Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
Gökleri ve yeri, hiçbir benzeri olmaksızın yaratan Odur. Birşeyin yaratılışını murad ettiğinde Onun işi sadece “Ol” demektir; o da oluverir.
Bakara Sûresi: 117 |
10.12.2009 |
Adalet nâmına hislerini karıştıranlar zulmederler
Evet, hakim ve mahkeme tarafgirlik şaibesinden müberra ve gayet bîtarafane bakması birinci şart-ı adalet olduğuna dair binler vukuat-ı tarihiyeden, Hazret-i Ali Radiyallahü Anhın hilâfeti zamanında bir Yahudî ile mahkemede beraber oturmaları ve çok padişahların adi adamlar ile mahkeme-i adalette görülmesi gibi çok hâdisât-ı tarihiye var... Tarihçe-i Hayat, s. 202, (yeni tanzim, s. 355) *** Adliyede, adalet hakikati ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki, İmam-ı Ali (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup muhakeme olmuşlar. Hem bir adliye reisi, bir memuru kanunca bir hırsızın elini kestiği vakit, o memurun o zâlim hırsıza hiddet ettiğini gördü, o dakikada o memuru azleyledi. Hem çok teessüf ederek dedi: “Şimdiye kadar adalet namına böyle hissiyatını karıştıranlar pek çok zulmetmişler.” Evet, “Hükm-ü kanunu icra etmekte o mahkûma acımasa da hiddet edemez; etse zâlim olur. Hattâ, kısas cezası da olsa, hiddetle katletse, bir nev’î katil olur” diye, o hâkim-i âdil demiş. İşte, madem mahkemede böyle hâlis ve garazsız bir hakikat hükmediyor. Üç mahkeme bizlere beraat verdiği ve bu milletin yüzde—bilseler—belki doksanı, Nur Talebelerinin zararsız olarak millete ve vatana menfaatli olduklarına pekçok emârelerle şehadet ettikleri halde, burada o mâsum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok muhtaç Nur Talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musîbete ve ihanetlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden, sükût edip Allah’a havale ederek, “Belki bunda da bir hayır var” dedik. Tarihçe-i Hayat, s. 487, (yeni tanzim, s. 861) *** Hazret-i Ömer, hilâfeti zamanında, âdi bir Hıristiyan ile mahkemede birlikte muhâkeme olundular. Halbuki, o Hıristiyan İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhâlif iken, mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adâlet müessesesi hiçbir cereyâna kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesidir ki, komünist olmayan Şarkta, Garbda, bütün dünya adâlet müesseselerinde cârî ve hâkimdir. Tarihçe-i Hayat, s. 564, (yeni tanzim, s. 1000) *** Saadet-i beşeriye dünyada adaletle olabilir. Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir. (...) Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi. Hutbe-i Şamiye, s. 83 *** Son sözüm: Cenâb-ı Hak, hâkimleri adalet-i hakikiyeye muvaffak etsin. Âmin
Şuâlar, s. 343, (yeni tanzim, s. 623)
LÜGATÇE:
tarafgirlik: Taraf tutmak. şaibe: Leke, kir, kusur, hata. müberra: Temiz, kusurdan uzak ve arınmış. bîtarafane: Tarafsız bir şekilde. şart-ı adalet: Adalet şartı. vukuat-ı tarihiye: Tarihî vakıalar, hadiseler. hâdisât-ı tarihiye: Tarihî hadiseler. bilâ-tefrik: Ayrım yapmaksızın. hissiyat: Hisler, duygular. saadet-i beşeriye: İnsanlığın mutluluğu. hakaik-i İslâmiye: İslâmî hakikatler, gerçekler. Ye’cüc ve Me’cüc: Kur’ân’da bahsi geçen, ortalığı fitne, fesat ve anarşiye boğacakları bildirilen bir kavmin ismi. |
10.12.2009 |
İslâmiyet, kardeşliğin kalesi!
İnsanlar arasında yakınlığın asıl sebebi din birliğidir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberini tasdik etmiş kimseler birbirinin mânevî akrabası, yakını ve dostlarıdır. Bunlar arasında manevî bir birlik vardır. Mü'minlerle kâfirler ırk bakımından birbirinin akrabası olsalar bile (Macarların Türk ırkından olmaları gibi), bu akrabalığın iman kardeşliğinden gelen manevi akrabalık yanında kıymeti hiç hükmündedir. Nitekim Hz. Nuh’un (as) oğlu, babasına inanmadığı, dolayısıyla iman etmediği için Allahü Teâlâ onu, Nuh peygamberin (as) ailesinden saymamıştır. Halbuki Peygamber Efendimiz (asm), aralarında bir nesep bağı bulunmayan Selmân-ı Fârisî’yi kendi ailesinden saymıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir harbinde birçok sahâbî, en yakınları olan babalarına ya da oğullarına karşı savaşmışlardır. Bir başka örnek: Medine civarında cereyan eden Müreysî savaşında, meşhur münafık Ubey bin Selûl’un oğlu Abdullah: “Yâ Resûlullah! İşittiğime göre Ubey bin Selûl kendisinin katlini vâcip kılan sözler söylemiş, muhacir kardeşlerimize hakâret etmiş. Eğer emir verirseniz, Ubey bin Selûl’un başını kesip huzurunuza getireyim”1 diyebiliyor. Bir tarafta inandığı değerler ve İslâm için babasıyla cihad eden oğul ya da oğluyla cihad eden baba; bir yanda da babası Nuh Aleyhisselâma inanmadığı, Allah’a iman etmediği için babasının dâvetini reddeden oğul Kenan! Cenâb-ı Hak bu hâdisenin cereyanı sırasında Hz. Nuh’u (as) ikaz ediyor. Kur’ân-ı Kerim’de bununla ilgili olarak: “Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O (Kenan) asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir”2 buyruluyor. Samimî dindar insanlar, hangi milletten ve kavimden olursa olsun, toplum içinde belli bir yere sahip ve saygındır. İnsanlar, Allah’ın emirlerine itaatleri nisbetinde üstün ve şerefli olurlar. Yoksa, değer, ne çoklukta ne yoklukta bulunur. Cahiliye devrinde, insanlar kavim, kabile, ırk faktörlerini üstünlük vasıtası bilir, bununla iftihar eder ve birbirlerine karşı rüchâniyet dâvâ ederlerdi. Öyle ileri gidildi ki, birbirlerine galebe edecek bir şey kalmayınca sayı çokluğunu ileri sürdüler ve çokluk iddiasıyla mezarlıktaki kabirleri “Şu sizden, bu bizden” şeklinde saymaya başladılar. Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade ediliyor: “Çoklukla övünmek sizi öyle oyaladı ki, nihayet (ölüleri bile saymak için) kabirlere gittiniz.”3 Cahiliye devrinde, insanların güçlüleri, kuvvetlileri, sayıca çok olanları kendilerini şerefte, itibarda üstün bilir; kavimlerini, kabilelerini hatta milletlerini de bu şeref ve itibarın kaynağı olarak görürlerdi. O devirde “itibarlı kabile”, “meziyetli kavim”, “üstün ve şerefli ırk” gibi farazî değerler üstüne inşâ edilmiş anlayışlar vardı. Bir başka örnek: Sahâbîden Sa’d bin Ebi Vakkas (ra), Hz. Ömer (ra) ve Selmân-ı Fârisî’nin (ra) de aralarında bulunduğu bir mecliste Araplara: “Babanızı, dedenizi sayar mısınız?” dedi. Sa’d’ın maksadı, Arap olmayan Selmân-ı Fârisî’yi sıkıntıya sokmak, onu kızdırmaktı. Saydılar. Sıra Selmân-ı Fârisî’ye gelince o: “Müslüman bir soyum yok ama ‘Ben İslâm oğlu Selman’ım” dedi. Bu diyalog Hz.Ömer’in (ra) hoşuna gitmedi ve şöyle konuştu: “Bütün Kureyş bilir ki ‘Hattab’ cahiliye zamanında Kureyş’in en şöhretlisiydi. Buna rağmen ben kendimi ‘İbn’ül-İslâm’ (yani İslâm’la doğmuş, onunla hayat bulmuş) bilir, Müslüman olmayan geçmişime dayanarak, şeref kazanma ihtiyacını asla duymam.”4 Hz.Ömer (ra), bu tavrıyla Selmân-ı Fârisî’nin (ra) sözlerini teyit ve ona hakkını teslim ediyordu. Günümüzde buna benzer sergilenen şeyler var. “Unsuriyet” (ırkçılık) fikrini geçer akçe bilenler karakteristik özellikleri gereği, “Benden sonra tûfan” deyip, “ego”larına binerler. Hâlbuki İslâm’ın ön gördüğü değer ölçüsü, insanın İslâm’a bağlılığı, Allah’ın emirlerine itaatidir. İslâm’ı nefsinde yaşama gayretinde olan bir mü'min, hangi kavimden, kabileden, ırktan ve unsurdan; hatta, hangi milletten olursa olsun muhteremdir, değerlidir, saygındır. Onun Türklüğü, Kürtlüğü, Çerkezliği, Lazlığı ne büyüklük ne küçüklük vesilesi değildir. Milleti oluşturanlar, o ülkede olanlar; birçok birlik değerini birlikte paylaşanlar. Öyle değil mi? Allah’ımız bir, Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kitabımız bir, vatanımız bir. Birçok birlik sebebiyle her birimiz “bir”iz, biz. Dikkat! Yemek için bölmek, bölmek için parçalamak gerekir. “Sen şu’sun”, “öteki bu’dur” gibi sözlerin söylenmesi, münafığın hilesi. Said Nursî, Risâle-i Nur’da: “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmiyet içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar” 5 dedikten sonra; milliyet kavramını müsbet mânâda anlamak gerektiğini yani, milliyet anlayışını belli bir unsura hasretmek yerine “milliyet-i İslâmiye” olarak değerlendirmenin daha doğru olacağını; bu anlayışın İslâm kardeşliğini güçlendiren en önemli âmil olduğunu; yardımlaşma ve dayanışmayı arttıracağını ifade ettikten sonra: “Şu müsbet fikr-i milliyet; İslâmiyet’e hadim (hizmetkâr) olmalı, kal’a olmalı, zırh olmalı.. yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde, bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor”6 tesbitinde bulunuyor. Bu ülkenin insanına yıllarca, hem de sabahın alaca karanlığında, Muhammed Ali’nin boks maçını izlettiren sâik, onun Müslüman oluşundan başka bir şey değildi. Amerikalı Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonundan, Cassius Marcellus Clay olduğu günlerde, insanımız, ne haberdardı, ne maçını bilen vardı. Müslüman olunca onu, tanımaya başladı; merak sardı gönlünü, maçını kaçırmadı! Neden? “İnneme'l-mü’minûne ıhvetün.” Dünyanın öteki ucunda bir musîbet duyunca, koşar kalbimiz yanına; Müslüman kardeşimin. Niçin? Çünkü, Kur’ân-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak: “Mü'minler ancak kardeştirler” 7 buyuruyor. Demek, mü'minlerin birbirleriyle Allah için görüşmeleri, konuşmaları, sevişmeleri; vatanına, milletine Allah için himmet etmeleri Allah’ın rızasına daha uygun düşüyor; bu birlik beraberlikte ittifak edişleri, tesis ettikleri kardeşlikleri, Baki âlemde ve Berzahta bâki kalıyor; haklarında hasenâta dönüyor. Rabbimiz Kitabında: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; ayrılığa düşmeyin, parçalanmayın” demiyor mu?8 Bu vatan topraklarını koruyup kollayan, gerektiğinde, gözünü kırpmadan canını veren birçok unsur kardeş kardeş yaşıyor; pâyidâr olur inşaallah. Bediüzzaman: “Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına küçük bir millettir”9 diyor. Yani kim Allah’ın rızasından başka bir menfaat gözetmeksizin vatanını, milletini, mukaddesâtını korumak ve onları yüceltmek azmiyle, içinden gelerek ciddî gayret ederse, işte o kimse, tek başına bir millet demektir. Çünkü o, onun hazzını, hüznünü, heyecanını, tasasını ve âhını ruhunun tâ derinliklerinde hissederek yaşıyor. Peygamber Efendimiz (asm) Vedâ Hutbesiyle, kıyamete kadar bakî kalacak bir yol haritası çizmiş. O, beşere şöyle sesleniyor: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerinde, siyahın da kırmızı üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır.”10 O, bu hadis-i şerifiyle, ırkî ve unsûrî referansların hepsini reddetmiş; çürütmüştür. Kur’ân-ı Kerim, ırk ayırımı gözetmeksizin yeryüzünde “halife” olarak yarattığını bildirdiği her insanı dünya ve âhiret saadetine çağırır. Dil ve renk ayrılığı ile sosyal farklılaşma bir problem değil, bilâkis, Allah’ın rahmetinin eseri bir nimet ve O’nun ilim ve kudretini ortaya koyan bir alâmettir. Cenâb-ı Hak: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık”11 buyurmaktadır. Buradan anlaşılması gereken; küçükten büyüğe, kabileden milletlere varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun temel sebebinin kitlelerin birbirini tanıması, anlaşması ve kaynaşmasıdır. Yani âyet, soy-sop ile övünmek yerine, birlik ve beraberliğin tesisini öngörmektedir. Görülüyor ki, ırkçılığın, ayrımcılığın her türü Allah katında da, Allah’ın Resûlü (asm) nezdinde de tard edilmiş, kerih görülmüş, çirkin bulunmuş ve yasaklanmıştır. Çünkü ırkçılığın önemli bir tezahürü veya sonucu “kızgınlık”, “nefret” ve “haksızlıkta yardımlaşma” olduğu için Hazret-i Peygamberimiz (asm): “Kim ırkçılığa (asabiyete) çağırarak yahut ırkçılıktan dolayı başkasına kızarak gâyesi belirsiz bir topluluğun bayrağı altına girerse, onun ölümü cahiliyedeki ölüm gibidir”12 buyurmuştur. Hâdimü’l-Harameyn Yavuz Sultan Selim: “Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi, Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” mısralarıyla, idaresindeki teb’a’nın, milletlerin arasında çıkacak muhtemel bir ihtilâftan dolayı kabrinin köşesinde bile elem duyacağını, ıztırap çekeceğini söylüyor o günden, koca sultan! Evet. Bugün yine “homurtu”lar geliyor. İnsanları eleklerle eliyor. Müslüman kardeşliğimize göz koyanlar olmasın? Oyunlardan oyun var, buna dikkat etmeli! Birlik ve dirliğimize “nâmerd”i elletmemeli…
Dipnotlar: 1- Ahmet Şahin, Müslümanın Milliyetçilik anlayışı, 31. 2- Hûd Sûresi, 46. 3- Tekâsür Sûresi, 1-2. 4- Ahmet Şahin, Müslümanın Milliyetçilik Anlayışı, 13. 5- Said Nursî, Mektûbât, 298. 6- A.g.e., 299. 7- Hucurât Sûresi, 10. 8- Âl-i İmrân Sûresi, 103. 9- Said Nursî, Hutbe-i Şamiye, 50. 10- İslâm Arş. Merkz. İlmihali, 1: 583. 11- Hucurât Sûresi, 13. 12- TDV İslâm Ansiklopedisi, 19: 126 (Müslim, İmare,57).
ALİ RIZA AYDIN - [email protected] |
10.12.2009 |