Selim GÜNDÜZALP |
|
Her insanın ölümü, kendi kıyametidir |
Hoşlanır insanın nefsi, kendinden uzak işlerle ilgilenmekten, hem de ne hoşlanır... Yeter ki içine dönmesin, bir lâhza kendine çevrilmesin bakışlar. Dışarılarda bir yerde dolaşıp dursun nazarlar, yeter. Ezberinde nice bilgiler vardır insanın, son nefeste asla işe yaramayacak olan. Kütüphanelerimiz nice kitapla doludur, okunmayacak olan. Dolaplarımız da öyle, ağzına kadar yiyecek ve giyecekle dolu. Artık her yer, her ev böyle. Tıka basa eşyayla dolu her ev. Bir gün; ‘Seç hadi hayatın için gerekli ve olmazsa olmaz olan şeyleri şunların arasından’ deseler, kucaklayıp götüreceğimiz ne kadar az şey var dünyada. O zaman görürsünüz, o zaman anlarsınız. Hastaneye bir sedye içerisinde getirilen insanların hâliyle, tahta bir tabut içinde ahirete gönderdiklerimizin hâli çok benziyor birbirine. Hiçbirisi yanında bir şey götüremiyor. Kefen mi dediniz? O da mezardan öteye geçemiyor. Vefat edene ihtiram ve yakınlarının gözüne bir sürme sadece. Geldiğimiz gibi gidiyoruz, çırılçıplak. Tek hayırlı yanımız, sevaplarımız ve hayırlarımız. Hayat çıplak. Hakikat de çıplak. Aslında her şey yalın ve gerçek. Sonradan katbekat örtüler geliyor üst üste. Ağır katmanlar oluşuyor lâtif mailerin üstünde. Donmuş gibi gözüküyor, buzlu yüzeyin üstü. Ama sessiz sedasız alttan akıp gidiyor sular. Hayatın gafletle kapanan yüzeyi de böyle. Geçmiyor zannediyoruz, oysa öyle hızlı akıp gidiyor ki, ne olup ne bittiği buzun üstü kırılmadan, çatlamadan anlaşılmıyor. Bir çiçek inliyor bahçede. Çalıların arasına sıkışmış bir çiçek. Bir kelebek bekliyor üzerine konsun diye. Duâsı kabul buluyor. Üç beş günlük ömrü boyunca o çiçek, hep o kelebeği bekleyecek ve bekliyor; arıları da bekliyor, böcekleri de. İhtiyacı olanın alması gereken ne ise, kendisinden onu bekliyor. Bir kalp, darmadağınık fikirler ortasında, o da bekliyor arısını, kelebeğini. Kendisinden hayatın özünü, usaresini sağacak olan muhatabını bekliyor ve titriyor korkuyla. ‘Ya aniden, işe yaramadan biterse hayatım?’ diye. Boş yere gitmek de var… Çiçek olup rengârenk açmak, yaşamak varken, ot çöp olup kuruyup gitmek niye? Düşünüyor insan da o çiçek gibi. Lüzumsuz işlerin içinde boğulup gitmek de var… Dikkat etmeli insan. Akan sular akmayabilir, yanan lambalar yanmayabilir, telefonun şarjı bitebilir. Her şey bitebilir bir anda. Hayat da… Hiçbir şeyin garantisi yok hayatta. Hayatla da ölümle de oyun olmaz. Evet, dikkat etmeli hayata. Kırılabilir, her an solabilir, sönebilir. Hiç beklenmedik bir anda verilen geri alınabilir… Düşünüyor insan. Kalbi kendine getiriyor, öleceği günü ve ölümünü düşünmek. Her kim kalpten, o en derin yerinden ölümü düşünse, hayatın bütün taşları yerine oturur birden; ne eksik, ne fazla, her şey yerini bulur. Sahabeden biri, ev inşâ etmektedir. Hz. Peygamber (asm) de oradan geçer ve der ki: “Dikkat edin, ölüm size yapmakta olduğunuz bu evden daha yakındır.” Yani siz bu evi bitirmeden, ölüm sizin dünyadaki görevinizi bitirebilir. Sahabe mesajı almıştır çünkü duygular açıktır. Ne demek istiyor Hz. Peygamberimiz (asm)? “İşinizi terk edin, istirahate çekilin, bırakın” demiyor elbette. Ancak “Hayatın en âcil ihtiyacını karşılarken bile, sakın ama sakın ölümü unutmayın. Eliniz işle meşgulken, zihniniz, fikriniz, hayaliniz ölümü düşünsün. İşinize renk, hayatınıza ahenk gelsin.” Her halde mesaj buydu. Ve bütün duyguları açık olan sahabe efendilerimiz derhal ama derhal verilen mesajı alıyorlardı. Biz de bu hatırayı duyduğumuzda mesajı alabiliyorsak ve şöyle bir an için olsun durulup, üstümüzden başımızdan dünyanın tozlarını silkebiliyorsak o mesaj bize de ulaşmış, yerini bulmuş demektir. Ne kadar zorlu bir görevdir insanları hiç bilmedikleri tehlikelere karşı uyarmak. Şuradan bir düşman gelecek; şurada bir ateş var; şurada bir uçurum... Şurada şurada şurada sizi bekleyen çok önemli tehlikeler var diye uyarmak ve onların gözünü açıp uyandırmak ne kadar güç bir iştir. Kolay bir görev değildir bu. Hele de anlamak ve duymak istemeyenleri uyarmak ve uyandırmak daha da güçtür. En tehlikelisi ise ölüme, kabre ve kıyamete karşı duyguları keskinleştirmek ve onları bir bir açıp uyandırmak, kolay değildir. Hoşlanır insan kendisiyle ilgili işleri düşünmekten uzak yaşamaya. Otuzuna kırkına geldiyse, bir kırk senesi daha var zanneder. Alın size çarşaf çarşaf hayat bulmacası. Doldurun bakalım sağdan soldan kareleri. Yazdığınız bütün kareler, yazdığınız bütün cümleler nereye çıkacak? Ölüme ve kıyamete. Başka nereye çıkabilir ki? Ne yazarsanız yazın, hangi yerden başlarsanız başlayın, hayat yolu sonunda ya kabre, ya da kıyamete çıkar. Oraya gelir dayanır. Hayat yolu kısadır. On sene ya da bir sene ömrü kalmış bir insana ne derseniz deyin, o gün gelip çatmadan ahiret kapısı iyiden iyiye aralanmadan, son nefesini yaşamadan, o anın içine girmeden, gerçekten ama gerçekten duygularının uyanması, hazırola geçmesi çok zor. Acayip bir hâl işte… İnsan kendini tanımaktan ve anlamaktan bu kadar uzak işte... Sorular gemisi her yanımız. Küçük bir havuzda değil, kocaman bir okyanustayız. Güvenli bölge göremediğimiz bir yerde ama çok uzakta değil. Sığınmamakta direnmek ve sonunda fecî bir akibete uğramak elimizde. Güvenli bir ada varken sahte ışıkların el edip göz edip çağırdığı tehlikeli sahillere sürüklenmek niye? Bir ömür direniyoruz, bahanemiz de hazır. Bahanemiz de neymiş: Ölüme daha hazır değilmişiz! Bakın hele… Peki, kıyamete hazır mıyız? Kıyamet de kâinatın ölümü. “Ne gezer, o da bizden çok uzakta seyreder.” Haydi, ibret almak için bir filme gidelim, meselâ “2012”yi seyredelim. Nefsimiz bundan ne gibi bir ders çıkaracak? O an, ertesi gün ya da birkaç gün sonrası. Evet, dünyanın harap oluşunu, taş taş üstünde kalmayışını, ayların, güneşlerin ve yıldızların eriyişini, yerin her şeyi yutuşunu, arzın dümdüz edilişini, dağların hallaç pamuğu gibi atılışını seyrettik diyelim; ne kadar sürer üzerimizdeki etkisi sizce? En fazla bir ya da birkaç gün… Evet, sürekli aydınlık ve uyanık kalmanın, duyguları zinde tutmanın insana inanılmaz bir genişlik ve derinlik sağladığı yanlış değildir. Bunu da yaşamak her zaman mümkün değil. Sıkışıp katılaşan hayat, akışkan hayata göre çok daha zor. Böyledir işte. İnsan öleceğini bile bile yaşar. Ölümünden çok, kıyametten korkar. Oysa her insanın ölümü kendi kıyametidir. Kıyametin dehşetinden korkan, ölümden çekinen bir insana hayat güzel şeyler söyler. Ona yarın için ne hazırladığını sorar, uyandırır. Geçici de olsa, böyle bir faydası var işte ibret alınması gereken işlerin, bazen de filmlerin. Kur’ân’daki kıyamet sahnelerinin böyle anlarda bir daha açılıp, tekrar tekrar okunması gerekir. Bunlar, er ya da geç yaşayacağımız, göreceğimiz sahnelerdir. O gün inananlar hayretle, inanmayanlar ise dehşetle seyredecekler. Rabbim! Ölümün kötü hâllerinden ve hayatın içine devekuşu gibi başımızı sokup o büyük günü unutmaktan, duygularımızın diriliğini kaybetmekten, son nefeste Kelime-i Şahadeti söyleyememekten ve kabir azabından bizleri muhafaza eyle!.. Her gün yeni bir fırsattır, hayatın kalan günlerini mayalamak için, eksiğini ya da gediğini onarmak, yamamak için bir fırsattır. Rabbimiz imanı bir imkân olarak sunduğuna göre ve her günü bizim için özel yarattığına göre kaçırmayalım bu fırsatı. Uyanışın baharını biz de duyalım. Çalıların içersindeki bir çiçek gibi, bir kelebeğin gelişini biz de bekleyelim. Her şey görevini eksiksiz yerine getirmeye çalışırken biz neden geri kalalım? Onca keşmekeş içinde kalbi bir çiçek gibi yine de diri tutmaya var mısınız? Bir çiçek, diri, dipdiri bir çiçek, ancak bir kelebeği, bir arıyı kendine çeker. Bir bahçede yeniden bir dirilişi ve baharı bazen bir çiçek başlatır. Bir çiçek bunu yapabilir Allah nasip ederse. O zaman topyekûn bir uyanış, bir diriliş, bazen bir çiçekle başlayabilir. Allah’ın rahmetinden ve kudretinden hiçbir şey uzak değildir. O isterse ve dilerse her şey olabilir. Bir çiçek bir baharı başlatabilir. İşte her gün böyle bir çiçektir. Kalbimizdeki güzellikleri uyandırmaya gelir. Nice kelebekler, nice arılar gelir. Nice güzellikler… Açın, görün, yaşayın baharınızı. Bu fırsat belki de bir daha hiç olmayacaktır. Şükredelim Rabbimize, salât-u selâm olsun Sevgili Peygamberimize (asm). Bu dünyayı Kur’ân’la güzelleştiren, o tertemiz hayatıyla bir çiçek gibi yeryüzünde açan, Asr-ı Saadetin baharını başlatan, o ölümsüz baharı yaşatan ve etrafında nice çiçekler açtıran sahabelere, o güzel insanlara da selâm olsun… Gerçeklerle yüzleşmek yürek ister. Kaça kaça yorulduk artık. Sonu yok böyle bir hayatın. Gerçeklerden kaçmanın hiçbir faydası yok. Bel bağladığımız sahte sevgilerden ve sevgililerden ne vefa, ne de umut yok. Uma uma, döndük muma. Fânîlerden bir hayır umma. Kendine hayrı olmayanın bize ne faydası olacak ki? Çevirelim yüzümüzü şu yüzde yüzlük fânîlerden. Eller ve ayaklar bağlanıp götürülmeden önce, Allah’ın dâvetine icabet edip, adam gibi, insan gibi, mü’min gibi bir yolculuğa çıkmak varken, hayatı zorlaştırmak ve bir ömür Allah’tan uzak ve kaçak yaşamak niye? Soralım nefsimize, sıkıştıralım bir köşeye. Vaktidir uyarmanın ve uyanmanın. Çünkü hiç kimseye faydası yok son nefeste gözleri açık gitmenin. Ölünce değil, ölmeden önce hayat gözünü açmak gerekir. Öldükten sonra gözler açık da gitse, kapayan bir el bulunur onları. Bitmiştir artık dünyada görevimiz. Ruhumuz gitmiş, işimiz bitmiştir artık. Dünyayı seyreden pencerelerimiz kapanmıştır artık. Yeni bir kabir hayatıyla beraber hesabımız da başlamıştır artık. Evet, her insanın ölümü kendi kıyametidir. Büyük kıyamet öncesi, ölüm dediğimiz küçük kıyamet akîbetidir her insanın. Ve her insan, şu sorunun muhatabıdır: “Ne hazırladık yarına? Ne götüreceğiz yanımızda?” Soruyu sormak kolay ama cevabı o kadar kolay değil. Olsun... Yine de biz soruyu bir solalım. Rabbim cevabını bulmayı da kolaylaştırır bize İnşallah. Hayat, uyumak için değil, uyanmak içindir. İşte sizi, bizi, hepimizi uyandıracak, hayatımızı uyaracak kıyamet sahnesi: “Şu dünyanın sekerâtını, âyât-ı Kur’âniyenin işaret ettiği sûrette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczâları dakîk, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış; hafî, nâzik, latîf bir râbıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki, eğer ecrâm-ı ulviyeden tek bir cirm, kün emrine veya ‘Mihverinden çık’ hitâbına mazhar olunca, şu dünya sekerâta başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecrâmlar dalgalanacak; nihayetsiz fezâ-i âlemde, milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müthiş sadâları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerât ile, Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip Cehennem ve Cehennemin maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennetin mevadd-ı münâsibeleri başka tarafa çekilir; âlem-i âhiret tezâhür eder.” (Bediüzzaman, Sözler, s. 490) Evet, kıyamet öncesi kıyamet var; o da insanın kendi ölümüdür. Ama nedense insan, üstüne vazife olmayan uzak, çok uzak şeylerle uğraşır. Ölümü değil, kıyameti merak eder. Gerçi o da bir şeydir ya; ama aslolan kendi kıyametidir, kendi ölümüdür. Her insanın kıyameti, kendi ölümüyle kopar. Ölüm, ölmeden uyanmaktır. En kârlı ve en hayırlı ölüm, ölmeden önce uyanmaktır. 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehtap YILDIRIM |
|
Mutlu olmak arzusundaki sır |
“Mutluluk” kelimesini duyduğumuzda bile gözlerimiz ümitle parıldıyor, içimiz içimize sığmıyor. Tarif edilmez bir heyecan kaplıyor bedenimizi. Demek ki insan fıtratında mutlu olmaya karşı büyük bir iştiyak, şiddetli bir istek var. Böyle bir duyguyu veren ancak insanı çok sanatlı yaratan Cenâb-ı Allah’tır. İnsan mutlu olmayı arzuladığı gibi, mutluluğunun dâimî olmasını da arzular. Mutluluğunun bir gün son bulacağı endişesi dahi bulunduğu ânı acılaştırabilir. Bu acıyı duymamak için, mutluluğunun hiç bitmeyeceğine kendisini inandırmaya çalışır. Hep neşeli ve genç kalacağını düşünür. Hep zengin ve refah içinde yaşayacağını düşünür. Hiç ölmeyeceğini düşünür. Sevdiklerinden hiç ayrılmayacağını düşünür. Peki bütün bunlar bu dünyada mümkün mü? Hayatı dünyadan ibaret düşündüğümüz zaman, bu duyguların karşılığını burada alamamak anında dünyamızın kararmasına, ümitsizlik ve çaresizlik içinde kıvranmamıza sebep olabilir. Yani bize verilen akıl nimeti ile hemen istikbalimize uzanıp, mutluluğumuzun son bulacağı endişesinin elemini yaşayabiliriz. Halife-i arz olan insana verilmiş en donanımlı cihazlardan biri olan aklın vazifesi her halde mazi ve müstakbeli düşündürerek insana türlü acılar yaşatmak, zevk almak noktasında hayvandan daha aşağı bir duruma düşürmek olamaz. Akıl nimetinin veriliş gayesini araştıran insan, aklın kâinat sırlarını ve sayısız hikmet hazinelerini açacak bir anahtar olarak verildiğini anlayacaktır. İnsan, bu akıl anahtarı ile mutlu olmak duygusunun hikmetini aramak isterse bulabileceği çok sırlar vardır. İnsanı çeşitli cihazlarla donatan, her bir cihaza aklımızın alamayacağı vazifeler yükleyen Yaratıcımız, bize ebedî bir saadet yurdu hazırladığı için, fıtratımıza da sonsuza kadar mutlu olma arzusunu yerleştirmiş. Dünya misafirhanesindeki imtihanı başarıyla geçen kullarına Cenâb-ı Allah vaad ettiği ebedî saadeti bahşedecektir. İnsan, fıtratına ebedî hayatı için yerleştirilmiş bazı duyguları bu dünya için zannıyla istimal etmeye çalıştığında, tam karşılığını bulamayınca da sükût-u hayale uğrayabiliyor. İnsana düşen, bu konuda ye’se ve karamsarlığa kapılmak değil, bütün duyguların veriliş maksadını bilerek onları yerinde sarf etmektir. 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
KISA KISA |
Bulgaristan/Veliko Tarnova şehrinden Aras Uzunov: “Selâm aleyküm! Ben Bulgaristan’dan Aras. Hıristiyan ülkede yaşadığımız için İslâmî bilgilerimiz biraz kısıtlıdır, benim yaşadığım Veliko Tarnovo kentinde 3000 Müslüman vardır! Sizden rica ediyoruz, eğer mümkün ise bizlere dinî kitaplar gönderir misiniz? Fıkıh, tefsir, hadis, Kur’ân gibi kitaplar! Cevabınız ne olursa olsun Allah sizden razı olsun! Adresim: Bulgaria, gr. Veliko Tarnovo, ul. Chernorizec Hrabar ?54 Aras Uzunov. (E-mailim: [email protected]) Bulgaristan’dan selâmlar....”
İşte Bulgaristan’dan bir duâ! “Cevabınız ne olursa olsun Allah sizden razı olsun!” diyor. Bu duâ hepimize! İman kardeşliğinden güzel bir şey var mı? Değerli Aras Beyin mektubunu, bu duâya ortak olmak isteyen kadirşinas okuyucularıma buradan duyuruyorum. Bulgaristan’da İslâmî kitaplara susayan kardeşimiz, Türkiyeli kardeşlerinden kitap istiyor. Bu göz yaşartıcı ve anlamlı isteğe olumlu cevap verecek çok sayıda okuyucumuz olduğunu biliyorum. Allah hayır ve hasenâtlarına bire bin yazsın. Âmin. *** Rüveyda Alkor: “Bir insan ‘Bundan böyle işe gidersem (her gidişim için geçerli, yani ne zaman gidecek olursam olayım, bu sözümden tövbe edecek olsam bile) kâfir olayım’ (dinden çıkayım, mürted olayım anlamında) derse ve sonra bu sözünden vazgeçer, bu sözü için tövbe edip işe giderse kâfir olur mu? Bu sözü söyleyen kişi kâfir olmamak (dinden çıkmamak) için artık işe gitmemeli midir? Çünkü ‘Tövbe edecek olsam bile işe gidersem kâfir olayım’ dediği için, artık tövbesi geçersiz olur mu? Tövbe etse bile durum değişmez mi? Yoksa söylediği söz için tövbe ederse artık istediği kadar işe gidebilir mi? Bu soru benim için çok önemli. Allah rızası için yardım edin.”
Kur’ân buyuruyor ki: “Allah sizi yeminlerinizde bilmeyerek ettiğiniz lağv ile (yanlışlık ve hata ile) sizi sorumlu tutmaz. Lâkin kalplerinizin irtikâp ettiği yeminlerle (bilerek yaptığınız yeminlerle) sorumlu tutar. Allah Gafur’dur, Halim’dir.”1 Sizin bu sözünüz ya lağvdır, ya da bilerek yapılan yemindir. Lağva benziyor. Yani boş söze benziyor. Çünkü böyle bir yemin şekli olmadığı gibi, böyle bir kâfir olma şeklinden de bahsedilemez. Yani siz böyle bir yeminden sonra işe giderseniz bu boş söz sizi küfre götürmez, bu boş söz nedeniyle kâfir olmazsınız. Bu durumda bir şey gerekmez. Fakat kâfir olmak netice itibariyle tevhid inancı ile alâkalı bir kavramdır. İman ve küfür kalpte meydana gelen birer sıfattır. Hidayet geldiğinde kişi mü’min olur, gelmediğinde kâfir olur. Hidayeti veren Allah’tır. Öyleyse böyle bir sözü yemin saymamız, sizin için, bundan böyle sözlerinize daha dikkatli olmanız açısından, daha sağlıklı bir adım olur. Çünkü sözünüzü yemin saydığımızda; 1- Bu sözünüzden dolayı size tövbe kapısı da açılmış olur. İçten tövbe yapmanız Allah katında İnşallah geçerli olur. 2- Yemininizin kefaretini ödemeniz durumunda, işe gitme yolunu size açar. 3- Ancak bundan böyle yeminli ifadeleri kullanmamaya gayret edin. Kendinizle alâkalı konularda yemin etmeden karar vermeye özen gösterin. *** İstanbul-Beykoz’dan Yusuf Güz: “‘Kim kendisini Beytullah’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe, yol vasıtasına sahip olduğu halde haccetmemişse onun Yahudi veya Hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur’ hadisini nasıl anlamalıyız. Haccın farz olduğunu bildiği halde imkânı olup da gitmeyen kişi küfür üzere mi ölür?”
Hac kendisine farz olduğu halde, yani hacca gidecek imkân bulduğu halde hacca gitmeyen kimse günahkâr olur. Bu kişi ölürse zimmetinde hac ibadeti olduğu halde Allah’ın huzuruna çıkar. Bu hadis-i şerif bu kimsenin Yahudi veya Hıristiyan ya da kâfir olduğunu söylemiyor. Ancak Yahudi veya Hıristiyanın da zengin olduklarında haccetmediklerini, zengin olup haccetmeyen Müslüman’ın da netice itibariyle Yahudi’ye veya Hıristiyan’a benzediğini ifade ediyor. Bu hadiste terhip vardır. Yani korkutmak suretiyle haccetmenin önemini anlatma söz konusudur. Diğer yandan Yahudi veya Hıristiyan birçok konuda kendi kitaplarının sözünden çıkmışlar, emirlerini dinlememişlerdir. Haccetmek Kur’ân’ın emridir. Nitekim Kur’ân, “Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe’yi haccetmesi gerekir”2 âyetiyle oraya yol bulabilenler için haccı emrediyor. Binaenaleyh yol ve imkân bulduğu halde haccetmeyen kimse, kitabının emrini dinlememiş olur. Kitabının emrini dinlememekte ise Yahudi’ye veya Hıristiyan’a benzemiş olur. İşte Peygamber Efendimiz (asm): “Kim kendisini Beytullahi’l haram’a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun Yahudi veya Hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur” 3 hadisiyle bu hakikati ifade buyurmuştur.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 225: 2- Âl-i İmrân, 97; Tirmizî, Hacc 3, (812): 3- Tirmizi, Hacc, 3 (812). 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Yakın tarih yeniden yazılsın (5) |
Yaşanmış gerçeklerin üzerini örtmenin kime ne faydası var? Yaşadığı, şahit olduğu ve bilfiil müdahil olduğu bir hadiseyi, kim niçin örtbas etmek istesin? Bunlar, elbette ki düşündürücü hususlardır; dahası, cevabı bulunması gereken suâllerdir. Yakın tarihimizle ilgili son derece düşündüren ve izahat isteyen yığınla konular, mevzular var. Biz de, tam beş gündür—çok özetleyerek de olsa—bunları nazara vermeye çalışıyoruz. Uzayıp giden listeye kaldığımız yerden devam edelim.
36) Millî Mücadeledeki lider (asker–aydın) kadronun ekseriyeti, 9 Eylül 1923'te kurulan Halk Partisine (Fırkasına) niçin üye olmadı? Bu partinin ismine Kasım 1924'te niçin "Cumhuriyet" tabiri eklendi? Bu eklemenin, bir hafta sonra kurulacak olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıyla bir ilgisi var mıydı?
37) Millî Mücadelenin sembol isimlerinden Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar, Ali Fuat Cebesoy, Hüseyin Avni, Cafer Tayyar ve Refet Bele'nin de dahil olduğu grup, Halk Fırkasından niçin istifa etti? Bu gruptaki şahsiyetler, 17 Kasım 1924'de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurduklarında, halka yaptıkları ilk duyurularda neler söylediler, ne tür iddialarda bulundular? Bilhassa "Ülke yönetiminin diktatörlüğe doğru gittiği" şeklindeki iddialarını hangi gerekçeye dayandırdılar?
38) Cumhuriyet tarihimizin ilk demokrasi denemesi, dolayısıyla ilk muhalefet partisi olan TCF, daha bir yılını bile dolduramadan niçin kapatıldı? Bu partinin mensupları, niçin siyasetten ve hatta Ankara'dan uzaklaştırıldı? Dahası, bu partinin lider kadrosu neden öldürülmek, ya da idam edilmek istendi?
39) TCF'de yaşananların bir benzeri, beş yıl sonra (1930) Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) hadisesinde de yaşandı. Böyle göstermelik, ya da kasden başarısız kılınmış denemeleri bu millete yaşatmanın gayesi neydi? Demokrasiden milletin ümidini kesmek anlamına gelen ve muhalif kesimleri sindirmeyi, hatta yok etmeyi hedef alan bu tür girişimleri, Türklükle, Müslümanlıkla, hatta insanlıkla olan alâkasını izah etmek mümkün mü?
40) Şeyh Said Hadisesinin kanlı bir boğuşmaya dönüşmemesi için, neden önceden tedbir alınmadı? Varsa şayet, hangi tedbir alındı ve ne tür çabalar sarf edildi? Şeyh Said ve taraftarları neye karşı geliyorlardı? Nelere itiraz ettiler? İstiklâl Mahkemesinin kararıyla idam edilenlerin mezar yeri niçin belirsiz, yani meçhûl bırakılmak istendi? O kanlı hadisede yabancı casuslar rol aldı mı? O tarihte, İngiltere'nin Musul ve Kerkük üzerindeki emelleri nelerdi?
41) M. Kemal ile ilgili her türlü ayrıntıyı nazara veren tarih kitapları, Latife Hanımla olan evlilik ve boşanma hadisesinin ayrıntılarını neden es geçiyor? Özellikle boşanma gerekçesi niçin örtbas ediliyor? Latife Hanım, aynı zamanda iki paşanın Eskişehir–Ankara tren seyahati esnasında "Lozan'ın gizli gündemi"yle bağlantılı olarak yaptıkları "Din öldürülecektir" görüşmesinin tek şahididir. Onun hatıra notlarına neden yasak getirildi? Boşandıktan sonra 50 yıl daha yaşayan Latife Hanım, neden ömürboyu ev hapsine mahkûm edildi? "Hatıralarım, öldükten 25 sene sonra açıklansın" diye vasiyet ettiği halde, buna niçin uyulmadı? Önemli bir insanın vasiyeti çiğnenir mi? Hiçe sayılır mı? O hatıra notları arasında neler var ki, böyle çelik kapıların ardındaki ulaşılmaz kasalara kilitlenerek hapsedildi?
42) İstiklâl Mahkemelerinin kayıtları neden gizli tutuluyor? Bu mahkemelerin eliyle ne kadar insanımızın cezalandırıldığı, kaç vatandaşımızın idam edildiğini öğrenmek, bilmek hakkına sahip değil miyiz? Savaşlarda kaybettiklerimizin sayısı kaynaklarda az–çok belirtildiği halde, özellikle 1924'ten sonra kaybettiklerimize dair neden sağlıklı bilgi edinemiyoruz? Bu milletten kim neyi, niçin ve ne hakla gizliyor? Acaba, 80 yıllık sırları kendi vatandaşından gizleyen, gizlemeye devam eden bir başka ülke var mıdır? Gösterilebilir mi?
43) 14 Haziran 1926'da İzmir'de herhangi bir sûikast vak'ası yaşanmadı. Zira, o gün itibariyle M. Kemal Balıkesir'deydi. İzmir'e gelişi ise 16 Haziran günüdür. Acaba, iki gün önceden planlandığı söylenen bir hayalî sûikast bahanesiyle, aralarında eski TCF'lilerin de bulunduğu onlarca mebus ve paşanın cezalandırılması ve bir kısmının idam edilmesi doğru mudur? Resmî tarihin bu konuyla ilgili yazdıkları, ne derece inandırıcı ve güvenilir bilgiler ihtiva ediyor? İstiklâl Harbinin en şanlı kahramanlarından Kâzım Karabekir ve yakın arkadaşlarını bile idam talebiyle yargılayan bir mahkemenin, vicdan ve hukuk terazisindeki yeri ve ağırlığı ne olabilir?
44) Siyasete girme tercihinde bulunan hemen bütün paşalar için, 1924'te ordudaki vazifesinden ayrılma mecburiyeti getirildiği halde, M. Kemal, İsmet İnönü ve Kâzım Özalp Paşaların, ordudaki görevlerini 30 Haziran 1927'ye kadar devam ettirmelerinin (TTK; Kronoloji, s. 467) sebebi nedir? 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Allah’ı esmâ pencelerinden tanımak |
Müslüman olarak acaba Allah’ı nasıl tanıyoruz, ne kadar tanıyoruz? Bizi ve kâinatı hiç yoktan yaratan Allah’ı, Kur’ân’ın, Resûlullah’ın tanıttığı şekilde mi tanıyoruz, yoksa yarım yamalak bilgilerle mi? Elbette tanımakta ve bilmekte derece ve farklılıklar vardır… Meselâ bir ilim adamını, bir mobilya ustasını, bir idareciyi isim, sıfat, san'at, fiil ve icraatları ile tanırız. Onları öğrendiğimiz nispette saygı, bağlılık veya takdirimiz artar. Aynen öyle de, Allah’ı isim, sıfat, fiil ve icraatları ile tanımamız nispetinde azameti zihnimize yerleşir ve ona göre sever, sayar, ibadet eder, emirlerini dinler, nehiylerinden sakınırız. Meselâ bir müzeyi veya kitap fuarını gezerken, okuma yazma bilmeyen birisi ile bir ilköğretim, lise veya üniversite talebesinin ve ilim adamının aldığı lezzet, duyduğu sevinç, hissettiği duygular farklı farklı ve her birisinin derecesine göredir. Allah’ı bu dünya ölçüleriyle gerçekten tanımak ve O’na hakikî iman etmek, ancak “Esmâ-i Hüsnâ” penceresiyle mümkündür. Hiç şüphesiz sonlu, basit, fâni, eksik, küçük olan insan, sonsuz gücü, sonsuz isim ve sıfatları bulunan Cenâb-ı Hakk’ı ihata edemez. Ancak O’nu, isim ve sıfatlarının tecellisiyle tanıyabiliriz. Yani, şu kâinat müzesinde ve insan kitabında tecellî eden, yansıyan, görünen bin bir isim ve sıfatları ile bilgimiz/araştırmamız/incelememiz nispetinde tanırız. Allah’ın sonsuz isim ve sıfatları var. Bir âlemde dört bin ismi, bir başka âlemde yüz bin ismi, trilyonlarca yıldız âlemleri ve kümelerinde trilyonlarca sonsuz ismi yansımaktadır! Çünkü O, ezelî ve ebedî olan Rabbü’l-Âlemîn’dir. Esmâsı da öyle olması gerektir. Esmâ-i Hüsnâ’yı ve sâir isimleri, kâinattaki tecellilerinden, görüntü ve gölgelerinden anlamaktayız. Tıpkı san'atkârları eserlerinden, mimarları yapılarından tanımamız/bilmemiz gibi... Kâinatta geniş, devamlı, muntazam, enteresan, dehşetli bir değişme, yenilenme, doğma, büyüme, olgunlaşma faaliyetleri görüyoruz. Bunlar bir Rabbin terbiyesini ve dolayısıyla bir uluhiyetin varlığını göstermektedir. Her fiilin arkasında bir fâil, her ilmin arkasında bir âlim, her terbiyenin arkasında bir mürebbî, her kitabın arkasında bir yazar, her san'atın arkasında bir san'atçının bulunması, aklın zaruriyâtındandır. Çünkü güzel, mânâlı ve ilmî bir kitap veya mimarinin bütün incelikleriyle yapılmış bir ev, açıkça yazmak ve yapmak fiillerini gösterir. Yazmak ve yapmak fiilleri, yazıcı ve dülgerlik isimlerini, bu ünvanlar ise kitâbet ve dülgerlik san'atı ve sıfatlarını, bu san'at ve sıfatlar da bir zâtı gösterirler. Zirâ, failsiz bir fiil, müsemmâsız bir isim mümkün olmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat ve san'atkârsız bir san'at da mümkün değildir.1 İşte, kâinattaki bütün bu fiiller, faaliyetler, güzellikler, nakışlar, san'atlar, sıfatlar, Esmâ-i Hüsnâ sahibi birisini göstermektedir. Kur’ân da bu hususta şöyle ferman eder: “En güzel isimler, Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle duâ edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır!” 2
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 133.; 2- Kur’ân, A’raf, 180. 05.12.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Vehbi HORASANLI |
|
Dubai Emirliğinin çöküşü ve sebepleri |
Bayramdan önce yaklaşık 60 milyar dolar civarında olan borcunu ödeyemeyeceğini söyleyen Dubai Emirliği yeni bir finansal krizin ilk sinyalini verdi. Emirliğin sahibi olduğu Dubai World Şirketi borçlarının ertelenmesini isteyince ABD, Asya ve Avrupa borsaları, kayıplar vermiş bir çok ülke ticarî yönden riskli bir duruma düşmüştü. Kriz şimdilik durulmuş gibi görünse de bu ülkeye borç vermiş özellikle İngiltere gibi ülkelerin geleceği kararmış durumda. Gelecek konusunda iktisatçılar birbirinden farklı açıklamalar yapadursunlar olaya farklı bir noktadan yaklaşılması gerektiğine inanıyorum. Evet, belki de hiç değinilmeyen bu iflâsın sebepleri üzerinde bir parça durmak istiyorum. Neden böyle bir kriz patlak verdi? Sorunun cevabını yüz yıl öncesinden Bediüzzaman veriyor. Münâzarât isimli eserinde Osmanlı Devletinin ve hassaten Müslümanların neden zenginlikten fakirliğe düştüğünü izah ederken “Biz, gayritabiî (tabiî olmayan, olağandışı) ve tembelliğe müsait ve gururu okşayan imaret maişetine el atıp belâmızı bulduk” demiştir. Peki nedir bu imaret maişeti? İmaret; kelime karşılığı olarak mamur etme anlamına gelir. Saraylar, köşkler inşa etmek, insanların gıpta ile bakacağı lüks evler yapmak imaret kavramının içindedir. İmaret maişeti ise geçimini imaret işi yaparak sağlamak anlamına gelmektedir. Bediüzzaman’a göre “... imarete giren yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir” Aksi takdirde maişet ve menfaat için girdiği takdirde bir nev'î çingenelik ederler. Tarihimizi dikkatli bir şekilde inceleyecek olursak Osmanlı Devletinin ekonomik çöküşünün en önemli sebebinin insanların, san'at, ziraat ve ticaret gibi faaliyetlerden geri kalması olduğunu görürüz. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyuran Peygamberimizi (a.s.m) dinlemeyip memuriyet ve imaret bataklığına düştük. Öyle saraylar ve köşkler yapıldı ki israftan başka hiçbir menfaati olmayan dipsiz kuyuya daldık. Halbuki Avrupa devletleri, Portekizli kaşiflerin yardımı ile önemli deniz geçitlerini bulmuş ticaret yaparak kısa zamanda ekonomik olarak bizi geçmişlerdi. Müslümanlar Nebevî bir ikaz olmasına rağmen ticaretin ne derece önemli olduğunu hâlâ öğrenememişlerdir. San'at ve ziraat konusunda da yerimizde sayıyoruz. Bilim adamları genetiği ile oynayarak bire on hatta yirmi ürün alıyorken bizler dışarıdan tahıl ürünleri ithal etmek zorunda kalıyoruz. Kısaca bilim ve teknoloji konusunda Müslümana yakışır bir şekilde hareket edemiyoruz. Buna mukabil özellikle memuriyet konusunda herkesten önce davranmak geçimimizi memuriyetten sağlamak gibi çılgınca bir geleneğimiz var. Kime sorsan “ah bir devlete kapağı atabilsem” telâşı var. Ticaretle uğraşanlara kız vermeyen, ama “Memur olsun da ne olursa olsun” diyen babalarımız var. İmaret ve memuriyet konusu birbirinden ayrı gibi görünse de özellikle maişet yani geçim derdi ile birlikte düşünülmesi ve ele alınması gereklidir. Yöneticiler, devlet adamları ve öğretmenler, Bediüzzaman’ın 100 yıl öncesinden vermiş olduğu mesajlara dikkat etmelidir. Dubai’deki Arap kardeşlerimiz onu yeterince tanımadığı için bir derece mazur sayılabilir, lâkin yazmış olduğu eserler ile ülkemize çok büyük değerler kazandırmış olan Bediüzzaman’ı dinlememek bizleri mes’ul edecektir. Peki, imaret ve memuriyet hiç yapılmamalı mıdır? Elbette bunlara da ihtiyaç vardır, lâkin geçim ve menfaat maksadıyla olmamak şartıyla. Yani vatanımıza milletimize dinî, ahlâkî, sosyal ve teknoloji alanında katkı yapmak isteyenlere kimse karşı çıkmıyor. Hamiyet sahibi insanlara zaten bu yakışır. Üç evlâdından bir tanesini “memur olsun vatanına hizmet etsin” diyerek feda etmek normaldir ve anlaşılabilir. Fakat “zengin olsun, geçimini sağlasın” düşüncesi, acizlik ve bir nev'î dilenciliktir. Allah’a çok şükür iş adamlarımız bu gerçeği görmüş dünyanın en ücra köşelerine giderek ticaret yapıyorlar. Gemi ile yapmış olduğum yolculuklarda dünyanın bir ucunda ticaret yapan kardeşlerimi gördüm. Ticaret vesilesi ile dinî hizmetlerde de bulunuyorlar. Zaten sanılanın aksine dinimiz kılıç ile değil tüccarlarımız sayesinde dünyaya yayılmıştır. Savaşları sadece düşman saldırılarını def etmek gayesi ile yapmışız. İşte Dubai örneği bütün insanlara ve özellikle de iş adamlarına örnek olmalıdır. Saraylar ve lüks binalar yaparak sefahate atılacaklarına fabrikalar, deniz ticaret filoları kurarak hem kendilerine hemde vatanlarına faydalı olabilirler. Kaldı ki “komşusu açken tok olan bizden değildir” buyuran Peygamberimizle (a.s.m) karşı karşıya kalma tehlikesi vardır. Binlerce hatta milyonlarca insan modern sömürgecilerin zulmüne maruz kalmakta, yokluk ve sıkıntılarla boğuşmakta iken lüks saraylarda israf bataklığına düşmek, onun şefaatinden mahrum kalmaya bir sebeptir. Allah korusun... 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Başarıya ceza âdetten midir? |
Eğitim sistemimizle ilgili temel meseleler halledilmediği için tartışmalar da uzayıp gidiyor. Elbette, çözüme ulaşmak için tartışmaların devam etmesi faydalı, ama çözüm yerine çözümsüzlüğe odaklanmanın da bir faydası yok. Meslek liseleri de tartışma konularından biri. Bütün dünya meslek eğitimine ağırlık verirken, biz bu konuda da günün şartlarına uygun adımlar atamıyoruz. Meslek liseleri arasında en çok tartışılan da; bilindiği üzere imam hatip liseleridir. İmam hatip liselerinin, diğer meslek liselerine göre yaygın olması ve de yoğun talep görmesi bu liseleri tartışmanın odağına çekiyor. “28 Şubat süreci”nin keyfî uygulamalarından biri olan ‘katsayı farkı’ da bu tartışmaları alevlendirmişti. Neydi katsayı uygulaması? Üniversiteye giriş imtihanında, genelde meslek liseleri kendi meslekleri dışında ve özelde imam hatip lisesi mezunları ‘imam’lık dışında bir mesleği seçmek isteyince bu sistem o öğrencileri ‘ceza’landırıyordu. İlk bakışta masum gibi görünen bu uygulama, kökten yanlış ve imam hatip lisesi mezunlarının üniversite eğitimini sınırlayan ve hatta engelleyen bir karar idi. Başlı başına bir ‘yasak’ olan bu ‘katsayı farkı uygulaması’nı savunanlar diyorlar ki, “Madem bu okulu tercih ettin, mezun olunca sadece ‘imam’ olabilirsin!” Madem öyle, üniversiteye giriş imtihanı niçin yapılıyor? Maksat, bilenler ile bilmeyenleri birbirinden ayırmak değil mi? İmtihana girip, soruları doğru cevaplandıran öğrencileri sırf ‘meslek lisesi mezunu’ diye cezalandırmak, onların doğru cevaplarını ‘sıfır’ ile çarpmak ve bunu da ‘eşitlik ve adaletin gereği’ diye millete dayatmak kabul edilebilir mi? Edilemez ve zaten edilmedi... Tabiî ki imam hatip liselerinin milletin arzu ve isteklerine ne kadar cevap verebildiği, ne ölçüde günün şartlarına cevap verdiği ayrıca tartışılabilir ve tartışılmalıdır. Ama bu Türkiye’deki ‘din eğitimi’ni engellemek için değil, aksine ‘daha anlaşılır ve faydalı’ hale getirebilmek için yapılmalıdır. Pek çok defa ifade edildiği gibi, bir defa daha hatırlatalım ki, ‘veli’lerin imam hatip lisesini tercih etmelerinin sebebi çocuklarının ‘imam’ olmasını istemeleri değildir. Elbette bu sebeple tercih edenler de vardır, ama asıl tercih sebebi; çocukların ‘tehlike’lerden korunarak eğitimlerine devam edebilmeleridir. Bunun yanında, bir yandan ‘fen’ ilmini tahsil ederken; öte yandan da ‘din ilmi’ni tahsil edebilme imkânıdır. Mevcut sistemde bunun ne kadar yapıldığı elbette tartışılmalıdır, ama tercih sebebinin bu olduğu bilinmelidir. İmam hatiplere gösterilen ilgiden rahatsız olanlar biraz da bu gerçekleri düşünmelidirler. İmam hatip liselerinin önünü kapatmak isteyen ‘yasak’çılar, yapabilmek uğruna diğer meslek liselerini de atıl hale sokmuşlardır. Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hayati Doğanay bu ‘yara’ya parmak basarak şöyle demiş: “Büyük harcamalar yapılmış, dev laboratuvarlar, Dünya Bankası’ndan alınan büyük bir borç yükü karşılığı teknik araç ve gereçlerle donatılmış bu tesisler yıllarca boş bekletilmiş, milletimizin vergilerine değer atfeden kimseler bile bu sorunu görmezlikten gelmişlerdir.’’ Prof. Dr. Doğanay şunu da söylemiş: “ÖSS sınavlarında başarılı olanların, üniversite okumalarının yolu kesilmemelidir. Emek karşılığı elde edilmiş bir puanın bir kısmını silmek, ya da elde edilmemiş bir puana belli bir miktar keyfi olarak eklemek hem etik değil, hem de ‘anayasal eşitlik’ ilkesine aykırıdır.’’ (AA, 3 Aralık 2009) AB üyeliği yolunda ilerlemeye çalışan bir Türkiye, başarıyı cezalandırıyor olmakla övünebilir mi? 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Mehmet KARA |
|
Çözümün anahtarı |
Danıştay’ın, tam da Kurban Bayramı öncesinde YÖK’ün üniversiteye girişte katsayı farkını kaldıran kararının yürütmesini durdurması, meslek liselileri ile birlikte ailelerin bayramını adeta zehir etti. Mesele hâlâ gündemde. Tepkiler devam ederken, çıkış yolunun bulunmasına çalışılıyor. Yıllardır “meslek lisesi meselesi memleket meselesi” diyenlerden ses çıkmaması ise ibretle izleniyor. 28 Şubat sürecinin ürünü olan katsayı adaletsizliğinin 10 yıl aradan sonra sona erme ihtimali, öğrencileri sevindirmişti. YÖK’ün aldığı kararla, 2010’dan itibaren bütün öğrencilerin katsayıları 0.15’le çarpılacaktı. 1999’dan bu yana meslek lisesi ve imam hatip lisesi mezunları kendi alanlarından başka bölümleri tercih ettiklerinde katsayıları 0.3’le, diğer liselerde okuyanların katsayıları ise 0.8’le çarpılıyordu. Ancak Danıştay sınav takviminin başlamasını günler kala aldığı kararla büyük bir karışıklığa sebep oldu. YÖK karara itiraz etti. İtiraz Danıştay İdarî Dâvâ Daireleri Genel Kurulu görüşecek. Bu itirazdan bir sonuç çıkar mı? YÖK, bu kararı beklemeden 17 Aralık’ta toplanması gereken genel kurulunu önümüzdeki hafta yapacak ve yeni formüller üzerinde çalışacak. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu gerekirse kanunu değiştirebileceklerini söylemişti. Şimdilik bu formül pek dillendirilmiyor. Çünkü kanunun değiştirilmesi için yaşanacak süreç dikkate alındığında, eşitsizliğin giderilmesinin önümüzdeki sınava yetişmesi hayli zor. Bazıları katsayı adaletsizliğini hâlâ savunabiliyor. Oysa “adil” bir gözle bakabilseler tam bir eşitsizlik olduğunu görecekler. Şunu hatırlamıyorlar: 12 Eylül ihtilâlinin ardından “ihtilâl ürünü” olarak kurulan YÖK’ün ilk dönemlerinden itibaren 17 sene uygulanan sistemde katsayı adaletsizliği gibi garip uygulama yoktu. 1999 yılından bu yana YÖK’ün uygulamalarına göre ister düz lise olsun, ister meslek lisesi olsun “lise” eğitimi alan öğrenciler farklı değerlendiriyordu. Ayrıca bu mesele sadece imam hatiplerin meselesi de değil. Meselâ genel lise mezunlarının gidebildiği tıp fakültelerine sağlık lisesi mezunları katsayı dolayısıyla giremiyorlar. Aynı durum bütün meslek liseleri için geçerli. Bütün soruları yapan bir meslek lisesi mezunu istediği okula gidemiyor. Gelinen noktada YÖK’ün önümüzdeki hafta yapacağı toplantıda nasıl bir karar alacağı merakla bekleniyor. Bu karardan sonra da yine üzerine vazife olmayanlar itirazda bulunur mu? Elbette bulunabilir. Bu böyle devam edip gidecek mi? Öğrencilerin arasındaki eşitliği ve haksızlığı kendince “doğru kabul edenler” olduğu müddetçe de bu böyle devam eder gider. Altı ay önce katsayı konusunda “YÖK yetkilidir” diyen bir kurumun, şimdi görüş değiştirdiğinin de unutulmaması gerekiyor. ÖSS takvimi de iyice sıkıştı. Takvime göre ilk sınav 11 Nisan’da yapılacak. ÖSYM Başkanı’nın “Bu seneki sistemin nasıl uygulanacağının belirginleşmesi ve bunun 20 Aralık’a yetişmesi lâzım; yoksa sınav takvimimiz aksar” diye uyarması da bundan. Köklü çözüm ise, anayasanın değiştirilip sivil, özgürlükçü bir yapıya dönüştürülmesidir. Hem de ne dediği net bir şekilde belli olan, yoruma açık olmayan ifadelerle getirilerek… Zira, son yıllarda hangi karar alınsa yüksek mahkemelerden ya dönüyor, ya da yürütmesi durduruluyor. Bu yüzden Türkiye’yi bu sıkışıklıktan kurtaracak tek yolun 12 Eylül ihtilali ürünü olan anayasanın kökten değiştirmesinde yattığı ortaya çıkıyor. 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Yargı vesayeti |
Cumhurbaşkanı Gül, Danıştay’ın katsayı için verdiği yürürlüğü durdurma kararından sonra YÖK Başkanına “Nedir bu kargaşa?” diye sorduğunu ve ondan “Katsayıda iki Danıştay kararı daha var ve yetki YÖK ait” cevabı aldığını söyleyip, sürecin sükûnet içinde takip edilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunmuş. Yaşanan “kargaşa”da yetki tartışmasının çok önemli bir yere sahip olduğunda hiç şüphe yok. Ama bunu sadece Danıştay’la YÖK arasındaki bir sorun olarak görmek, yanıltıcı sonuçlara götürür. Mesele çok daha derin ve kapsamlı; ve işin özü, 27 Mayısçıların yapıp, 12 Eylülcülerin iyice pekiştirdiği yetki gasbına kadar dayanıyor. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” deyip, bu cümlenin hemen ardına eklenen “Millet bu hakimiyetini yetkili organlar eliyle kullanır” ifadesi, söz konusu yetki gasbının başladığı nokta. Milletin değil, 61 Anayasasını hazırlayan ihtilâlci kadroların yetkili kıldığı organlar, yaklaşık yarım asırdır, millet tarafından seçilen Meclisi ve hükümeti frenleyip engelleme misyonunu fasılasız ve sistematik şekilde devam ettiriyorlar. Meclisin aldığı kararlar, çıkardığı kanunlar ve hattâ anayasada yaptığı değişiklikler Anayasa Mahkemesinin; hükümetin, bakanların ve diğer kurumların karar, işlem ve tasarrufları da Danıştay’ın denetimine tâbi. Kâğıt üzerinde kuvvetler ayrılığından söz edilirken, fiiliyatta son sözü, yasama ve yürütmeyi aşacak tarzda yargı söylüyor. Bu öyle bir düğüm ki, çözülmesi için, işleyişi bu şekilde tanzim eden sistemin tamamen değiştirilmesi, yani yürürlükteki ihtilâl anayasasının tümüyle devredışı bırakılıp yeni bir anayasa ile demokratik dengelerin kurulması gerekiyor. Bu anlamda köklü ve sağlam bir sistem ve anayasa reformu yapılmadan, söz konusu yapı ve sebebiyet verdiği kronik tıkanıklıklar aşılamaz. YÖK Başkanının “Danıştay’ın önceki iki kararına göre yetki bizde” demesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Çünkü aynı Danıştay, YÖK’ün 28 Şubat kadrolarının elinde olduğu dönemlerde kuruma bıraktığı yetkiyi bu defa geri alıyor. Buna karşı şimdiki YÖK’ün yapabileceği birşey yok... Keza hükümetin “Gerekirse kanunu değiştiririz” çıkışlarıyla da, kökü çok derinlerde olan bu yetki krizinin çözülmesi mümkün görünmüyor. Yasa değişikliği bir yana, Meclisin anayasanın iki maddesinde yaptığı değişikliğin dahi “değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelere dayandırılan bir Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edildiğini hep birlikte görmedik mi? Mahkemenin başında Haşim Kılıç gibi, demokrasi ve özgürlükler bahsinde heyet çoğunluğundan farklı düşünen bir ismin bulunması dahi sonucu çok fazla değiştirmiyor. Ve kapatma dâvâsında görüldüğü üzere, Başkana, karşıoy kullandığı kararı kamuoyuna duyurmaktan başka yapacağı birşey kalmadığı durumlar olabiliyor. Bu irade çatışması, eski dönemlerde sık sık ihtilâllerle sonuçlanıyordu. Gelinen noktada dünya ve ülke şartları klâsik darbelere başarı şansı tanımaz hale gelince, örtülü ve postmodern müdahale yöntemleri devreye sokuldu. Asker geri plana çekilirken, yargı aktif şekilde öne çıkarıldı. Şimdi bu süreci yaşıyoruz. Ve olup bitenler, maalesef mülkün, yani devletin temeli olan adaleti gerçekleştirmekle görevli yargıyı yıpratıyor. Yargıya güvenin sarsılmasından doğacak vahim sonuçların mes’uliyeti kimin umurunda? Bu itibarla, yargı camiasının içerisinde olup da bu ürpertici gidişattan kaygı duyan gerçek hukuk adamları başta olmak üzere herkesin elini taşın altına koyup, yargıyı siyasî ve ideolojik polemiklerden çıkararak adaletin teminatı haline getirmeyi hedefleyen bir inisiyatif için bir an önce harekete geçmesi, tarihî bir görev ve sorumluluk. Bir ülke için asker vesayeti ne kadar sakıncalı ise, yargı vesayeti de en az o ölçüde tehlikeli. Herkesin ve her kurumun kendi görev alanında kendi işine baktığı bir dengeyi artık kurmalıyız. Askerî rejime de, yargıçlar diktasına da hayır! 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |
Said HAFIZOĞLU |
|
Düşünce ‘düşünce’nin derin kuyularına… |
Hayli zaman oldu yazı yazamıyorum. Belki elli defa, belki daha fazla denediğim halde, her defasında üç-beş satır yazabildim, hepsi birbirinden ayrı konular. Kimisi—bana göre—müjdeli bir haber gibiydi, kimisi tarihî olguların günümüze taşınması (İngiliz müstemlekeler Nazırı Gladstone’un yazdığı dökümanı Türkçe’ye çevirmeyi bile denedim) vs... Fakat her defasında beni durduran; hevesimi kaçıran bir engel çıktı karşıma. Sonradan şükürle yad ettiğim bir engel: Yazmaya niyetlendiğim konuların seçimi ayrı bir mesele, usul veya düşüncelerimi aktarma konusunda kendimi çok hatalı bulduğum bir serüvendi bu yazma denemeleri. Çeşitli olguların kendi dünyamdaki ifadesini paylaşmak insanca ve hakikatçe doğru olanı ise de; benim dışımdakilerin yani bu satırları okuyan sizlerin dünyasında yapacağı etkiyi düşünmekti benim hatam. Böyle davranmayı hakikat noktasında hatalı, hatta ahmakça bir davranış olarak gördüm. Şüphesiz buna beni iten sebepleri de tesbit etmem gerekiyordu. Yani bir yazma serüveninde gördüğüm; duyduğum; tahkik ettiğim; şüpheye düştüğüm konuları neden kendi penceremden veya bendeki ifadelerinden yazıya dökmüyor ve neden okuyanların dünyasında meydana getireceği etkiye odaklanıyordum? Çıkardığım sonuç şu oldu: Severek ve istifade ederek okuduğum yazılar; şahit olduğum olaylar şüphesiz, kendi âlemimde bir şeyler ifade ediyor ve bazı mânâlar; duygular ondan hasıl oluyordu. Fakat nedense okuduğum yazılardan; sevindiğim veya üzüldüğüm olaylardan dersler çıkarırken nefsime rol vermiyor, hep başkalarında yaptığı veya yapacağı etkilere odaklanıyordum. Bunun sonucunda kendime göre “makbul” saydığım o düşünce ve duyguların taklidini yaşatma hevesi ortaya cıkıyor ve ben de o hevesi kovalıyordum. Bu uzunca bir ipin ucu gibiydi benim için… Ucu başka yerlere de uzanan. Sonra yıllardır okuduğum bazı kitaplarıma döndüm ve baktım; aynı usul(suzluk) orada da cereyan etmekte idi, onu fark ettim. Benim haricimdekileri düşünerek okumak; kendimi hikâyenin başrolünde oynatamamak. Meselâ ezberimde olan veciz bir satırı “O şahıs filan adama karşı şöyle yapmış, filan olaylar onu hiç yıldırmamış; korkmamış hep yoluna devam etmiş” diye yorumlayıp, yıllardır bu yorumu ezber etmişim. Gizliden gizliye müellifin, açıktan olmasa da, kendini methettiğini ima ettiğim bu yorumu dahi hiç düşünmemişim. Nasıl olsa onu övüyorum diye belki… Onun övülmekten kactığını da okuduğum halde. ‘İman hem nurdur hem kuvvettir, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir’ ne demekti gerçekten? “Elle tutamazsın; katlarla arsalarla ölçemezsin; kurbanda gelen bilmem kaç tonluk ete endeksleyemezsin; kurban derileriyle değerlendiremezsin; açtığın okullar, gazetenin tirajı, kurduğun kurumlar, seni bilen insanlar, üzerindeki elbise, yurtışında ve yurt içindeki faaliyetlerin, gördüğün ve gezdiğin yerler… Değil kardeşim bu. Bu bir nurdur nur… Kendi âleminde varsa vardır yoksa yok. Elle tutulur, gözle görülür şeyleri imaniına ölçü olarak kabul etme” demekti galiba. Durum böyle iken iman nasıl kuvvet olabilirdi? Kuvvet sahibi olmakta da bir lezzet vardi şüphesiz. “Hiçbir lezzet onu tahkik etmenin verdiği lezzete eşdeger olamaz, bir sele; bir zelzeleye; ekonomik krize; hükümetlerin değişmesine; hapishane korkusuna; tiraj kaybına; devletin, milletin, okulun, ailenin, dünyanin ve kâinatin üstüne üstüne gelmesine; kâinatın bomba olup patlamasına karşı ‘Sizler birer sebepsiniz, siz kendiliğinden birşeyler yapmaya kudreti ve kuvveti olmayan ‘şey’lersiniz, sizin ipiniz ‘Bir’inin elinde. Ben buna inanıyorum. Ve beni Yaratan’ın bana verdiği en kıymetli aletlerden olan aklımla tahkik ettim ve O’nun varlığına ve birliğine şehadet ediyorum’ dedirtecek bir kuvvettir ve büyük bir keyifitir” diye anlayabilirdim bu vecizeyi. Aklım ve kalbim bu manalari kuvvetle onaylıyorsa, herhalde hakikatin ucunu yakaladım demektir. “İmanımı tahkik (kendimi ikna etme; hakikati araştırma; doğrulama) benim üstüme vazifedir. Ben neden yaratıldım? Beni bu dunyaya kim ve niçin gönderdi? Benden istediği nedir?” sorularını akletmem gerekiyor. Başkaşından ders alırım, yardım alırım fakat kimseyi taklit edemem bu konuda. Çünkü tahkik aleti bana da verilmiş. Aklımı kullanmam gerekiyor. Bu benim vazifem. Başa dönersek; Meyl-i taharri-i hakîkat (hakikati araştırma meyli) taklide kurban gitmemeli. Mukallit durumuna düşmemekle beraber, sözümüzün geçtiğini düşündüğümüz kişileri de taklide yönlendirmemeli; akla kapı açıp ihtiyarı elden almamalıyız. Bu düşüncelerle kitapları ve olayları okumak hakikati aramak manasına gelir diye düşünüyorum. Not: İdrak ettiğimiz Kurban Bayramınızı tebrik ederim. 05.12.2009 E-Posta: [email protected] |