Türkiye’de din değiştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Ancak, bunun yerine gayet münafıkane hareket ederek, dinde reform adı altında aynı hedefe varılmak istendi ve isteniyor da.
M. Kemal'in reform siyaseti, dinin bir rol üstlenmesinin reddedildiği bir düzen içinde yeni bir kollektif kimlik oluşturmaktı.1 Cumhuriyet, resmen pozitivizmi bir ideolojik temel olarak kabul eder.
Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildiğini Bediüzzaman şöyle deşifre etmiştir: “Ehli dünya tarafından deniliyor ki: ‘(...) Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor...’”2
Dinî reformlar da bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâlinden gelip “deccalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçrar. Değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre de şekillenir. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini aldı. “Resmî” kanaldan, “resmî din” olarak... Eski SSCB’de Stalin, Çin’de Mao, Arnavutluk’ta Enver Hoca, Kore’de Kim İl Sung, Türkiye’de M. Kemal tarafından temsil edildi “yüce önder”lik.
“Siyasal din”in en karakteristik özelliği, yerleşik dinin yerine, “mitolojik bir soyun mitolojik değerlerini” yerleştirme faaliyetidir. Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları, yâni CHP’nin “altı oku” bunun tipik örnekleridir. İlkeler, “siyasal din”in inanç ve nerede ise ibâdet manzûmesi idi. M. Kemal de, Gündüz Aka’nın, “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter!” gibi benzer sözleriyle, “yüce önder” ilân edilmişti. Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti: “Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden yaratmıştır!” Zaten, ilk okullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, “saygı duruşu”na geçiliyor, takdis ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu... Müslümanlık yerine, “Atatürkçülük” ikame edilmek isteniyordu: “Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir”5 deniyordu. “Atatürkçülük Manifestosu”nun 5. ve 12. sayfalarına bakanın nazarına hemen ilişir: “Öz dinimize gelince, o da Atatürkçülükle tüm bağdaşmaktadır. Öz Müslümanlık, pırıl pırıl bir Avrupalılıktır. Ezan ve ibâdetler öz Türkçe olsun. Camiler Atatürkçülük eğitim yuvaları olmalıdır. Vaiz yazıları Ankara’dan gönderilmelidir.“ Aynı kitabın ikinci sayfasına göz attığımızda, “Hiç unutmam, bir akşam Atatürk, ‘Eskiyi temelinden dinamitle söküp atmalı ki, yerine yenisi kurulabilsin...” cümlelerinin yer aldığını görürüz. Bilhassa 1924’lerden 1950’lere kadar, ondan sonra da “Atatürkçü” çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, “yüce önder”, “efsane, mitolojik değer” şeklinde algıladığı ve öyle de lânse ettiği müşahede edilir. Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihî şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir ziyâretlerinin resmî bir teâmül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.
Dipnotlar:
1-Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 71. 2- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 174.; 3- Dr. Engin Arın, Atatürkçülük Manifestosu, s. 9.
27.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|