Ali FERŞADOĞLU |
|
Enâniyet |
İnsanı açmazlara düşüren, şeytanın oyuncağı haline getiren tehlikeli unsurların başında enaniyet/egoizm, nefis, benlik gelir. Eğer, enaniyetin mahiyeti bilinmez; inanç zaafiyle azarsa;1 kişiler enâniyet/egoizm küpüne dönüşür. Her şeye Allah hesabına değil, nefis hesabına bakılır. O takdirde de insan kendisini nemrut, fir’avunlar kadar kadar güçlü, Karun gibi zengin sanır. Kendinde büyük güçler, makamlar vehmeder. Hayâl ede ede zamanla fikr-i sabite dönüşür. Yani, “Ben her şeyi bilirim, ben güçlüyüm, ben yaparım, ederim!” gibi bir tehlikeli bir anlayışa sahip olur. İşte, şeytanın tarafgirleri ve sapıtmış olanlar; insanın bu egosundan/enâniyetinden istifâde eder. Çünkü, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler. (Teknoloji ve ilmin de azdırmasıyla) günümüzde ehl-i dalâlet ene’ye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor.2 Eğer ene’nin (enaniyetin) mahiyeti bilinir ve veriliş gayesi çerçevesinde yaklaşılır ve kullanılırsa; insanı geliştiren bir âlet olur. Öyle ise, enaniyet/benliğin mahiyeti nedir, niçin verilmiştir, hangi durumlarda tehlike arz eder? Enaniyetimiz/benliğimiz/kişiliğimiz; maddî-mânevî bütün varlığımızı; fizik ve metafizik cephemizi oluşturur. Aynı zamanda, rûhumuzun tekâmülünün zenbereğidir. Bütün lezzetlerin mahzeni (deposu, arşivi) nefistir/enaniyettir. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir/enaniyettir. İnsana en yakın nefistir/enaniyettir.3 Nefsin/enaniyetin verilmesinin sebebi; kâinatın zıtlarla yoğrulmuş olması ve her şeyin zıddıyla bilinmesindendir. Fark etme, anlayış da bu zıtlıklardan doğmaktadır. Büyük-küçük, açlık-tokluk, karanlık-aydınlık, güzel-çirkin, hayır-şer, hak-bâtıl, imtihan, rûhî tekâmül/olgunlaşma mânevî gelişme ve mücâhede zıtları gerektirir. Nefsimiz/enaniyetimiz de bunlara kaynaklık eder. Eğer o olmasaydı, melekler gibi makamımız sabit kalırdı. Dünyaya gönderilişimizin sebebi; “insâniyet-i kübrâ” tâbir edilen “büyük insanlığın” yüce, ulvî hasletleriyle rûhumuzu olgunlaştırmak; duygularımızı terbiye etmek; gerçek benliğimizi, şahsiyetimizi, varoluş sebebimizi ortaya çıkarmaktır. Enaniyet/benliğimiz, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini kıyaslamaya yarayan bir âlettir. Yâni, enâniyet ve benliğimiz Allah’ı bulmak, O'na ulaşmak için verilmiştir. O'ndan koptuğu, kendine güvendiği takdirde; fişini prizden çekmiş bir ampüle dönüşür ve bir hiç olur! Enâniyete/benliğe bu açıdan bakmayanlar, yaptıkları işleri-fikirleri, ilim ve san'at ürünlerini, iyiliklerini kendilerine mal ederler ve vartaya düşerler. Oysa; Allah’ın, kendi isim ve sıfatlarını anlayabilmek için bir “vâhid-i kıyâsî” (ölçme/değerlendirme âleti) olarak verdiği ene/enaniyetin, “güç, hür irâde, anlama/idrak, görme, işitme, beceri/maharet” gibi haslet ve özelliklerde hiçbir dahli yoktur; hiç kimse kendisine/benliğine mâl edemez, sahip çıkamaz. Enâniyetin/benliğin mahiyetini bu şekilde anlayıp imân-İslâm suyu ile sulayanlar, iş, faaliyet ve san'atlarıyla gururlanmazlar. Hiçbir şeyi kendilerine mal etmezler. Nasıl kendilerine mal edebilirler ki? Herhangi bir sebze/meyveyi yemek için; ağzımıza götürme meyli ve isteğinden başka bir hissemiz yoktur! Üstelik, boğazdan geçtikten sonra da dönen hârika faaliyetlerden haberdar değiliz. Kendi benliğinin mahiyetini anlayan insan; her şeyi yaratan Hâlık-ı Kâinatın emriyle zirvelere yükseldiğinde başı dönmez. Her şeyi Allah’ın bir lutfu olarak görür, hiç bir şeye enesi/benliğiyle gururlanıp sahip çıkmaz. Hz. Süleyman (as) gibi, “Bu Rabbimin fazlındandır” 4 der; Allah’a intisap ile sonsuz gücüne dayanır; başarı, huzûr ve mutluluğu yakalar
Dipnotlar:
1- Münâzarât, s. 74. 2- Mektûbât, s. 412. 3- Mesnevî-i Nûriye, s. 181. 4- Kur’ân, Neml, 40. 10.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |