Hüseyin EREN |
|
Mihenk mihverinde dönmek |
Her sözde tevile yeltenmeli, her cümleye yorum getirmeli, her kelimeyi, kavramı evirip çevirmeli mi? Mânâ ap apaçık ortada dururken ona bir şeyler izafe etme, bir yerlerle bağlantı kurma, bir yerleri onunla karalama veya yüceltme nedendir? Neresinden bakarsanız bakın, anlam sağlam bir zeminde yükselmişse ona tâbi olmaktan, ona tutunmaktan başka yapacak bir şey yoktur. Silik sözlerin, cilâlı cümlelerin cirit attığı hikmetsiz dönemlerde her söylenenin kalbe girmesine mani olmak elbette ki gereklidir ve yerindedir. Zira “Hiçbir müfsit ‘Ben müfsidim’ demez” der Bediüzzaman; kimsenin “Ayranım ekşidir” dememesi gibi. Görüntünün hâkim olduğu günümüzde söylenenleri mihenge vurmadan almak ve kabullenmek saf hakikate ulaşmayı engeller; müfsitliği aşikâre olmuşları tevil etmekse adaleti gölgeler, hakikati perdeler. Konunun ehemmiyetini vurgulamak, işin ciddiyetini göstermek için iddialı bir sözle devam eder Said Nursî; “Hatta benim sözümü ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz.” Bediüzzaman bile söylüyorsa, mihenge vurmadan kabul etmeyin demek istiyor olsa gerek. Devam ediyor Üstad; “Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsat ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz.” Üstad bundan Üstad olsa gerek; açık, net, tevilsiz ve takıntısız konuşuyor; sözünü yaşıyor, yaşadığını söylüyor. Tevillerle, yorumlarla suyun üstüne yağ gibi çıkmak isteyen mihenksizlere, dengeli ve tutarlı bir yol gösteriyor: Mihenge vurunuz. “Size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, altın çıktı ise kalpte saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” Cesarete bakınız, cesaretini cahillikten alanlar, bu sözü mânâ-yı hakikisiyle anlayamaz. “Teneke” demiyor “bakır çıktı ise, gıybet ve bedduâ ile geri gönderin”; Said Nursî’nin neden Üstad ve Bediüzzaman olduğu daha açık ortaya çıkıyor değil mi? Nefsini dizginlemiş, şandan şöhretten geçmiş saf hakikat peşinde gidenlerin şiârıyla konuşuyor. Çoğu zaman, onu anlamamışlıkla mübarekliğine ve tevazuuna verip geçiyoruz. Söylediğinin arkasında bir ömrü geçirmişliğini derk edemiyor, idrak sınırları içerisine tam giremiyoruz. Bazen risâle dairesindeki birileri için “Hiçbir müfsit ‘Ben müfsidim’ demez” kullanılıyor, ama devamı olan “Belki ben de müfsidim” es geçiliyor, tevil ve yorum yoluna gidiliyor. Çünkü nefsin işine gelmiyor. Onun için olsa gerek, saf hakikate erişilemiyor, tevil gölgelerinde geziniliyor, yorum yorgunluğundan ilerlenemiyor. “Yazdıklarımı, bakır çıktı ise bedduâ ve gıybetle geri gönderin” diyecek kadar cesur değilim; bırakın bakır çıkmayı teneke bile çıksa hayır duâyla geri gönderin. Zira saf hakikate erişmiş “mihenkli” bir Üstad’a talebe olmak duâsıyla yazılıyor bu yazılar. “Ay Işığı”, güneşe muhatap olan aydan ışık alma duâsı, Ayın mihverinde mihenkli dönme cabası, size de bu mihvere davet ve hatırlatma gayreti. Kusurlarımızın affı, Ayın karanlık tarafının aydınlanması için bin duâ isteğiyle… 02.11.2010 E-Posta: [email protected] |