Aile-Sağlık |
Hemoroid ile ilgili yanlış bilgilerinizi düzeltin ULUSLARARASI On Klinik Genel Cerrahi Uzmanı Op. Dr. Ali Tuna, hemoroit (basur) hastalığı konusunda toplumda yaygın olarak bilinen yanlışlarla ilgili açıklamalarda bulundu. İlk sorulan sorulardan birinin “hemoroit kansere dönüşür mü?” olduğunu belirten Op. Dr. Tuna konuya şöyle açıklık getirdi: “Kalın bağırsağın sonunda bulunan toplar damarların genişleme, şişme ve kanamalarının adı olan hemoroit, çeşitli yaş gruplarından kadın erkek pek çok kişinin sorunu. Halk arasında hemoroidin kalın bağırsak kanserine dönüştüğü gibi yaygın bir kanaat var. Oysa hemoroit, kansere dönüşmez. Fakat makattan gelen kanama gibi bağırsak kanserinin bazı belirtileri ile hemoroidin belirtileri birbirine benzer. Hasta kendisini hemoroit hastası olarak nitelendirerek uzman doktor muayenesini geciktirdiği sürece teşhisi ve tedavi sürecini de geciktirecektir. Erken evrede teşhis edilerek, tedavi edilebilecek bir kanser ilerleyerek tedavide geç kalınmasına sebep olabilir. Genetik öyküsünde yani ailesinde bağırsak kanseri olanların düzenli olarak muayene olmalarını, hiçbir şikâyeti olmayanların da 40 yaşından itibaren rektosigmoidoskopik muayene yaptırarak kalın bağırsağın son 30 cm’nin inceletmelerini öneririm.” dedi.
AMELİYATSIZ TEDAVİ EDİLEBİLİR Mİ? Hemoroit hastalığı ile ilgili yaygın olarak yanlış bilinen bir diğer konu ise hemoroidin tedavisi ile alâkalı olduğuna değinen Op. Dr. Tuna, utanma, ağrı, uzun süreli nekahat döneminden kaçınma gibi sebeplerle bir çok hastanın tedavi sürecini ertelediğini kaydederek, “Oysaki hemoroid ameliyatsız olarak tedavi edilebilir. Dördüncü dereceye kadar olan hemoroitler; skleroterapi, bant ligasyon, infrared ve surgitron adlı yöntemlerle ameliyatsız olarak da tedavi edilebiliniyor. Yaklaşık 15 ile 30 dakikada uygulanabilinen bu dört yöntemde de anestezi uygulaması, cerrahi bir işlem ve kanama yoktur. Hastaların yaşam kalitesini azaltan bu rahatsızlık, bu yöntemlerle hastaları sosyal hayatlarından ve iş hayatlarından koparmadan tedavi edilebilmektedir” şeklinde konuştu.
HEMOROİD GENÇLERDE GÖRÜLÜR MÜ?
HEMOROİD hastalığı ile ilgili olarak toplumda yerleşmiş bir diğer yanlış kanaat ise sadece orta ve orta yaş üzerinde görüldüğü şeklinde olduğunu ifade eden Op. Dr. Ali Tuna, “Hemoroid görülme sıklığı, genetik faktörler, beslenme alışkanlıkları, alkol alışkanlığı, meslekî risk grupları, gebelik gibi risk arttırıcı faktörlerle birlikte yaş ilerlemesine paralel orandadır. Fakat 20 yaşından itibaren tüm yaş gruplarında, kadın ve erkek her iki cinste de görülmektedir.” açıklamasında bulundu. |
10.12.2009 |
Grip aşısı yaptırma, kan bağışına engel değil TÜRK Kızılayı Kan Hizmetleri Yönetimi Müdürü Armağan Aksoy, ‘’Hepatit aşısı olan bir kişi nasıl aynı gün kan verebiliyorsa, domuz gribi ya da mevsimsel griple ilgili bir aşı olan kişi aynı gün kan bağışı yapabilir’’ dedi. Aksoy, 2008’de 1.5 milyon ünite kan ihtiyacının yüzde 43’ü olan 654 bin 81 ünitesinin karşılandığını söyledi. Geçen yıla oranla 2009’da Kasım ayı hariç diğer bütün aylarda yüzde 7 ile yüzde 53 oranında artış belirlendiğini belirten Aksoy, verileri şöyle sıraladı: ‘’Ocak 2008’de 47 bin 174 ünite olan kan bağışı 2009’da yüzde 44’lük bir artışla 67 bin 830’a çıkmıştır. Rakamlar, Şubatta 47 bin 20’den yüzde 12’lik artışla 52 bin 569’a, Martta 63 bin 726’dan yüzde 7’lik artışla 68 bin 303’e, Nisanda 57 bin 668’den yüzde 38’lik artışla 79 bin 450’ye, Mayısta 60 bin 561’den yüzde 21’lik artışla 73 bin 445’e, Haziranda 66 bin 204’ten yüzde 13 artışla 74 bin 723’e, Temmuzda 53 bin 849’dan yüzde 28’lik bir artışla 68 bin 750’ye, Ağustosta 50 bin 665’ten yüzde 45’lik artışla 73 bin 408’e, Eylülde 49 bin 131’den yüzde 34 artışla 65 bin 857’ye, Ekimde 56 bin 590’dan yüzde 53 artışla 86 bin 989’a yükselmiştir. Kasım ayında da 2008’de 56 bin 497 ünite olan kan bağışı bu yılın aynı ayında yüzde 3’lük bir düşüşle 55 bin 59 üniteye düşmüştür.’’ Kan bağışlarındaki artış ve düşüşlerin genellikle mevsime göre her yıl benzer seyirde olduğunu ifade eden Aksoy, kan bağışlarının en çok bahar ve yaz döneminde yüksek seviyeye çıktığını, kış aylarında ise bir miktar düşebildiğini bildirdi. Aksoy, her geçen yıl kan bağışını artış gösterdiğini vurgulayarak, sayının bu yıl toplamda 750 bin ünitenin üzerine çıktığını belirtti. İstanbul, Ankara ve İzmir’de kan bağışının azaldığını ifade eden Aksoy, düşüşün sebeplerini şöyle açıkladı: ‘’Bunun altında son aylarda tüm dünyada salgın olan ve halk arasında domuz gribi olarak bilenen Pandemik A H1N1 gribinin psikolojik etkisi olabilir. İnsanlar, kan bağışladıkları takdirde vücut dirençlerinin zayıf düşeceğini, grip olduğu takdirde de sağlık durumlarının daha kötüleşebileceği gibi bir ‘yanlış’ inanış içerisindeler. Bağışın az olduğu yerlerdeki görevli arkadaşlarımıza düşüşün sebebini sorduğumuzda, en önemli gerekçenin bu olduğunu söylediler. Bu sebeple, insanların temeli gerçek olmayan bu tür inanış nedeniyle kan bağışlamaktan çekindiği yönünde izlenimlerimiz var. Ancak, gerçek olan kan bağışı yapmakta korkulacak bir şey olmadığıdır. Kan bağışlamaktan dolayı vücut direncim zayıf düşer ve gribe kolay yakalanır ve gribi daha ağır geçiririm gibi bir endişe yersizdir.’’ |
10.12.2009 |
“Sigaradan her yıl, en az 5 milyon kişi ölüyor” DÜNYA Sağlık Örgütü (DSÖ), sigaradan her yıl en az 5 milyon kişinin öldüğünü bildirerek, sigarayla mücadelede daha güçlü tedbirler alınmazsa bu rakamın artabileceği uyarısında bulundu. DSÖ’nün tütün kullanımı ve kontrolüyle ilgili yeni raporunda, dünya nüfusunun yüzde 95’ine yakınının sigara yasağıyla ilgili yasalarla korunmadığı da vurgulandı. DSÖ, pasif içiciliğin her yıl 600 bin civarında kişinin ölümüne yol açtığını da kaydetti. Raporda, ülkelerin sigaraya karşı oluşturduğu çeşitli stratejiler; insanları sigaradan korumak, tütün ürünleri reklâmlarına yasaklar koymak ve tütün ürünlerinin vergilerini arttırmak olarak sıralandı. BM raporunda, bu önlemlerin DSÖ’nün 6 stratejiden oluşan paketinde yer aldığı, ancak bu tedbirlerin sadece herhangi bir tanesinin dünya nüfusunun yüzde 10’dan azını kapsadığı ifade edildi. DSÖ’nün Tütünsüz Girişim programının direktörü Douglas Bettcher da “insanların, sigaranın sağlığa zararlı olduğu uyarısından daha fazlasına gereksinim duyduğunu” söyleyerek, insanların, hükümetlerinin, bu konudaki DSÖ Çerçeve Sözleşmesini uygulamaya ihtiyacı olduğunu belirtti. Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi, 2003 yılında 170 kadar ülke tarafından onaylanmıştı. Sözleşme, teorik olarak ülkelere, tütün ürünleri kullanımını azaltmak için tedbirler alması yükümlülüğü getiriyor, ancak sözleşmede bunu yapmayan ülkelere yaptırım uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin açıklık bulunmuyor. Tütün kullanımı, engellenebilir ölüm sebeplerinin başında geliyor. DSÖ’ye göre, ülkeler esaslı tedbirler almazsa, çoğu gelişmekte olan ülkelerde olmak üzere 2030 yılına kadar her yıl sigaradan ölenlerin sayısı 8 milyona kadar çıkacak. |
10.12.2009 |
Çocukları grip kadar uyuşturucudan da koruyun HIzla yayılan ve başlama yaşı her yıl düşen uyuşturucu konusunda, anne ve babaların gerekli hassasiyeti göstermediği belirtildi. İzmir İl Emniyet Müdürlüğü Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (TUBİM) İl Temas Görevlisi Mustafa Yücel, domuz gribine karşı gösterilen koruyucu tutum, uyuşturucu konusunda sergilenmemesinin acı bir gerçek olduğunu vurguladı. Domuz gribini hafife almadıklarını ama aynı hassasiyetin uyuşturucu konusunda da gösterilmesi gerektiğini kaydetti. TUBİM Görevlisi Yücel, İzmir’in Menemen ilçesinde, Menemen Kız Meslek Lisesi öğrenci ve velilerine bir seminer verdi. Uyuşturucu konusunda en büyük olumlu ve olumsuz etkenlerin aile olduğunu belirten Yücel, “Çocuklarımızı uyuşturucudan ve kötü alışkanlıklardan, en güzel iyi bir aile ortamı korur” dedi. En büyük sorumluluğun anne ve babaya ait olduğunu söyleyen Yücel, “Sıcak bir aile ortamı ve ilgiyle çocuklarımızı bu kötü alışkanlıklardan koruyabiliriz. Çocuklarımıza, hedefler ve idealler gösterelim. Onlara ulaşmaları için birlikte gayret edelim. Böylece hem gerçek manada iyi yetişmelerini sağlarız hem de kötü alışkanlıklardan korumuş oluruz.” şeklinde konuştu. Domuz gribinden iyi bir beslenme ve aşıyla korunabildiğini fakat uyuşturucu bağımlılığın henüz bir aşısı olmadığını ifade eden Mustafa Yücel, “Uyuşturucu madde bağımlılığı, domuz gribi virüsünden daha hızlı yayılmaktadır. İnsanları hemen öldürmüyor fakat yaşayan bir ölü haline getiriyor” ifadelerini kullandı. |
10.12.2009 |
Çocuklarda görülen astımın yüzde 90’ı alerjik ÇUKUROVA Üniversitesi (ÇÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ve Çocuk Alerji-İmmunoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Seval Güneşer Kendirli, çağın hastalığının alerji olduğunu belirterek, çocuklarda görülen astımın yüzde 90’ının alerjik olduğunu kaydetti. ‘9 Aralık Dünya Alerji Günü’ dolayısıyla bir açıklama yapan Kendirli, hayat boyu astımın büyük bir kısmının çocuklukta başladığını anlattı. Çocuk astımının erken teşhisi, doğru takip ve tedâvisinin önemli olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Kendirli, “Çocukların iş gücüne ve okula devamsızlığına sebep olan astım çocukluk çağının en önemli kronik hastalığıdır. Astım görülme oranı gittikçe artmaktadır. Astım genellikle kendiliğinden veya tedavi ile düzelen, hava yollarının tıkanması ve yangısı sonucu oluşan, yineleyen bir hastalıktır. Hayat boyu astımın çoğu çocuklukta başlamaktadır. Genellikle ev tozu akarlarına, küf mantarlarına hayvan tüy ve salgılarına bazen de polenlere alerji olabilir. Çocukluk çağında görülen astımın yüzde 70-75’i hafif astımdır. Hastalıkta genelde tekrarlayan öksürük, hışıltı, balgam çıkarma ve nefes darlığı olur. Hastaların özellikle gece olan öksürükleri vardır. Bu kuru ve inatçı özelliktedir. Sonraları balgam eklenir. Hışıltı astımlı çocuklarda olan önemli bir bulgudur ve kendiliğinden veya uygulanan tedavi ile düzelir. Yalnız bilmemiz gereken bir nokta, her astımda hışıltı olmadığı ve her hışıltının da astım olmadığıdır. Hastalıkta gece nefes darlığı görülebilir. Egzersizle nefes darlığı, hışıltı olabilir. Astımlı hastanın soluk borusu aşırı duyarlıdır. Alerjen, hava kirliliği, iritanlarla hastalık başlayabilir. Astımlı hastanın evinde sigara içilmemelidir. Ailede astım veya alerji varsa tekrarlayan hışıltı ve tekrarlayan öksürükte astım olup olmadığı düşünülmelidir ve hekime başvurmalıdır.” dedi.
ALLERJİ VE ASTIM TEDÂVİ YÖNTEMİ Astımın tedâvi edilebilen bir hastalık olduğunu vurgulayan Kendirli, “Astım tedâvisinde; hastanın doktoru ile iyi ilişkide olması şarttır. Astımda hastanın astımını kontrolde tutmak gerektir. Bu nedenle hasta ilâçlarını doktorun önerdiği sürede kullanmalıdır. Alerjik hastalarda alerjenden korunmanın etkin yapılması gereklidir. Hastanın ilk aşamada hangi maddeye karşı alerjisi varsa o maddeden nasıl uzak duracağını öğrenmesi ve o önlemleri alması gerekir. Tedâvide ikinci basamak ilaç tedavisidir. Hasta doktorun verdiği ilacı düzenli veya gerektikçe almalıdır. Hekimler hastalığın şiddeti, hasta yaşı, kolay kullanılabilirliği ve maliyet gibi faktörlerin göz önünde tutarak her hasta için özgün tedaviler önerirler. Uygun tedavi ve korunma ile astımlı çocuklar yaşıtları gibi sağlıkla yaşamlarını sürdürebilirler, tüm aktiviteleri ve spor yapabilirler. İlk iki aşama tedâvileri uygulamasına karşın yeterli yararı görmeyen hasta grubunda, allerji aşısı olarak bilinen immünoterapi tedavisi uygulanabilir. İmmünoterapi tedavisinde hastaya duyarlı olduğu allerjen giderek artan dozlarda verilerek bağışıklık sisteminde verilen tepkilerin azaltılması amaçlanır. Aşı kararı ve nasıl yapılacağı uzmanlık (ihtisas) eğitimi almış allerjistler tarafından verilmelidir.” dedi. “Alerji, çevremizde bulunan ve zararlı olmayan alerjen dediğimiz maddelere vücudumuzun bağışıklık sisteminin verdiği yanıttır” diyen Prof. Dr. Seval Kendirli, “Bu reaksiyon alerjinin görüldüğü organda kronik bir yangıya neden olur. Tüm alerjik hastalıklarda en büyük risk faktörü anne babadan geçen kalıtsal bir alerjik yatkınlığın olmasıdır. Alerjik hastalıkların gelişmesinde yalnız genetik faktörlerin değil, çevre faktörlerinin de önemli rolü olduğu bilinmektedir. Enfeksiyon, sigara dumanı, hava kirliliği, rutubetli evde yaşama, şehir tipi yaşama hastalığın gelişmesini tetikleyen faktörlerdir. Alerjik hastalıklar allerjik (burun ve göz) nezle, astım, egzema, besin allerjisi, ilaç allerjisi, böcek allerjisi şeklindedir” diye konuştu.
ALERJİK NEZLEYE DİKKAT Alerjik bünyeli kişilerde ‘nezle’ oluşabileceğini anlatan Kendirli, “Alerjen ile karşılaşma sonu burun akıntısı ve tıkanıklığı, aksırık, kaşıntı gibi yakınmaların oluştuğu hastalıktır. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte alerjik nezle görülme sıklığı yüzde 10 ile yüzde 25 arasında değişmektedir. Adana’da alerjik nezlenin okul çağı çocuklarında görülme oranı yüzde 11.2’dir. Alerjik nezle burunda neden olduğu yakınmalar ile iş ya da okul başarısının düşmesi, dikkat dağınıklığı, konsantrasyon bozukluğu, uyku bozuklukları gibi yakınmalar ile yaşam kalitesinde bozulmalara yol açabilir. Ayrıca sinüzit, orta kulak iltihabı ve astım gelişmesine yol açar. Bu sebeple alerjik rinitli her hastanın astım gelişimi yönünden dikkatle izlenmesi gerekir. Alerjik nezleli hastaların yüzde 30-35’inde astım, astımlı hastaların yüzde 80-85’inde alerjik nezle vardır. Alerjik nezle astım için önemli bir risk faktörüdür” ifadesini kullandı. |
10.12.2009 |