Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İkna timleri |
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un “devlet adına itiraf” niteliğindeki çok önemli tesbitlerinden biri, “Maalesef dağa çıkışları önleyemedik” ifadesiydi. Terör fitnesinin çeyrek asırdır bitirilemeyişinin ve bu kadar zayiata rağmen örgütün dağ kadrolarında bir azalma olmayışının temel sebebi bu durumdu. Şimdi Türkiye bir taraftan dağdakileri indirmeye çalışırken, diğer taraftan dağa çıkışları önleme gayretinde. İlk iniş dalgasında yaşanan talihsiz görüntüler, ne yazık ki süreci zora soktu. Arınç “Kasım’da yine başlayacak” demişti, olmadı. Mahmur çıkışlı dönüşler için telâffuz edilen yeni tarih yılbaşı; ama son gelişmeler, DTP dâvâsı, İmralı odaklı tahrik ve galeyan mizansenleri ve son olarak Tokat’taki menfur saldırı, sürecin tümünü sabote edebilecek gibi görünüyor. Böyle bir atmosferden dağa çıkışları önleme çalışmalarının da olumsuz etkileneceği çok açık. Temennîmiz, bu olumsuz gelişmelerin bir an önce kontrol altına alınıp tersine çevrilmesi ve açılımın sağlıklı bir çizgide geliştirilerek devamı. Bu noktada çok önemli bir yer tutan “dağa çıkışları önleme” bahsinde, Güneri Cıvaoğlu halen sürdürülmekte olan bir çalışmanın bilgisini verdi. Buna göre, “Polis istihbaratı, PKK’ya katılmak üzere dağa çıkma çağrısı alan gençleri tesbit ediyor. Polis Akademisi’nde ‘ikna eğitimi’ almış genç polis timleri, aileye gidip durumu anlatıyorlar. ‘Demokratik açılım’ süreci için bilgi veriyorlar. Oğul ya da kızlarının dağa çıkmalarını ana-babaların engellemesi için ‘ikna konuşmaları’ yapıyorlar. Öyle bir kez yapılan ‘göstermelik’ konuşmadan değil. 1-2-3... Gereğinde daha fazla ziyaretler. Ana, oğlunu ya da kızını çağırıyor. Hep beraber de konuşuyorlar. Çoğu kez çocuğun dağa çıkması engelleniyor.” (Milliyet, 6.12.2009) Cıvaoğlu, bu projenin fikir babası ve mimarı olarak, son dönemde sık sık gündeme gelen, açılım süreci başladıktan sonra Çankaya Köşkünde de ağırlanan bir profesörü gösteriyor. (Aynı kişinin, 28 Şubat sürecinde de, kapalı kapılar ardında etkin roller üstlendiğine dair haberler çıktı.) Oysa “ikna” konusu, o profesörden tam yüz sene önce Bediüzzaman tarafından uygulamalı örnekleriyle hayata geçirilmişti. Üstadın, evvelce “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” derken, bilâhare gittiği İstanbul’daki Türkçü muallimlere tepki olarak Kürtçülük damarıyla “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” der hale gelen Kürt talebesini birkaç sohbette kurtardığını anlattığı örnek, bu noktada çok dikkat çekici. (Bu örnekle ilgili olarak, yakınlarda çıkan “Said Nursî ve Demokratik Açılım” isimli kitapçığımızın 29-34. sayfalarındaki “İslâm kardeşliği” ve “Asıl olan, ikna” başlıklı bölümlere bakılabilir.) Dolayısıyla, 28 Şubat’ta o sürece akıl hocalığı yapmışken şimdiki iktidarla da uyumlu çalışma “beceri”si gösteren soru işaretli bir kişiyle irtibatlandırılan bir ikna projesinin sağlıklı sonuç verebileceği konusundaki kuşkularımızı kayda geçirirken, akılları ikna edip gönülleri de kazanmaya yönelik bir seferberliğin, ancak, bu hususta da “orijinal patent hakkı”nı elinde bulunduran Bediüzzaman’ın koyduğu parametrelerle mümkün olabileceğini vurgulamakta fayda görüyoruz. Bitlis’e üniversite projesini, yine yüz yıl önce ilk defa telâffuz etmiş olan Said Nursî’den kopararak M. Kemal’e mal etme tezgâhının bir benzeri de bu “ikna” meselesinde tekrarlanmasın! Kaldı ki, “ikna”nın 28 Şubat versiyonu, üniversite girişlerinde başörtülü öğrencilere başlarını açtırmak için kurulan “ikna odaları”ydı. Polis ekiplerinden oluşan “ikna timleri”nin illâ o mânâda çalıştığını söylemek, şu aşamada elbette ki önyargılı bir suçlama olur. Ama ikna için sadece polis timlerinin yeterli olmadığını, işin bilhassa maneviyat boyutunu tamamlayacak takviyelere de ihtiyaç duyulduğunu gözardı etmemek gerek. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |