Süleyman KÖSMENE |
|
Fitne ve ölüm |
Eyüp Bey: “Fitne nedir? Bakara Sûresi 191. âyetinde ‘Fitne katilden şiddetlidir’ cümlesi sadece kâfirler için mi geçerlidir, yoksa bizler için de geçerli midir?”
Fitne, Kur’ân’da imtihan, deneme, şaşırtma, şaşırtıcı, günaha sebep olan, kargaşa veren, anarşi ve terör, karışıklık, bozgunculuk, harbe sebep olan, eziyet, kötülük, azap, ezâ, cefâ, belâ ve musîbet gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır. Örneklere bakalım: 1- Fitneyi, imtihan ve deneme anlamında kullanan âyetlere misaller: “Onlar Süleyman’ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Hâlbuki Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Asıl kâfir olanlar, insanlara sihir öğreten şeytanlardı. Onlar, Bâbil’deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirilen sihir ilmini elde edip öğretiyorlardı. O iki melek ise, ‘Biz bir fitneyiz (imtihan sebebiyiz). Sakın sihir yaparak inkâra sapmayın’ demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Hâlbuki o sihir yapanlar, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye bir zarar verebilecek değillerdi. Böylece kendilerine fayda değil, zarar verecek şeyleri öğrendiler.”1 “Her nefis ölümü tadıcıdır. Hayır ve şer fitneleriyle (hayırdan ve şerden imtihan vesileleriyle) sizi imtihan ederiz. Sonunda Bize döndürüleceksiniz.”2 “Olur ki, tehdit edildiğiniz şeyin gecikmesi, sizin için bir fitne (imtihan) ve belli bir vakte kadar elinize verilmiş bir fırsattır.”3 “Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınıza fitne (imtihan vesilesi) kıldık. Sabredecek misiniz? Rabb’in her şeyi hakkıyla görür.”4 “İnsana bir zarar dokunduğunda Bize duâ eder. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, ‘Bilgim sayesinde bu bana verildi’ der. Hâlbuki o nimet bir fitnedir (imtihan sebebidir). Lâkin çoğu bunu bilmez.”5 “Biz onlara fitne (imtihan) olarak bir dişi deve göndereceğiz. Sen onları gözetle ve sabret!”6 “Ey Rabb’imiz! Bizi kâfirler için bir fitne (imtihan sebebi) kılma! Bizi onlara mağlûp düşürme ki, bizim zayıflığımıza bakıp inkârlarını haklı bulmasınlar. Rabb’imiz! Bizi bağışla! Muhakkak Sen Azîz ve Hakîm’sin.”7 “Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihan sebebidir). Mükâfatın büyüğü Allah katındadır.”8 Fitneyi imtihan mânâsında aldığımızda kadın erkek için, erkek kadın için, çocuklar anne ve baba için, dünya malı ve nimetler insanlar için birer fitne olur. Çünkü bunlar birer imtihan sebebi veya imtihan konusudur. 2- Fitne şu âyette belâ ve musîbet mânâsında kullanılmıştır: “Öyle bir fitneden (belâ ve musîbetten) sakının ki, geldiği zaman içinizde sadece zalimlere isabet etmez. Şunu da bilin ki, Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”9 3- Fitne şu âyetlerde kargaşa, anarşi, terör, kötülük ve bozgunculuk manalarında kullanılmıştır. Ki fitnenin en yaygın kullanılışı bu mânâlarda olmuştur. “Firavun ve kavmin ileri gelenlerinden başlarına bir fitne (kötülük, düşmanlık, belâ) gelir diye korktukları için, Musa’ya, kavminin bir kısım gençlerinden başka iman eden olmadı. Firavun ise, o memlekette büyük bir zorba idi ve ilâhlık iddiasında bulunarak haddi aşmıştı.”10 “Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi Mekke’den nasıl çıkardılarsa, siz de onları oradan çıkarın. Fitne, katilden (öldürmeden) daha şiddetlidir. Onlar sizinle çarpışmadıkça, siz de Mescid-i Haram yanında onlarla çarpışmayın. Eğer çarpışacak olursanız, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir.”11 Bu âyette Müslümanları hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin, çıkardıkları bozgunculukla, estirdikleri terör ve zorbalıkla ve ortaya koydukları fitne ile hukuken ölümü hak ettikleri anlatılmıştır. Ardından gelen âyet ise, şirki ve savaşı bırakan müşriklerin bırakılmasını ve affedilmesini öneriyor.12 Demek müşriklerin azgınlıkları devam ettiği sürece Müslümanların karşı koyma hakları vardır. Müşriklerin azgınlık ve bozgunculukları, Müslümanların hukuk çerçevesinde karşı koyuşlarından daha yıpratıcı ve daha dehşetlidir.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 102. 2- Enbiyâ Sûresi: 35. 3- Enbiyâ Sûresi: 111. 4- Furkan Sûresi: 20. 5- Zümer Sûresi: 49. 6- Kamer Sûresi: 27. 7- Mümtehine Sûresi: 5. 8- Enfâl Sûresi: 28. 9- Enfâl Sûresi: 25. 10- Yûnus Sûresi: 83. 11- Bakara Sûresi: 191. 12- Bakara Sûresi: 192. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Yastık altındaki altınlar... |
Eskiden değerli şeyler yastık altı ve yatak altında saklanırdı. Bunlar artık klâsik şeyler oldu. Eski hırsızlar evlere girdiklerinde ilk önce yastık veya yatak altlarına bakarlardı. “Yastık altı” tabiri buradan gelir. Altın Borsası Başkan Vekili Osman Saraç’ın geçtiğimiz gün yaptığı açıklama gündemde yerini aldı. Doğrusu şaşırdım. “Yastık altında beş bin ton altın bulunduğunu” tahmin etmiş. Bu çok büyük bir rakamdır. Dolar olarak karşılığı 192 milyar dolar. Demek ki öyle fakir bir ülke değiliz. Peki bu altınlar niçin saklanır? Bu bir âdettir efendim. Geline, hanıma şu kadar altın takılması evliliğin şartlarındandır. Âtıl bir yatırımdır aslında. Biz böyle bir milletiz. Paranın sıcaklığından haz alırız. Altının şevketi ise, insana, özellikle kadınlara haz verir. Halbuki bu değerler bir araya geldiğinde, çok önemli katkılar sağlar hayatımızda. Ancak kolektif hayata pek alışık olamayan insanımız kendi dünyasını yaşıyor. Bizim bazı temel değerlerimiz oldukça zedelendiği için ve dürüst insanların da çevresinde olmayışı insanımızı haklı olarak bu yola sevk ediyor. Bediüzzaman Hazretleri “..o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez” diyor. Asıl noksanımız budur. Bize önce doğruluk lâzımdır. Sonra yalan söylememektir. Sıdk, tesanüd ve yardımlaşma hayatın vazgeçilmezleridir. Bu değerlerin yitirilmesi sebebiyle, küçük ve büyük birçok kuruluş batmıştır. Yastık altı bunun için kabarmıştır. Bu 192 milyar doların piyasaya karıştığını bir düşünün. Ne ekonomik sıkıntı kalır, ne nakit darlığı, ne de işsizlik... Bu problemin temel kaynağı, mânevî değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Sağlam ve itimat edilen dürüst insanların varlığı bu tabloyu değiştirecektir. Bir de mesleğinin ehli insanlar olmalıdır. Sadece doğruluk kâfî gelmez, liyakat da önemlidir. Böyle bir birliktelik olsa, yastık altı oldukça hafifletilebilir. Hem kazanır, hem de kazandırır. Bu zamanda “i’lâ-yı kelimetullahın en birinci umdesi maddeten terakkîdir”. Ama önce temellerimiz sağlam olmalıdır. Dört dörtlük insanlara ihtiyacımız vardır. Öyle çek ve senetlerinin karşılığı milyonu bulan bir piyasada güven bunalımını aşmak kolay değildir. Çare bellidir. Kaybettiklerimizi, kaybettiğimiz yerden başka yerde aramamalıyız. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Zaman ayarlı saldırılar |
Tokat–Reşadiye yolundaki vahşi saldırı hadisesi üzerindeki soru işaretleri, azalacağına artmaya devam ediyor. Bu saldırı, sisli bir havada yapıldığı gibi, saldırı planı üzerinde de yoğun bir sis tabakası görünüyor. Tıpkı, 1993'te Elazığ–Bingöl yolunda 33 erin vahşice katledilmesiyle neticelenen saldırı hadisesi gibi... Evet, Tokat'ta vuku bulan son saldırı, terör örgütü dağ kadrosunun tek başına planlayıp gerçekleştirdiği bir hadiseye benzemiyor. Zira, örgütün dağ kadrosu genel olarak zayıflamış durumda. Tokat'ta ise, benzer saldırılar on yıldan fazladır hiç yaşanmadı. Yani, örgütün orada ciddî bir taban gücü yoktur. Belki de, Anadolu'nun doğusunda en zayıf olduğu yerlerden biridir Tokat. Buna rağmen, o bölgede son derece planlı ve profesyonelce bir saldırı gerçekleştirilebiliyor olması, aynı derecede düşündürücü ve beraberinde birtakım şüpheleri dâvet edicidir. * * * Evet, gencecik yedi vatan evlâdının hayatına mal olan son saldırı hadisesi, tıpkı "zaman ayarlı bomba" gibi, zaman ayarlı bir saldırı şeklinde görünüyor. Anayasa Mahkemesinde DTP'nin kapatılma dâvâsının görüşülmeye başlanacağı hengâmda... Başbakan'ın, elindeki "açılım" dosyasıyla ABD Başkanı ile görüşmeler yaptığı esnada... İmralı çıkışlı mesajların şehir ortamlarını germeye yüz tuttuğu bir zamanda... Ve daha birçok hadisenin kritik eşiklere gelip dayandığı bir atmosferde Reşadiye yolunda meydana gelen kanlı saldırının, gerçekte profesyonelce kurgulanmış bir ihanet plânının "zaman ayarlı" olarak sahneye konulduğu kanaatini uyandırıyor.
Tehdit, dağdan şehre indi
Yıllar önce, köylerin cebren boşaltılması vesilesiyle kuvvetle muhtemel gördüğümüz bir tehlikeye dikkat çekerek şunu söylemiştik: Bu gidişle, şehirler yaşanmaz hale gelecek. Zira, hem sağlıksız ve plânsız yerleşimler olacak, hem de zorla tehcir edilen vatandaşların çocukları potansiyel bir tehlikenin malzemesi haline dönüştürülebilecek. Ne yazık ki, korktuğumuz başımıza geldi, geliyor: Birçok şehirde kànunsuz gösteriler yapılıyor, polislerle çatışmalara giriliyor, araba ve işyerleri ateşe veriliyor, ölümlü vak'alar yaşanıyor, vesaire... Temenni edelim ki, bilânço daha da ağırlaşmadan bu fitne ateşi söndürülsün.
Tarihin yorumu - 10 Aralık 1896
Ödüllerin Nobel'i
Adına her yıl çeşitli ödüller dağıtılan İsveç asıllı Alfred Nobel, 10 Aralık 1896'da İtalya'nın San Remo şehrinde öldü. Ölümünden beş sene sonra, yani 1901'de ilk kez "Nobel Ödülleri" verilmeye başlandı. 1900 yılında İsveç hükümetinin kurmuş olduğu Nobel Vakfı tarafından, o tarihten beri beş dalda verilen ödüllere 1969'da altıncısı eklendi. Her yıl ölüm günü olan 10 Aralık'ta törenle fizik, kimya, tıp, edebiyat, ekonomi ve barış olmak üzere, toplam altı dalda ödül dağıtılmakta. 2006 yılındaki Nobel Edebiyat ödülü, romancı Orhan Pamuk'a verildi. Pamuk, bu ödülü 10 Aralık 2006 günü Stockholm Konser Salonu'nda düzenlenen törende, İsveç Kralı XVI. Carl Gustaf'ın elinden aldı.
Mühendis aile
1833 Stockholm doğumlu olan Alfred Nobel'in babası mühendisti. Babası, oğlunun da kendisi gibi mühendis ve kimyager olmasını istiyordu. Oğlunun eğitimi için büyük fedakârlıklar gösteriyordu. Mühendis baba, gittiği Petersburg'da kendi çapında bir silâh ve mühimmat imalathanesi kurmuş, Rus ordusuna barut ve diğer mamüllerin satışını yapıyordu. 1853–56 yılları arasında yaşanan Kırım Harbi (Osmanlı–Rus Savaşı) esnasında, Rus ordusuna yaptığı satışlar sebebiyle iyi para kazanan baba Nobel, savaşın bitmesiyle işleri bozuldu ve maddî sıkıntılar çekmeye başladı. Sonunda iflâs etti ve Stockholm'e geri döndü. Oğul Nobel'in burada geliştirmiş olduğu barutun ölümcül bir patlamaya yol açması sebebiyle, doğduğu şehirde çalışması yasaklanır. Ancak, Nobel, idealinden vazgeçmez ve patlayıcılar üzerindeki araştırmasını daha da derinleştirerek çalışmalarına devam eder. İkinci yerde, ikinci bir patlama daha olur; fakat, yine caymaz ve aynı azimle inandığını yapmaya devam eder. Laboratuvarını bir müddet Paris'te, ardından San Remo'da (İtalya) kurarak işletir. Sonunda, dinamit patlatmada kullanılan ve dumansız barut diye de bilinen Balistit'i keşfederek imalatını gerçekleştirir. 1896'da geçirdiği beyin kanaması sonucu ölür. Vasiyetinde, büyük meblâğ tutan mirasının "Nobel Ödülleri" şekilde insanlığa hizmet edenlere dağıtılmasını ister. Onun bu isteğini, dört–beş yıl süren tartışmaların ardından İsveç hükümeti üstlenerek deruhte etmeye başladı. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Enâniyet |
İnsanı açmazlara düşüren, şeytanın oyuncağı haline getiren tehlikeli unsurların başında enaniyet/egoizm, nefis, benlik gelir. Eğer, enaniyetin mahiyeti bilinmez; inanç zaafiyle azarsa;1 kişiler enâniyet/egoizm küpüne dönüşür. Her şeye Allah hesabına değil, nefis hesabına bakılır. O takdirde de insan kendisini nemrut, fir’avunlar kadar kadar güçlü, Karun gibi zengin sanır. Kendinde büyük güçler, makamlar vehmeder. Hayâl ede ede zamanla fikr-i sabite dönüşür. Yani, “Ben her şeyi bilirim, ben güçlüyüm, ben yaparım, ederim!” gibi bir tehlikeli bir anlayışa sahip olur. İşte, şeytanın tarafgirleri ve sapıtmış olanlar; insanın bu egosundan/enâniyetinden istifâde eder. Çünkü, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. (Teknoloji ve ilmin de azdırmasıyla) günümüzde ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor.2 Eğer ene’nin (enaniyetin) mahiyeti bilinir ve veriliş gayesi çerçevesinde yaklaşılır ve kullanılırsa; insanı geliştiren bir âlet olur. Öyle ise, enaniyet/benliğin mahiyeti nedir, niçin verilmiştir, hangi durumlarda tehlike arz eder? Enaniyetimiz/benliğimiz/kişiliğimiz; maddî-mânevî bütün varlığımızı; fizik ve metafizik cephemizi oluşturur. Aynı zamanda, rûhumuzun tekâmülünün zenbereğidir. Bütün lezzetlerin mahzeni (deposu, arşivi) nefistir/enaniyettir. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir/enaniyettir. İnsana en yakın nefistir/enaniyettir.3 Nefsin/enaniyetin verilmesinin sebebi; kâinatın zıtlarla yoğrulmuş olması ve her şeyin zıddıyla bilinmesindendir. Fark etme, anlayış da bu zıtlıklardan doğmaktadır. Büyük-küçük, açlık-tokluk, karanlık-aydınlık, güzel-çirkin, hayır-şer, hak-bâtıl, imtihan, rûhî tekâmül/olgunlaşma mânevî gelişme ve mücâhede zıtları gerektirir. Nefsimiz/enaniyetimiz de bunlara kaynaklık eder. Eğer o olmasaydı, melekler gibi makamımız sabit kalırdı. Dünyaya gönderilişimizin sebebi; “insâniyet-i kübrâ” tâbir edilen “büyük insanlığın” yüce, ulvî hasletleriyle rûhumuzu olgunlaştırmak; duygularımızı terbiye etmek; gerçek benliğimizi, şahsiyetimizi, varoluş sebebimizi ortaya çıkarmaktır. Enaniyet/benliğimiz, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini kıyaslamaya yarayan bir âlettir. Yâni, enâniyet ve benliğimiz Allah’ı bulmak, O'na ulaşmak için verilmiştir. O'ndan koptuğu, kendine güvendiği takdirde; fişini prizden çekmiş bir ampüle dönüşür ve bir hiç olur! Enâniyete/benliğe bu açıdan bakmayanlar, yaptıkları işleri-fikirleri, ilim ve san'at ürünlerini, iyiliklerini kendilerine mal ederler ve vartaya düşerler. Oysa; Allah’ın, kendi isim ve sıfatlarını anlayabilmek için bir “vâhid-i kıyâsî” (ölçme/değerlendirme âleti) olarak verdiği ene/enaniyetin, “güç, hür irâde, anlama/idrak, görme, işitme, beceri/maharet” gibi haslet ve özelliklerde hiçbir dahli yoktur; hiç kimse kendisine/benliğine mâl edemez, sahip çıkamaz. Enâniyetin/benliğin mahiyetini bu şekilde anlayıp imân-İslâm suyu ile sulayanlar, iş, faaliyet ve san'atlarıyla gururlanmazlar. Hiçbir şeyi kendilerine mal etmezler. Nasıl kendilerine mal edebilirler ki? Herhangi bir sebze/meyveyi yemek için; ağzımıza götürme meyli ve isteğinden başka bir hissemiz yoktur! Üstelik, boğazdan geçtikten sonra da dönen hârika faaliyetlerden haberdar değiliz. Kendi benliğinin mahiyetini anlayan insan; her şeyi yaratan Hâlık-ı Kâinatın emriyle zirvelere yükseldiğinde başı dönmez. Her şeyi Allah’ın bir lutfu olarak görür, hiç bir şeye enesi/benliğiyle gururlanıp sahip çıkmaz. Hz. Süleyman (as) gibi, “Bu Rabbimin fazlındandır” 4 der; Allah’a intisap ile sonsuz gücüne dayanır; başarı, huzûr ve mutluluğu yakalar
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 74. 2- Mektûbât, s. 412. 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 181. 4- Kur’ân, Neml, 40. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Bir hacının hatıra defterinden |
2009 yılı hac mevsimi de geride kalırken, şimdi tâ 2006-2007 hac dönemine atıfta bulunacak olmamız, durup dururken olmuyor. Kurban Bayramı arefesinde kurbanlık duygularımızı bu uğurda sebil ederken şöyle demiştik: Böylesi duygulardır ki, şu fakiri, üç yıl öncesine, arefenin, Arafat Vakfesinin Cuma gününe denk geldiği Hacc-ül Ekber’e ve bir hacının o zamandan kalma not defterine götürdü. O not defterini neden saklı tuttuğunu, neden zamanında yayına sunmadığını ise, “Meselenin azametinden, nurunun haşmetinden, şavkının şiddetinden gözlerim kamaştı, nutkum tutuldu, kalemim sustu, perde kapandı, defterim görünmez oldu” şeklinde özetleyerek, not defterini şu fakirin inisiyatifine havale etti. Hacdan önce de, günde beş vakit yöneldiği canı Kâbe’sine hacda bizzat kavuşan, onun etrafında pervane olan, onu kucaklayan, mültezemde gözyaşı dökerek yüzünü gözünü ona süren bu hacı, o gün bugündür Kâbe’sinden ayrılamıyor, haccından dönemiyor. "Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın“ atasözü yerine, "Haccından dönenin adımı kırılsın“ diyerek, bir de lâtif bir lâtife yapıyor. Güzel olan hiçbir vesile yoktur ki, onun hac hatıralarını yeniden canlandırmasın, onu yeniden oralara götürüp ayak bastırmasın, el açtırmasın, yüz sürdürmesin ve gözyaşı döktürmesin. Mekke’de satın aldığı gömleği ve pantolonu, Medine’de satın aldığı hırkayı hâlâ giydikçe, oralardan getirdiği tesbih ve takkeleri hâlâ kullandıkça, zemzemi hâlâ tattıkça ve tattırdıkça, bunlar bir yana dursun, her namaza durdukça mânen oralara gidiyor, Kâbe’ye yüz sürüyor, mukaddes mekânlarda secdeye varıyor. Zilhicce’nin ilk on günü ve gecesi ona heyecan kaynağı oluyor, her Kurban Bayramında kurbanlık duyguları kabarıyor, her hac dönemi onun dönemi oluyor, 2006-2007 hac dönemini ona yeniden yaşatıyor. Onun bir gazeteci edasıyla tuttuğu notlara, çektiği fotoğraflara, kaydettiği sesli görüntülere ve altını çizdiği unutulmaz hatıralara baktıkça, bunların neden siz değerli okurlarımızdan ve gazetemiz sayfalarından esirgendiği hususunda hayıflanmamak elden gelmiyor. Lâkin kendisi hemen hikmet cihetine bakarak, o zaman kaydedilenlerin bugüne dek saklı tutulma sebebini; ihlâs ve samimiyet süzgecinde süzüle süzüle hülâsa halinde bugün sizlere takdimi hikmetine hamlediyor. O zaman sıcağı sıcağına yazılıp sunulsaydı, kim bilir nice ince ayrıntılar, yığın yığın fotoğraflar ve hac günlüğüne giren isimlerle, haccın mânâ ve ruhu incinebilirdi. Zira bu gazeteci hacının, yazı ve habercilik damarı orada bile kıpırdamış olacak ki, Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevî’de bile karşılaştığı ünlülerle, kendi hac günlüğüne dahil etmek sevdasıyla resim çektirmiş, onlarla sohbet etmiş. Ve bunların hepsi haccın mânâ ve ruh süzgecine takılmışlar, sadece kendileri takılmakla kalmamış, o zamanki hac günlüğünün bugünlere ertelenmesinde adeta onlar da kaderî rol almışlar. Orada karşılaştığı nice meşhur isim, mukaddes ve muazzam Kâbe civarında, yerle Arş’ı birleştiren nur hattında ve daha sonra Mescid-i Nebevî kapılarında bizim gibi beşerî gölgelerin daha da uzamış gölgeleri olarak boy vermişler ve bizim gazetecinin mütevazı günlüğünü bile gölgede bırakarak, o günlüğün gününde gün yüzüne çıkmamasına kaderin fetva vermesinde rol sahibi olmuşlar. Bunları söylerken, hemen bir hakkı teslim etmek gerekir ki, asıl sorumluluk bizim gazetecide olup, o ünlülerin onun karelerine girme çabası olmadığı gibi, bilâkis o mukaddes mekânlarda olsun bari, medyanın dikiz aynasından sakınmaya çalıştıklarına kesin gözüyle bakılabilir. Asıl marifet mi, hüner mi dense yeri olur bilmem, ama bizim şu medyaya ait olmalı ki, azıcık "ün“ kokusunu aldığı yere hemen koşuyor, birazcık üne bulaşanın yakasından düşmüyor. Mukaddes yolculukta bile o "ünlü“nün yoluna çıkıyor, mukaddes mekânlarda bile onu kendi haline bırakmıyor. Ve gele gele nihayet bir siyaset adamının, ihramlı halinin kameralardan korunması için etten duvar ördürülmesi garabetine bile şahit oluyoruz. Buna sebep de medyanın anlaşılmaz tutumu. Bırakınız Beldetül Emin yolcuları emin adımlarla emn ü eman içinde yollarına gitsinler. Bırakınız, devlet imkânları bari buralarda harcanmasın. Terör belâsına, emin olmayan yerlere yeteri kadar harcanıyor zaten.. Ayrıca iman ve hidayet yoluna giren bir mankenin namazı bile medyatik olabiliyor. Hac farizasını edası, reytinge feda edilebiliyor. Onun, geçmiş günahlarından pişmanlık adına döktüğü gözyaşı sahnelere taşınabiliyor. Halbuki manen, ruhen, kalben, fikren, vicdanen ve bütün duyguları itibariyle sükûnete, temiz manevî havaya, halis nefis muhasebesine, gösterişten ve sahtelikten uzak ciddî mekânlara herkesten çok muhtaç olanlar da, kendilerine "ünlü“ ünvanı yapıştırılanlardır. İsteyerek veya istemeyerek "şöhret“ arenasında görünenlerdir. "Riyanın ta kendisi ve kalbi öldüren zehirli bal“ hükmündeki şöhret hastalığına müptelâ olanlardır. Bırakalım, bari bu mukaddes yolculukta ve o mukaddes mekânlarda, kendileriyle başbaşa kalsınlar. Hakikat aynasında kendilerini görsünler. Beyaz kefeni andıran cepsiz ihramlarında, ölümle yüz yüze gelsinler. Magazin ortamında ve siyaset gündeminde tanınmaz hale gelen nefisleriyle yüzleşsinler.. **** Bir hacımızın hac günlüğüne bakarak buraya kadar yazdıklarımız, sadece bir girizgâhtır. 2006-2007 hac döneminde Avrupa Nur Cemaati hac kafilesine Avusturya’dan bir grupla ve eşiyle birlikte dahil olan bu hacımızın, on beş günlük mukaddes seferde tuttuğu notların tamamına yer vermek, her bakımdan imkânsız gibi gözüküyor. Kapağı bile Kâbe renginde olan güzel ve özel defterine yazmaya, şöyle bir girişle başlamış: "Mukaddes ve muazzam Kâbe! Ferşle Arş’ı birleştiren Nur hattı. En günahkâr insana da, yeter ki imanı olsun, yeter ki Müslüman olsun, cemalini gösteren Güzel! “ *** Devamında buluşmak üzere derken, aynı üslûpla değil, belki beşerî zaaflarımızla âlûde "unutulmaz hac hatıraları“yla diyelim. İnşaallah.. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Hollandalı bir Mevlânâ aşığı |
Yolu İstanbul Cağaloğlu’na düşenler Cezerî Kasım Paşa Camiini bilirler. Camiin altındaki Diyanet İşleri Başkanlığına ait genişçe salonda kitap ve müzik kasetleri satılır. Burada, aradığınız pek çok sesli veya yazılı yayını bulmanız mümkündür. Âdet üzere ben de uğrar son çıkan yayınları takip eder, ilgimi çekenlere bir göz atarım. Yine bir gün kapıdan içeri girip dinî albümlerin bulunduğu reyona doğru ilerlerken, oldukça uzun sarı saçlı, zayıfça ve kıyafetinden bir yabancı olduğu anlaşılan kişi dikkatimi çekmişti. Dinî kasetler reyonundan bir kaset arıyor, ama sanıyorum bulamıyordu. Bana dönerek: “Yunus Emre’nin şiirlerini içeren sufi bir kaset aradığını, ama bulamadığını, yardımcı olup olamayacağımı” sordu. “Hay hay” diyerek albümü aramaya koyulduk. Bu arada sohbete de başlamıştık. Tahmin ettiğim üzere bir yabancı olan bu zat Hollandalı bir mühendisti. Aradığımız albümü bulamamıştık. Çalışma ofisime dâvet ettim. Birlikte çaylarımızı yudumlarken adını sordum. “Alim” dedi. “Alim Foundation”. Biraz merak ve heyecanla “Müslüman mısınız?” diye sordum. “Değilim. Ben Sufi’yim” dedi. Sufiliği araştırıyordu. Bana her sene Aralık ayında kesinlikle Türkiye’ye geldiğini söyledi. Sebebi ise her sene 17 Aralık’ta Konya’da yapılan Şeb-i Arus töreniydi. Burada yapılan sema töreninin etkisi altında olduğu belliydi. Yarım saat kadar süren sohbetin ardından vedalaştık. İçimden bu arayışının İnşallah bir gün İslâmiyet’le şereflenerek son bulması duâsını yaparken, kendimi düşünmekten de alıkoyamadım. Hıristiyan bir Hollandalı’yı buraya getiren ve kendisine sufiliği benimseten şeyin ne olabileceğinin cevabını aradım zihnimde. Samimiyetle kendimize şu soruyu soralım: “Acaba kaçımız her sene 17 Aralıkta Şeb-i Arus törenleri düzenlendiğini biliyoruz ya da muhtelif yerlerde yapılan bu sema ayinlerinden birini izledik?” “Canım bunca iş güç arasında onu nasıl takip edelim” diyorsak, Hollandalı Alim’inde en az bizler kadar yoğun ve elbette bizden kilometrelerce daha uzak bir diyarda yaşadığını unutmamak lâzım. Bu eleştiriyi elbette önce kendi nefsime yapıyorum—Alim ne ilk, ne de son. Alman şarkiyatçı Prof. Dr. Annemarie Schimmel gibi, Hz. Mevlânâ hakkında kitaplar yazmış bir kalemden, Amerikalı Prof. Dr. Abdulkebir Helmiski’ye kadar nice kimseler bu ışığa geliyorlar. Amerika’daki mukabele töreninde okunan Kur’ân-ı Kerim’i dinleyenlerden bir çoğunun “sanki bu ses cennetten geliyor” dediklerini, ney dinleyenlerin yine çoğunun gözyaşlarını tutamadıklarını burada konserler veren Hafız Kani Karaca anlatmıştı. Öyle görünüyor ki Hz. Mevlânâ’nın dâvetini duyup icabet edenlerin sayısı her geçen gün daha çok artacak inşallah. Biz de o dâveti bir kez daha tekrarlayalım dilerseniz:
“Gel! Gel Ne olursan yine gel! Bizim kapımız ümitsizlik kapısı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.’’ GÖNÜLDEN DİLE “Her gün bir yerden göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağzım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.” Hz. Mevlânâ 10.12.2009 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
‘39 lira 14 kuruş’luk onbaşı maaşı |
Tokat’ın Reşadiye ilçesinde meydana gelen terör saldırısında şehit olan 7 askerin hazin hayat hikâyeleri gazetelerde yer aldı. Kiminin askerden sağ salim dönebilseymiş işi hazırmış, kimi 2 ay sonra terhis olup nişanlısıyla evlenecekmiş, kimi de izinden döndüğü günün ertesinde hain saldırıya maruz kalıp şehit düşmüş... ‘Sisli ve puslu’ tuzağa düşürülerek şehit olan askerlerden birinin hikâyesi daha da can alıcı. “Eğer doğru ise” kaydını düşerek “Bu sistemde bir yanlışlık yok mu?” sorusunu sormak lâzım. “Hataylı şehit”in evi; köyün dağlık kesiminde iki odalı, biriketten yapılma, kapısı naylonla kapatılmış, sıvasız derme çatma bir evmiş. ‘Sisli tuzağa’ düşürülerek şehit edilen Fatih, askere gitmeden önce hem okuyup hem de ailesinin geçimini sağlıyormuş. Askere gittikten sonra da 39 lira 14 kuruşluk ‘onbaşı maaşı’nı bile annesine göndererek kaymakamlığın verdiği gıda ve kömür yardımları ve komşularının desteğiyle ayakta durmaya çalışan ailesine yardım ediyormuş. (Vatan, 9 Aralık 2009) Bu sistemde ve bu işte bir yanlışlık yok mu? Bu hal ‘normal’ kabul edilebilir mi? Madem bu çocuklar askere alınıyor, hiç değilse maddî sıkıntı çeken, zor durumdaki ailelerin geçiminin bir şekilde temin edilmesi gerekmez mi? Bir ‘er’in “39 lira 14 kuruşluk onbaşı maaşı”nı annesine göndermek durumunda bırakılması Türkiye’nin ve hepimizin ayıbı değil mi? Dönüp dolaşıp benzer şeyleri tartışıyoruz, ama ne hikmetse çare bulmuyoruz. Geçmişte yaşanan her ‘tuzak’ sonrasında olduğu gibi Reşadiye’de kurulan ‘tuzak’tan sonra da çarelerden birinin ‘profesyonel askerlik’ olduğu görülmeli. Pek çoğu ‘evinin direği’ olan ‘acemi er’lerle teröre karşı mücadele etmenin mümkün olmadığı ortada. Ayrıntıları mutlaka tartışılabilir, ama terörle yürütülen bu mücadelenin ‘profesyonel’ kişilerce ve işi ‘askerlik’ olan tecrübeli uzmanlarla yapılması gerektiği ortadadır. Askerlik vazifesi yerine getirilirken görünüşte ‘eşitlik’ sağlandığı söyleniyor, ama bu uygulama pek çok kişiyi de mağdur ediyor. Kimi sırf bu sebeple iş bulamıyor, kimi evlenemiyor, kimi de bin bir zorluğu aşarak bulduğu işinden ayrılmak durumunda kalıyor. Askerlik dönüşü aynı işte çalışma garantisi de yok. Bilhassa ailesinin geçimini temin eden ‘er’lerin durumu büyük bir problem olarak karşımızda duruyor. Uzun dönemde çarenin profesyonel askerlikte olduğu kabul edilmekle birlikte, bu gerçekleşene kadar “Hataylı şehit”in ailesi gibi zor durumda olanlara da bir çare düşünülmeli... Hiç değilse onların askerlikleri süresince ailelerinin geçimi temin edilmeli, ne merde ne de nâmerde muhtaç halde bırakılmamalı. “Boğaz’daki yalılar”da oturarak Türkiye’nin meselelerine çare aradığını düşünenler, “39 lira 14 kuruş maaş”ını ailesine göndermek isteyen ‘er’lerin varlığından haberdar olsun. Böyle olursa belki buldukları ‘çare’ Türkiye gerçeklerine de uygun olur. Yoksa “Bir eli yağda, bir eli balda” olanların gündeme getirdikleri ‘çare’ler Türkiye’nın sıkıntılarını aşmak için çare olmaktan uzak fikirler olarak kalır. Terör uzmanlarınca “Demokratik açılımı işgal etme gayretleri” olarak vasıflandırılan bu kanlı terör saldırılarının son bulması için elbirliğiyle gayret gösterelim... 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Terör, tehdit, tezgâh ve tuzak… |
Türkiye’nin gündemi, Tokat’ta tuzağa düşürülen 7 askerin şehit edilmesiyle sarsıldı. Anayasa Mahkemesi’nin DTP’nin kapatma dâvâsını esastan görüştüğü günde, başta Başbakan Erdoğan’ın Obama’yla görüşmesi olmak üzere, Danimarka’da 192 ülkeden 15 bin kişinin katıldığı küresel ısınma felâketine karşı “dünya büyük iklim zirvesi” ve diğer önemli birçok iç ve dış gündem gölgede kaldı… 141 delilli olayda, aralarında milletvekillerinin ve belediye başkanlarının da bulunduğu 219 kişiye beş yıl süreyle siyasî yasak getiren DTP “kapatma dâvâsı”nın Mahkemede ele alındığı sırada, “terör eylemlerini organize etmek” iddiasıyla yargılanan partinin Eşbaşkanı Türk’ün parti grubunda zehir zemberek konuşması, “açılım”ın çıkmazını ortaya koyuyor. DTP Eşbaşkanı, daha önceki partilerin kapatılmasında olduğu gibi yine “terörün artacağı” tehdidini savurmakta; “muhatap alınmamak”tan yakınmakta. Oysa peşinen “terörün bitmesi”nde ve “terör örgütünün silâhı bırakması”nda “etkin ve yetkin olmadıklarını”, “Ankara’nın İmralı’yı ve terör örgütünü muhatap almasını” söyleyen kendileri… DTP sözcülerinin, “Öcalan’ın cezaevi şartlarının düzeltilmesi” ve “İmralı’yı adres göstermeleri”nde olduğu gibi “kapatma dâvâsı”ndaki iddiaları haklı çıkarırcasına terör üzerinden siyaset yapmaları, “Öcalan muhatap alınmazsa terör bitmez” demeleri, ister istemez “DTP’liler partinin kapatılmasını mı istiyor?” sorusunu sordurmakta… TERÖR ÖRGÜTÜNÜ TASFİYE ÇIKMAZI Kesin olan şu ki “kapatma dâvâsı”nın sonucu ne olursa olsun “açılım” sürecinin DTP ile götürülemeyeceği ortada. Günlerdir Doğu’dan Batı’ya şehirleri, sokakları ateşe veren olayları bir tek kelimeyle olsun kınamayan; dahası arka çıkan DTP’nin “demokratik açılım”ı sabote ettiği, terör örgütünden “tâlimat” aldığı ve hiçbir inisiyatifi sergileyemediği kanaati oldukça yaygın. Terör örgütünün muhatap alınması sözkonusu olmadığına göre, baştan beri “terör örgütünün sürece dahil edilmesi”nde direten “Öcalan’ın liderliğini tescili” peşindeki DTP’nin örgüte “aracılık” ve “sözcülük” etme dışında bir işlevi kalmıyor. Eşbaşkanlarının, “Kapatılsa kapatılsın; biz de sine-i millete döner ve seçimlere de katılmayız” restleri (!) bunun ifâdesi… Belli ki terör örgütüyle ilişkileri açığa çıkan DTP de son demde anarşi ve kargaşaya çanak tutan haliyle kamuoyunda “inandırıcılığı”nı kaybettiğine, terör örgütünün “baskısı” ve emr-i vakileri karşısında bir siyasî ağırlığının kalmadığına kani… Sokak eylemleri ve saldırıların ardından kurulan tezgâhla yeniden askerlerin şehit edilmesi, DTP’nin, “terör olayları devam eder” şantajının da bir hükmünü bırakmamakta. “Açılım koordinatörü” İçişleri Bakanı Atalay’ın, “Açılım’ın öncelikli hedefinin terörün durması, terör örgütünün silâh bırakması, dağdan inmesi ve tasfiye edilmesi” olduğunu belirtmesine karşılık, DTP eşbaşkanları “terörün tasfiyesini kabul etmedikleri”ni bildiriyorlar. Hükûmetin “terörü tasfiyesi”nin bir “komplo” olduğunu belirtiyorlar. PKK gibi DTP de kendi içinde kontrolden çıkmış. Türk, askerlerin öldürülmesinin yüreklerini parçaladığını söylerken, diğer Eşbaşkan Ayna, “Tabanımız ‘Dağa çekilin’ çağrısında bulunuyor; böyle giderse terör devam eder 80’lerden, 90’lardan daha kötü olur” diye konuşuyor. Açık açık “PKK’nın silâh bırakmayacağını, terör örgütünün tasfiye edilmesine razı olmayacaklarını” açıklıyor. Amaç, çatışma görüntüsüyle, kargaşa ve kaosla “Kürtlerle Türklerin bir arada yaşayamayacağı” havasını vermek; tefrikayı azdırmak… DEMOKRATİKLEŞME PUSUYA DÜŞÜRÜLMEKTE… Özetle siyasî iktidar, Kandil’den gelmeleri, terör örgütünün pişman olduğu ve silâhı bıraktığı izlenimini vermeye çalışırken, dağdan dönen Habur şovu aktörlerinin ısrarla “pişman olmadıklarını” ve “örgütün tâlimatıyla geldikleri”ni söyleyip “silâhların bırakılması”nın ve “terörün durması”nın sözkonusu olmadığı “mesajını” vermeleri, “açılım”ı tıkamış. DTP’yi de devre dışı bıraktırarak 40 bin insanı katleden, bebekleri, çocukları, kadınları, yaşlıları hunharca öldüren terör örgütü PKK’yı “Kürtlerin özgürlük örgütü”, terörist başını “Kürtlerin siyasî temsilcisi” gösterme işgüzarlığı, “açılım”ı dinamitlemekte. Ve ortaya hiçbir proje koymadan, içini doldurmadan “ucu açık” bırakılan “açılım”ın şehit cenazeleriyle, sokak eylemleriyle vardığı varta, hükûmetin bu husustaki hazırsızlığını su yüzüne çıkarmakta. Kaderin şu cilvesine bakınız ki DTP, “açılım”ı başlatan AKP hükûmetini, “ateşle oynamakla, gizli bir ajandası olmakla” suçlamakta. Ülkenin yangın yerine döndüğü, şehit cenazelerinin peş peşe geldiği süreçte, büyük iddialarla ortaya atılan “açılım”, içinden çıkılmaz hale gelmekte. İçişleri Bakanı, “Açılıma devam” ısrarını sürdürmekte; ama “açılım”ın ne olduğunu hâlâ kimse bilmemekte. Hükûmetin “taş atan çocukların cezalarını hafifleten” düzenlemenin de içinde bulunduğu “torba kanun”un Meclis komisyonunda ele alınması da ertelendiğine göre, altı aydır başta ekonomik kriz ve demokratikleşme olmak üzere Türkiye’nin gündemini kapatan “açılım,” açılmadan kapanmakta… Sisli ve puslu havada askerlere kurulan pusu, demokratikleşmeyi pusuya düşürmekte; öfke, kin ve nefreti körükleyen, hatta karşı saldırıları tetikleyen tepkilerle milletin ve ülkenin birlik ve beraberliğine suikasta dönüşmekte. Aylardır gündemin birinci maddesi olan “açılım” projesinin bir türlü hayata geçirilmemesi, başta sivil anayasa ve demokratik reformlar olmak üzere kararlı bir adım atılamaması, kamuoyunu hazırlayamaması, fırsat kollayan fitne odaklarının işine yaramakta. AKP siyasî iktidarı ciddî demokratik bir irâde koyamamış; bizzat Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın “tarihî fırsat” dediği “açılım” yanlış politikalarla tuzağa düşürülmekte… Tuzağa dikkat… 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
İkna timleri |
Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un “devlet adına itiraf” niteliğindeki çok önemli tesbitlerinden biri, “Maalesef dağa çıkışları önleyemedik” ifadesiydi. Terör fitnesinin çeyrek asırdır bitirilemeyişinin ve bu kadar zayiata rağmen örgütün dağ kadrolarında bir azalma olmayışının temel sebebi bu durumdu. Şimdi Türkiye bir taraftan dağdakileri indirmeye çalışırken, diğer taraftan dağa çıkışları önleme gayretinde. İlk iniş dalgasında yaşanan talihsiz görüntüler, ne yazık ki süreci zora soktu. Arınç “Kasım’da yine başlayacak” demişti, olmadı. Mahmur çıkışlı dönüşler için telâffuz edilen yeni tarih yılbaşı; ama son gelişmeler, DTP dâvâsı, İmralı odaklı tahrik ve galeyan mizansenleri ve son olarak Tokat’taki menfur saldırı, sürecin tümünü sabote edebilecek gibi görünüyor. Böyle bir atmosferden dağa çıkışları önleme çalışmalarının da olumsuz etkileneceği çok açık. Temennîmiz, bu olumsuz gelişmelerin bir an önce kontrol altına alınıp tersine çevrilmesi ve açılımın sağlıklı bir çizgide geliştirilerek devamı. Bu noktada çok önemli bir yer tutan “dağa çıkışları önleme” bahsinde, Güneri Cıvaoğlu halen sürdürülmekte olan bir çalışmanın bilgisini verdi. Buna göre, “Polis istihbaratı, PKK’ya katılmak üzere dağa çıkma çağrısı alan gençleri tesbit ediyor. Polis Akademisi’nde ‘ikna eğitimi’ almış genç polis timleri, aileye gidip durumu anlatıyorlar. ‘Demokratik açılım’ süreci için bilgi veriyorlar. Oğul ya da kızlarının dağa çıkmalarını ana-babaların engellemesi için ‘ikna konuşmaları’ yapıyorlar. Öyle bir kez yapılan ‘göstermelik’ konuşmadan değil. 1-2-3... Gereğinde daha fazla ziyaretler. Ana, oğlunu ya da kızını çağırıyor. Hep beraber de konuşuyorlar. Çoğu kez çocuğun dağa çıkması engelleniyor.” (Milliyet, 6.12.2009) Cıvaoğlu, bu projenin fikir babası ve mimarı olarak, son dönemde sık sık gündeme gelen, açılım süreci başladıktan sonra Çankaya Köşkünde de ağırlanan bir profesörü gösteriyor. (Aynı kişinin, 28 Şubat sürecinde de, kapalı kapılar ardında etkin roller üstlendiğine dair haberler çıktı.) Oysa “ikna” konusu, o profesörden tam yüz sene önce Bediüzzaman tarafından uygulamalı örnekleriyle hayata geçirilmişti. Üstadın, evvelce “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar” derken, bilâhare gittiği İstanbul’daki Türkçü muallimlere tepki olarak Kürtçülük damarıyla “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” der hale gelen Kürt talebesini birkaç sohbette kurtardığını anlattığı örnek, bu noktada çok dikkat çekici. (Bu örnekle ilgili olarak, yakınlarda çıkan “Said Nursî ve Demokratik Açılım” isimli kitapçığımızın 29-34. sayfalarındaki “İslâm kardeşliği” ve “Asıl olan, ikna” başlıklı bölümlere bakılabilir.) Dolayısıyla, 28 Şubat’ta o sürece akıl hocalığı yapmışken şimdiki iktidarla da uyumlu çalışma “beceri”si gösteren soru işaretli bir kişiyle irtibatlandırılan bir ikna projesinin sağlıklı sonuç verebileceği konusundaki kuşkularımızı kayda geçirirken, akılları ikna edip gönülleri de kazanmaya yönelik bir seferberliğin, ancak, bu hususta da “orijinal patent hakkı”nı elinde bulunduran Bediüzzaman’ın koyduğu parametrelerle mümkün olabileceğini vurgulamakta fayda görüyoruz. Bitlis’e üniversite projesini, yine yüz yıl önce ilk defa telâffuz etmiş olan Said Nursî’den kopararak M. Kemal’e mal etme tezgâhının bir benzeri de bu “ikna” meselesinde tekrarlanmasın! Kaldı ki, “ikna”nın 28 Şubat versiyonu, üniversite girişlerinde başörtülü öğrencilere başlarını açtırmak için kurulan “ikna odaları”ydı. Polis ekiplerinden oluşan “ikna timleri”nin illâ o mânâda çalıştığını söylemek, şu aşamada elbette ki önyargılı bir suçlama olur. Ama ikna için sadece polis timlerinin yeterli olmadığını, işin bilhassa maneviyat boyutunu tamamlayacak takviyelere de ihtiyaç duyulduğunu gözardı etmemek gerek. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Bir ‘one minute’ de Avrupa Birliği’nden! |
İsveç’in dönem başkanlığındaki Avrupa Birliği güzel bir karara imza attı. Aslında ilk taslak daha güzeldi. Barış sonrası “bağımsız, demokratik ve yaşayabilir bir Filistin’in Gazze, Batı Şeria ve başşehir olarak da Doğu Kudüs’ten oluşması gerektiğini söyleyen, AB’nin, İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhakını tanımayacağını bildiren bir karar taslağı hazırlanmıştı. Taslakta “Eğer gerçek bir barış olacaksa, Kudüs’ün iki devletin başşehri olma durumunu çözecek bir yol bulunmalıdır” deniliyordu. Ama taslak basına sızdı ve İsrail kıyameti kopardı. İsrail Dışişleri Bakanı “İsveç’in öncülük ettiği adım, Avrupa Birliği’nin İsrail’le Filistinliler arasındaki müzakerelerde rol alma ve önemli bir faktör olma yeteneğine zarar vermiştir” sözleriyle tepki gösterdi. Halbuki zaten uluslar arası kamuoyu ve BM, İsrail’in 1967 savaşında işgal edip sonra da ilhak ettiği Doğu Kudüs’ün Filistinlilere ait olduğunu kabul ediyordu. İsveç bu kararla tıkanan görüşmelerin yeniden başlatılması için İsrail tarafına baskı, Filistinlilere de teşvik sağlamayı düşünüyordu. Amerika’nın bütün İsrail yerleşimlerinin durdurulması talebini reddetmiş, yalnızca on aylık bir kısmî dondurmayı kabul etmişti. Filistinliler ise yeni yerleşimler tamamen durmadıkça yeniden müzakerelere başlamayı kabul etmiyorlardı. İşte bu noktada gelen AB müdahalesi, İsrail’i daha olumlu bir tavra itebilirdi. Peki İsrail’in tepkileri sonrasında ne oldu? Taslaktaki ‘Doğu Kudüs’ün gelecekteki Filistin’in başşehri olduğu’ ifadesi çıkarıldı. Ancak Kudüs’ün iki devletin başşehri olması gerektiği ifadesi duruyor. AB bu kararla, uluslar arası toplumun zaten tanımadığı Doğu Kudüs’ün İsrailce ilhakını yok sayarak, savaş öncesi sınırlarda bir İsrail-Filistin anlaşması olmaksızın değişikliği kabul etmeyeceğini ilân etmiş oldu. Bu durum İsrail’in pek hoşuna gidecek bir durum değil. Çünkü yaklaşık 500.000 Yahudiyi Doğu Kudüs ve Batı Şeria’ya yerleştirdi. Şimdi AB bütün yeni yerleşimleri uluslar arası hukuka göre yasadışı sayıyor ve ‘barışın önünde bir engel oluşturduklarını, iki devletli çözümü imkânsız hale getirdiklerini’ söylüyor. Böylece biraz yumuşatılmış da olsa bu karar İsrail’in işgalciliği ve haksızlığını teyit etmesi bakımından Avrupa Birliği’nin almış olduğu en sert karar. Ve tamamen de doğru bir karar. İsrail bir yandan yeni yerleşimler kurma planları yapıp, önceki yerleşimleri genişletirken, öbür yandan da dünya kamuoyunun gözüne baka baka müzakerelerde sorun çıkaranın Filistinliler olduğu yalanını söylüyordu. Ancak bu yalana kimsenin inanmadığı ortaya çıktı. Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn “İsrail’in, Filistin’in Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ten oluştuğunu neden kabul etmediğini gerçekten anlamıyorum… müzakerelerde hepimiz Doğu Kudüs’ün işgal altında olduğunu kabul ediyoruz. Eğer işgal altındaysa o zaman İsrail’in bir parçası değildir” diyor. Aslında bir bakıma İsrail’e ikinci bir “one minute”i de Avrupa Birliği demiş oldu. Hem de Fransa ve İsrail gibi İsrail hamilerine rağmen. Peki bu hamlenin İsrail üzerinde bir etkisi olacak mı? Yakın vadede değil, ama uzun vadede İsrail’in dünya kamuoyunda yalnız kalmasına yol açacak bir gelişmenin adımları bunlar. Kayıtsız şartsız müttefiki Amerika da artık uluslar arası toplumun baskılarına dayanamayıp, İsrail’in çözümsüzlük tavrına karşı tepkisini sertleştirirse, işte o zaman İsrail-Filistin sorunu gerçekten çözüm yoluna girecektir. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] |