Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Örtünme baskısı mı? |
Sanki üniversitelerdeki başörtüsü yasağı kalkmış gibi, şimdi de “Örtünme baskısı nasıl önlenebilir?” tartışmaları başladı. Oysa YÖK’ün sadece bir üniversiteye, şapkalı bir öğrenci için gönderdiği yazı sonrasında diğer üniversitelerdeki uygulama epeyce karışık. Bir kısmında, söz konusu yazıdan çok önce, rektörlerin inisiyatifiyle serbestliğe geçildiği ve başörtülülerin derslere alındığı ifade edilirken... Bazılarında, yazı sonrası rektörlerin kampüs girişlerindeki yasağı kaldırdıkları, ama kimi öğretim üyelerinin başörtülü öğrencileri derslere almamaktaki ısrarlarını sürdürdüğü belirtiliyor. Bu durumun ortaya çıkaracağı kaos ve kargaşa, öteden beri yasakla üniversitelere düzen ve “huzur” geldiğini iddia edenlerce, “Bakın, biz haklı çıktık” deme fırsatı olarak kullanılabilir. “Sınıftan çıkarmayın, tutanak düzenleyin” yazısının öğretim üyeleri, dekan ve rektörler cenahında meydana getirdiği rahatsızlık da cabası. Velhasıl, partiler kendi aralarında lâf yarıştırıp birbirlerini samimiyet sınavından geçirmeye devam ededursunlar, görünen o ki, bizi yine provokasyonlara açık sıkıntılı bir süreç bekliyor. Hal böyle iken, toplum genelinde hiçbir zaman söz konusu olmayan ve münferit örneklerin ötesine geçmeyen “örtünme baskısı”na karşı ne gibi tedbirlerin alınacağının hararetli tartışmalara konu edilmesi başlı başına bir garabet. Aynı şekilde, yasak mağduru bazı başörtülülerin, böyle bir “problem”in varlığını peşinen kabul ederek, ‘açık”lara, “Biz başörtüsü yasağına nasıl direndiysek örtmeyenler de öyle direnecekler, başka yolu yok” diye yol göstermeleri de. Bir tarafta, fiilî ve yakıcı bir gerçek olarak insanları mağdur etmeye devam eden başörtüsü yasağı; diğer tarafta, böyle bir ortamda hiçbir reel temele dayanmayan hayalî, mevhum, farazî bir “örtünme baskısı”na karşı seslendirilen tavsiyeler. Aralarında en ufak bir benzerlik yokken. Burada da iş “mahalle baskısı”na götürülmek isteniyor ve “Çoğunluğun örtülü olduğu bir ortamda örtmeyenler kendilerini baskı altında hissedecekler” deniyor. Eğer söz konusu çoğunluk kendi hür tercihiyle tesettürü seçtiyse, örtmemeyi tercih edenlerin kendilerini yalnızlık psikolojisiyle baskı altında hissetmeleri bir yere kadar anlaşılabilir belki, ama bunun çaresi ne? Tesettürlü çoğunluğun sağduyulu, müşfik ve kucaklayıcı tavrından başka bir çözüm var mı? Ki, bizim toplumumuzda o sağduyu, şefkat, hoşgörü ve kucaklayıcılık, fazlasıyla mevcut. Aynı ailede bile tesettüre tam riayet edenlerle, yeterince yapamayanların, birbirleriyle ilişkilerinde bu konuyu hiçbir şekilde sorun haline getirmeden ahenkli bir birlikteliği geniş ölçüde yaşadıkları bir vâkıa değil mi? Bu ahenk komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde de geçerli değil mi? Toplumun kendi içinde gayet tatlı bir şekilde çözdüğü konuları, saçma sapan ve saptırıcı yorumlarla kronik sorunlar haline getirmek niye? Tabiî, burada şu nokta da çok önemli: Siyasî iktidarın ileri gelenlerinin, 12 Eylül ürünü başörtüsü meselesi bir-iki istisna dışında hemen hemen çözüme bağlanmışken, “Rektörler başörtülülere selâm duracak” çıkışıyla bu konudaki hassasiyetleri provoke eden bir gelenekten geliyor olmaları; Cumhurbaşkanı ve Başbakan başta olmak üzere bakan, milletvekili ve bürokrat eşlerinin çoğunun başörtülü olması, bir kesimdeki tedirginliği arttıran faktörlerden biri. Başbakanın “Yedi-sekiz sene öncesine kadar yoktu” diye yakındığı “kamusal alan” uydurmasının bu iktidar başa geldikten sonra icad edilmiş olması da aynı tesbiti teyid eden bir örnek. Hiçbir reel dayanağı bulunmayan “Zorla örttürecekler” korkusunun dayanağı işte bu nokta. İktidar partisi bu kabil endişeleri dağıtmak için mi, “Bodrum’da AKP’ye mini etekli katılım” gibi haberlerle yansıtılan “açılım”lara yöneliyor? Ama o da başka bir savrulmayı ifade ediyor. Üstelik başörtüsü yasağı devam ederken... 14.10.2010 E-Posta: [email protected] |