Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yargı vesayeti |
Cumhurbaşkanı Gül, Danıştay’ın katsayı için verdiği yürürlüğü durdurma kararından sonra YÖK Başkanına “Nedir bu kargaşa?” diye sorduğunu ve ondan “Katsayıda iki Danıştay kararı daha var ve yetki YÖK ait” cevabı aldığını söyleyip, sürecin sükûnet içinde takip edilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunmuş. Yaşanan “kargaşa”da yetki tartışmasının çok önemli bir yere sahip olduğunda hiç şüphe yok. Ama bunu sadece Danıştay’la YÖK arasındaki bir sorun olarak görmek, yanıltıcı sonuçlara götürür. Mesele çok daha derin ve kapsamlı; ve işin özü, 27 Mayısçıların yapıp, 12 Eylülcülerin iyice pekiştirdiği yetki gasbına kadar dayanıyor. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” deyip, bu cümlenin hemen ardına eklenen “Millet bu hakimiyetini yetkili organlar eliyle kullanır” ifadesi, söz konusu yetki gasbının başladığı nokta. Milletin değil, 61 Anayasasını hazırlayan ihtilâlci kadroların yetkili kıldığı organlar, yaklaşık yarım asırdır, millet tarafından seçilen Meclisi ve hükümeti frenleyip engelleme misyonunu fasılasız ve sistematik şekilde devam ettiriyorlar. Meclisin aldığı kararlar, çıkardığı kanunlar ve hattâ anayasada yaptığı değişiklikler Anayasa Mahkemesinin; hükümetin, bakanların ve diğer kurumların karar, işlem ve tasarrufları da Danıştay’ın denetimine tâbi. Kâğıt üzerinde kuvvetler ayrılığından söz edilirken, fiiliyatta son sözü, yasama ve yürütmeyi aşacak tarzda yargı söylüyor. Bu öyle bir düğüm ki, çözülmesi için, işleyişi bu şekilde tanzim eden sistemin tamamen değiştirilmesi, yani yürürlükteki ihtilâl anayasasının tümüyle devredışı bırakılıp yeni bir anayasa ile demokratik dengelerin kurulması gerekiyor. Bu anlamda köklü ve sağlam bir sistem ve anayasa reformu yapılmadan, söz konusu yapı ve sebebiyet verdiği kronik tıkanıklıklar aşılamaz. YÖK Başkanının “Danıştay’ın önceki iki kararına göre yetki bizde” demesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü aynı Danıştay, YÖK’ün 28 Şubat kadrolarının elinde olduğu dönemlerde kuruma bıraktığı yetkiyi bu defa geri alıyor. Buna karşı şimdiki YÖK’ün yapabileceği birşey yok... Keza hükümetin “Gerekirse kanunu değiştiririz” çıkışlarıyla da, kökü çok derinlerde olan bu yetki krizinin çözülmesi mümkün görünmüyor. Yasa değişikliği bir yana, Meclisin anayasanın iki maddesinde yaptığı değişikliğin dahi “değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelere dayandırılan bir Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edildiğini hep birlikte görmedik mi? Mahkemenin başında Haşim Kılıç gibi, demokrasi ve özgürlükler bahsinde heyet çoğunluğundan farklı düşünen bir ismin bulunması dahi sonucu çok fazla değiştirmiyor. Ve kapatma dâvâsında görüldüğü üzere, Başkana, karşıoy kullandığı kararı kamuoyuna duyurmaktan başka yapacağı birşey kalmadığı durumlar olabiliyor. Bu irade çatışması, eski dönemlerde sık sık ihtilâllerle sonuçlanıyordu. Gelinen noktada dünya ve ülke şartları klâsik darbelere başarı şansı tanımaz hale gelince, örtülü ve postmodern müdahale yöntemleri devreye sokuldu. Asker geri plana çekilirken, yargı aktif şekilde öne çıkarıldı. Şimdi bu süreci yaşıyoruz. Ve olup bitenler, maalesef mülkün, yani devletin temeli olan adaleti gerçekleştirmekle görevli yargıyı yıpratıyor. Yargıya güvenin sarsılmasından doğacak vahim sonuçların mes’uliyeti kimin umurunda? Bu itibarla, yargı camiasının içerisinde olup da bu ürpertici gidişattan kaygı duyan gerçek hukuk adamları başta olmak üzere herkesin elini taşın altına koyup, yargıyı siyasî ve ideolojik polemiklerden çıkararak adaletin teminatı haline getirmeyi hedefleyen bir inisiyatif için bir an önce harekete geçmesi, tarihî bir görev ve sorumluluk. Bir ülke için asker vesayeti ne kadar sakıncalı ise, yargı vesayeti de en az o ölçüde tehlikeli. Herkesin ve her kurumun kendi görev alanında kendi işine baktığı bir dengeyi artık kurmalıyız. Askerî rejime de, yargıçlar diktasına da hayır! 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Önceki Yazıları (04.12.2009) - Katsayı ve referandum (27.11.2009) - Kurban Bayramınız mübarek olsun (26.11.2009) - Ankara ekseni mi? (24.11.2009) - Kemalizm ve AKP (21.11.2009) - Türklüğe de suikast |