymuşlardı.

Anayasa metni açıklandıktan sonra, MGK tarafından, Konseyin başkanı olan Kenan Evren'in yakında yurt gezilerine çıkacağı, birçok yerde mitingler yapılacağı ve bu mitinglerde referanduma sunulacak anayasayı halka anlatacağı duyurusu yapıldı.

Bu duyuru ile birlikte, yapılacak konuşmalara eleştiri yapılması da yasaklandı.

Bu öylesine tuhaf bir yasaklama idi ki, demokrasi tarihinde ikinci bir benzerine rastlamak hemen hemen imkânsızdı.

Zira, anayasa halkın oyuna sunulacak, seçmenler "evet" ya da "hayır" oyu kullanacak ve fakat sadece "evet" diyecek olanlar rahatça konuşabilecekti. "Hayır"dan yana olanlar, ağzını açmayacak, medya yoluyla fikrini beyan edemeyecek, hele hele aleyhte hiç konuşamayak.

İşin en acı veren tarafı ise, resmî yasaklamanın ötesinde ortaya "gönüllü yasakçılar"ın çıkmasıydı.

12 Eylül gününden itibaren darbecilere methiyeler düzenler, onların hazırlatmış olduğu anayasaya da övgüler yağdırmaya başladılar.

Meddahlar, bununla da kalmayıp, anayasayı beğenmeyen vatandaşları karalamaya, hatta türlü hakaretlerle onları toplumun dışına itmeye yeltendiler.

Öyle ki, "hayır" diyecek olanların ne anarşistliğini bıraktılar, ne komünistliğini, ne de vatan hainliğini.

Bizzat kendim şahidim ki: "Evetçiler", referandumda "hayır" tercihinde bulunacak olan kiracılarını da evden çıkarma yoluna gittiler.

Dolayısıyla, o tarihte iki türlü yasak vardı: Biri MGK tarafından, diğeri ise darbe meddahları tarafından konulmuştu.

Yeni neslin, o günlerde nasıl bir cendereden geçtiğimizi sormasında ve o dönemi sorgulamasında büyük fayda var.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Çok kültürlülük öldü mü?


A+ | A-

Almanya Başbakanı Merkel, kamuoyunun eğilimlerine uyarak, çoğulcu ve özgürlükçü yaklaşımını terk etmiş gibi görünüyor. Yapılan anketlere yansıyan görüşü tek cümleyle özetledi: “Çok kültürlülük öldü!”

Hıristiyan Demokrat Birlik Partisine mensup gençlerle yaptığı toplantıda farklı kültürlerden gelen insanların yan yana, mutluluk içinde yaşayacağı fikrinin işe yaramadığını ilân ediyor Merkel.

Bundan bir hafta önce yayınlanan bir ankette, ankete katılan Almanların üçte biri yabancıların ülke dışına çıkarılmasını isterken, yüzde 10’u da yeni bir ‘führer’ istediklerini beyan ediyordu. Sosyal Demokrat Partinin araştırma kuruluşu Friedrich Ebert Foundation’un yaptığı bu araştırmaya göre, Almanların yüzde 55’inden fazlası Arapların hoş insanlar olmadığını, yüzde 58’i Müslümanların dinî hayatlarına kısıtlama getirilmesi gerektiğini düşünüyor. Araştırmaya göre bu gibi görüşler artık yalnızca aşırı gruplara ait değil, halkın genelinin benimsediği görüşler haline gelmiş durumda.

İşte Merter de yükselen bu kamuoyu görüşlerine teslim olmuş gibi görünüyor. Şimdiye kadar entegrasyonu savunan, ancak aynı zamanda camilere de hoşgörü gösterilmesi gerektiğini dile getiren başbakanın tavrı, bu ülkedeki Müslümanlar için özellikle kaygı verici.

Halbuki Almanya’daki göçmenlerin büyük çoğunluğunu oluşturan Türklerin yeni kuşakları içinde eğitimli ve müteşebbis gençlerin sayısı hayli fazla.

Bundan on yıl önce iddia edildiğinin aksine, Almancayı bilen ve Alman kültürünün genel kurallarına saygı gösteren yabancıların da sayısı çok fazla. Elbette müreffeh bir ülkenin sosyal güvenlik sistemini istismar edip, çalışmadan yaşayanlar, türlü suçlara karışanlar da var. Ancak bu sayının Alman kökenlilerden daha fazla olduğunu düşünmüyoruz.

Merkez Bankası eski yöneticisi Thilo Sarrazin’in Müslüman göçmenlere hakaretler içeren kitabından dolayı görevinden alınmasına karşın, onun görüşlerinin bir çok iktidar mensubu tarafından benimsendiği iddiaları, Merkel’in bu açıklamasıyla güçlenmiş gibi görünüyor.

Halbuki aynı hükümetin çalışma bakanı Ursula von der Leyen, kalifiye eleman girişini kolaylaştırmak için ülkeye girişlerin kolaylaştırılması gerektiğini, zira 400 bin kalifiye elemana ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Bize göre Merkel popülist bir politika izlemeye başladığının işaretlerini veriyor. Nitekim siyasal bilimci Gero Neugebauer, “şimdi yabancılara karşı konuşmak rağbet gördüğünden, politikacılar oy kazanacaklarını düşünerek popülist ve ırkçı görüşleri dile getiriyorlar” diyor.

Bütün dünyanın küresel köye dönüştüğü günümüzde, çok kültürlülük ve temel hak ve özgürlüklerden taviz verilmesini düşünmek bile hatalı olacaktır. Elbette entegrasyon, eğitim, istihdam gibi sorunlar olacaktır. Ancak bunların çözümü, ‘haydi size ihtiyacımız kalmadı, dönün ülkenize! Ülkemizin kalitesini düşünüyorsunuz” gibi saçma bir düşünce olmamalıdır.

Burada Almanya’da yaşayan Türklere de siyasal haklarına sahip çıkarak, siyasetçiye karşı oy güçlerini gösterme ve seslerini daha çok duyurma görevi düşüyor.

Umarız Merkel de popülist düşünceleri bir yana bırakıp, yeniden sağduyu içinde, geri dönüş olmayan çok kültürlü ve özgürlükçü anlayışı sahiplenir.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Biri şu İstanbul’u yıksın!


A+ | A-

Bazı Avrupa ülkelerinden daha fazla nüfusa sahip olan İstanbul, ciddî sıkıntılarla karşı karşıya. Belli başlı sıkıntılardan biri trafik, diğeri de her an meydana gelmesi muhtemel olan “büyük deprem.”

1999’daki “Marmara Depremi” sonrasında İstanbul’un bazı ilçeleri ciddî hasar görmüş ve İstanbul’un daha Kuzey’e taşınması bile gündeme gelmişti. Gerek belediye başkanları ve gerekse Türkiye’yi idare eden diğer yöneticiler, depreme karşı gerekirse bütün binaların yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylediler. Toplu konut yapımında ciddî bir marka haline gelen TOKİ yöneticileri de benzer açıklamalar yaparak, “Yeni bir İstanbul inşâ edeceğiz” dediler. Hatta bu konuda milyar dolarlarla ifade edilen rakamlar da ilân edildi.

En küçük deprem sarsıntısı sonrasında da benzer tartışmalar yeniden yapılıyor. Fakat aradan yıllar geçtiği halde ciddî bir adım atılabilmiş değil. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, geçen gün aynen şu açıklamayı yapmış: “Bunu ilk kez söylüyorum. İstanbul’da riskli alanlarda, Fikirtepe gibi, Bakırköy gibi yerlerde bazı noktalarda altyapıyı rahatsız etmeyecek şekilde belli koşullar getirerek, arsalar birleşip yapı adaları oluşturulduğunda fazlaca imar verelim diyoruz. Örneğin, mevcut riskli 4 katlı apartman yıkılacak, 8-10 kat yapılacak. Sonuçta fazladan dairesi olacak... Evet. Deprem riski taşıyan yerlerdeki gayrimenkul sahipleri bir araya gelip anlaşıp binalarını yaptırsınlar. Buna yeni karar verdik. Fikirtepe birinci öncelikli.” (Haber Türk, 19 Ekim 2010)

Hem depreme karşı daha tedbirli olmak, hem de İstanbul’un trafik problemini halletmek için yeni projeler gerekir. Medya önüne çıkıp, “İstanbul’u yıkıp, yeni bir İstanbul kuracağız” diyenlere her defasında destek veriyor ve şöyle diyoruz: “İstanbul’un tamamını yıkma imkânınız yoksa, hiç değilse yarısını yıkın!”

Gecekondu semtleri bir yana, bazı ‘lüks’ semtlerde bile depremde hasar gördüğü halde kullanılmaya devam eden apartmanlar var. Yetkililer, “Yıkılması gereken binaları tesbit ettik” diyorlar. Peki, o halde yıkmak için ne bekleniyor? Ya da yıkılması gereken binalar niçin ilân edilmiyor? “Yıkılması gerekir” raporlu evler alınıp satılıyor mu?

Son aylarda binaların dış cephesini ‘mantolamak’ moda oldu. Isı yalıtımı için yapılan bu işlem, elbette çok önemli, ama yarın bir gün yıkılacak olan binanın dışını boyamak israf değil mi? Aynı şekilde, pek çok eski binada dairelerin iç donanımları da yenileniyor. Yeni projeler için yıkılması gündemde olan binalara bunca para harcamak da israf değil mi?

Türkiye’yi ve bilhassa İstanbul’u idare edenlere sesleniyoruz: Lütfen, en kısa zamanda hangi binaların, mahallelerin yıkılacağını ilân edin ki, yıkılması muhtemel evlerin tamiri için para harcanmasın.

20.10.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Komşularla sıfır sorun” bu mu?


A+ | A-

ABD’nin NATO aracılığıyla İran’a karşı Türkiye’ye konuşlandırmak istediği “füze kalkanı projesi”nin gerekçelerinin başında “NATO Anlaşması” ve “stratejik ortaklık”tan “model ortaklığa” dönüşen müttefiklik ve işbirliği gösteriliyor.

“NATO Anlaşması”nın 5. maddesine göre, “NATO üyesi bir ülkenin tehdit veya saldırıya uğraması halinde diğer üye ülkeler de ‘tehdit altında’ ve ‘saldırıya uğramış’ sayılıyor.” Füze konuşlanmasının bu maddeye dayandırılması için Türkiye’nin ya da ABD’nin dış tehdide ya da saldırıya mâruz kalması gerekiyor.

Oysa okyanuslar ötesinden gelip Irak’ı işgalle Türkiye, İran ve Suriye’ye “komşu” olan ABD’yi ve Türkiye’yi ne İran’ın ne de Suriye’nin “tehdit ettiği” yok. Tam tersine yüzbinlerce askerini Irak’a ve Körfez ülkelerine yerleştiren ABD, Yahudi lobisinin etkisiyle özellikle İran’ı “düşman” gösterip bölge ülkelerini tehdit ediyor. İran uluslar arası hukukun tanıdığı hakla nükleer enerji üretmeye çalışıyor. Bu faaliyetini başta Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu olmak üzere BM gibi bütün milletler arası kurumların denetimine açmış; şimdiye kadar beynelmilel kuruluşların raporlarında “nükleer silâh üretimi”ne dair en ufak bir delil bulunmamış… Halbuki Türkiye dahil bütün bölge ülkelerine kafa tutan, son Gazze katliamında olduğu gibi Filistin’de sistemli bir soykırım yapan İsrail’in denetimini kabul etmediği yüzlerce nükleer silâhı bulunuyor.

Kısacası, eğer Türkiye için bir “tehdit” sözkonusu ise, bu İran değil, Türk Bayrağını taşıyan Mavi Marmara sivil gemisine uluslar arası sularda saldırıp vatandaşlarını hunharca katleden, yüzlercesini tutuklayarak psikolojik işkenceye tabi tutan İsrail’dir…

“NATO KONSEPTİNDE TERÖRLE MÜCADELE” VARTASI…

Diğer yandan ABD’nin “NATO konseptinde Türkiye’nin terörle mücadelesine destek”, PKK’yı uluslar arası alana taşıyıp terörü ve ayrılıkçılığı meşrulaştırmada ve siyasallaştırmada kullanılmakta. Ankara bu vartaya düşürülüyor…

Bir kere ABD’nin “Türkiye’nin terörle mücadelesine desteği” bir saptırmadan ibâret. 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray Oval Ofis’te Erdoğan’la başbaşa görüşen Bush, “terörle mücadele” kapsamında Türkiye’yi “stratejik müttefik”, PKK’yı “ortak düşman” ilân etti. İşgali ve kontrolündeki Kuzey Irak’ta Türkiye’ye yönelik terörü tasfiye vaadini verdi.

Devamında Obama aynı sözü yineledi. Ancak o günden bu yana Erdoğan’ın listesini verdiği Kuzey Irak’ta serbestçe gezen 150 kişilik terörist elebaşlarından bir tekini dahi teslim etmedi. Terör örgütünü tasfiyeye yanaşmadı. Aksine hâlâ her türlü lojistik desteği veriyor, himâye ediyor.

Hulâsa AKP hükûmetinde Türkiye, havaalanlarını, limanlarını, ABD’nin personel, silâh, mühimmat ve savaş malzemenin nakil ve dağıtımına resmen açarak işgale tam destek verirken, ABD, Türkiye’de otuz bin insanı öldüren terör örgütünü koruyor.

Ankara, Irak üzerine ölüm kusan sortiler yapan Amerikan savaş uçaklarının başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki üslerden kalkmasına “izin” verirken, ABD ve güdümündeki Kuzey Irak bölgesel yönetimi, Kandil’e ve terörist kamplarına ilişmiyor. Teröristlerin finansal kaynaklarını, nüfuz ve uyuşturucu kaçakçılığını, silâh, malî ve eğitim desteğini kesmiyor. Dahası koz olarak kullanıyor…

Şimdiye kadar en az on kez terör örgütüne ”lojistik desteği kesme” taahhüdünde bulunan Barzani ve Talabani, yıllardır tıpkı ağababaları Amerikan yönetimi gibi, lâftan öteye geçmiyor. Terör yuvalarına destek yollarını kapatmıyor…

İRAN’A KARŞI NEDEN İLLE DE TÜRKİYE?

Keza Ankara, Müslüman Afganistan’da sözde “Taliban”a karşı yine NATO şemsiyesinde Amerikan işgaline askerî birlik gönderip Mehmetçiği cepheye sürmekle Türkiye’yi işgalcilerin “savaş ortağı” yapıyor.

Ne var ki NATO Genel Sekreteri Rasmussen’in ülkesinde terör örgütünün televizyonu, NATO’nun güneydoğu kanadının bekçiliğini yapıp yükünü çeken en fedakâr üyesi Türkiye aleyhine propagandayı sürdürüyor…

Sonra tehdit “İran”sa, ABD, “füze kalkanı”nı neden İran’ın yanıbaşında kontrolündeki en yakın işbirlikçisi Kuzey Irak’a konuşlandırmıyor da Türkiye’ye baskı yapıp NATO perdesinde “stratejik konsepti” tuzağına çekiyor?

Kaldı ki “hedef” gösterilen İran’ı engelleyecek ABD’nin karada ve denizde bir yığın füzesi var. Basra Körfezinde, Hint Okyanusunda savaş gemileri dolaşıyor…

Bu durumda İran’a karşı Türkiye’nin ABD ve İsrail’e inadına “kalkan” yapılması neyin bedeli? ABD niçin “füze kalkanı”nı ille de Türkiye’nin Kuzey-Doğu ve Güneydoğu bölgesine konuşlandırmak, füze taşıyan gemileri Karadeniz’e yerleştirmek peşinde?

ABD’nin egemenlik ve enerji kaynaklarını - hatlarını elde etme hesâbına “Türkiye’yi köşeye sıkıştırma operasyonu”yla karşı karşıya kalan AKP hükûmeti, nihaî kararı Lizbon zirvesine bıraktı ama NATO’yu istismarla Türkiye’nin Müslüman komşu bir ülkeye karşı istimaline itiraz edemiyor! “Değişen tehdit algılaması”nda İran’ın Türkiye ve Avrupa için “tehdit oluşturmadığını anlat(a)mıyor! Peki, neden; buna bir “mecburiyeti” mi var?

Sahi Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun her fırsatta telâffuz ettiği dış politikada “komşularla sıfır sorun” bu mu?

20.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.