Görüş |
Minareler, İslâmiyetin şiarındandır
Minare camilerden göğe yükselen ince uzun bir yapı olup, ondan yükselen ezan-ı Muhammediler ruhumuzu okşar. Evveliyatında camilerde minareler yoktu; ezan camiye yakın olan yüksek bir yerden okunurdu. Modern çağımızda genellikle mikrofonlar ve ses yükselticiler kullanılmakta ve ezanlar gök kubbeyi çınlatmaktadır. Ancak minareler İslâmî mimarinin olmazsa olmazı olarak hâlâ bütün dünyada bilinmektedir. Minareler daima bir camiye bitişik inşa edilir ve çok değişik yapı ve yüksekliktedirler. Dörtgen, yuvarlak veya sekizgen minareler vardır, genelde hepsinin ucu sivridir. Mimarilerileri ile kentleri, kasabaları ve köyleri süslerler. Bir caminin bir veya daha fazla minaresi olur. İslâm medeniyetinde dinimizin varlığını en güzel ve bariz şekilde mimarî yapısı ile ortaya koyan minarelerdir. Şu anki işlevi ne olursa olsun veya hangi sosyal sebep inşa edilmesine sebep olmuşsa olsun, minareler dinimizin bir göstergesidir. Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz buyuruyorlar: “Küre-i arz bana bir mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden her kim bir namaz vaktine ulaştı mı nerede olursa namazını kılsın.” Ancak cami toplumun ihtiyacına fizikî olarak da uyması gerekiyordu. Toplumun namaza en uygun bir şekilde toplanılabilmesi için ezan ortaya çıktı. Minarelerde daha sonra bu ezanların okunduğu fizikî yerler oldu. Bu sebeple minarelerin Müslüman toplumda yeri çok önemlidir, minarelerin geçmişinde değişik prensipler, değerler manzumesi, ilim ve gelenek yatmaktadır. Minareler İslâm dünyasında Müslümanlar arasındaki ortak olan çoğu sosyal, siyasî ve dinî unsurları birleştirmiştir. Hadislerden anladığımıza göre Medine’deki Müslüman toplum ezanı Efendimizin (asm) evinin damında okurlardı. Efendimizin (asm) vefatından 80 sene sonra ilk bilinen minareler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak unutulmaması gereken bir husus, İslâma ait emirlerin içinde en önemlisi sünnet bile olsa, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire yani İslâmın simgeleri haline gelen Sünnetlerdir ve meselelerdir. İslâmın simgeleri, âdeta kamuya ait haklar nev’înden İslâm toplumuna ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o toplum umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat sorumlu olur. Bu nev'î İslâmın simgelerine riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev’înden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir”. Fıkıh kitaplarında Cuma ve Bayram namazları ile ezan buna misal olarak zikr edildiği gibi, minareler de Müslüman toplum için aynı kategoride mütalâa edilmelidir. Minareleri kilise çanları ile kıyas edebiliriz. Bunlar günlük hayatla ilgili Hıristiyanlık ayinlerinde çok önemli idiler. Yemek saatlerinde, kilise sakinlerini işe dâvette ve dinî ayinlerde, meselâ doğum ve ölüm için yapılan, bir müsteşrikin geri getiren geminin sahile yaklaşmasında ve çeşitli diğer konularda çalınırdı; acemilere ayin için çalınan çanlarla ilgili olarak girift ritüeller konusunda eğitim verilirdi. Kilise çanları Hıristiyanlığın sembolü oldu. İnanan bütün insanlarla ve hürriyete, eşitliğe ve demokrasiye kendini adamış insanlarla birlikte biz İsviçre hükümetini ve bütün İsviçreli siyasî ve dinî liderleri din ve vicdan hürriyetini bütün vatandaşlar ve orada ikamet edenlere tatbik etmeye ve savunmaya dâvet ediyoruz. Bir demokrasi için sadece ve sadece çoğunluk ne derse o olur ilkesinin tatbiki ölçü olamaz, aynı zamanda ve hatta daha da ehemmiyetlisi o demokrasinin azınlıkların haklarına göstermiş olduğu saygı da bir kıstastır. Din ve vicdan hürriyeti barışı sağlamak için zarurîdir. Dünyamız artık kocaman bir köy haline gelmiştir. Müslümanlar ve gayr-i müslimler burada omuz omuza yaşamaktalar ve birbirlerinden bir şeyler öğrenmek zorundalar, ortak değerleri paylaşıp farklılıklara ise saygı göstermek durumundalar.
PROF. DR. AHMET AKGÜNDÜZ - |
05.12.2009 |
GDO’lu ürünlerin insan sağlığına zararı ne?
Kanunî Sultan Süleyman, sağlığın önemini, “Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” dizeleriyle anlatmıştır. Yani her şeyin başı sağlıktır. Sağlık olmadan hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Buradan GDO’lu bitkiler ile sağlık konusuna girmek istiyorum. GDO’lu bitkiler, genomlarında kendi türlerine ait olmayan genler taşıyor. Bu bitkilerle beslenen canlılar için büyük sağlık riskinin söz konusu olduğu yönünde görüşler var. İnsan sağlığı için yüzde birlik risk bile olsa bu ürünlerden uzak durmak için yeter de artar bile. Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar; başlangıçta bitki hastalıklarına karşı daha dayanıklı türler elde etmek üzere bilim adamlarınca yapılan titiz çalışmaların sonucunda ortaya çıktı. Bu ürünlerde yüksek verim söz sonusu olduğu için insan sağlığıyla ilgili endişeler görmezden gelindi. Tohum Endüstrisinin yüksek kâr hırsı da eklenince insan sağlığı tümden hiçe sayıldı. Konu üzerinde araştırmalarını sürdüren bilim adamları, GDO’lu ürünlerin insanların bağışıklık sisteminde, santral sinir yapısında tahribatlar yapabileceği, mikroplu hastalıklara karşı kullanılacak antibiyotiklerin etkinliğini azaltabileceği, kanser ve allerjik reaksiyonlara neden olabileceği üzerinde ısrarla durmakta. Bir ilâcın bile insanlar üzerinde yaygın kullanılabilmesi için 20-25 yıllık çalışmalar-deneyler gerektirdiği halde, henüz 1996’larda ortaya çıkan ve beraberlerinde pek çok riski taşıyan GDO’lu ürünleri insanlara, bilgilerinin dışında kullandırmak için göste-rilen bu aceleci tavır neden? Doğrusu anlamak mümkün değil. Dünyada insanlar açlıktan ölecek diye endişe duyulurken, acaba insanlar açlıktan değil hastalıktan ölsün mü deniyor? GDO’lu ürünlerin doğrudan kullanımı ya da bu ürünlerden imal edilen diğer ürünlerin kullanımı sonrası insan sağlığını tehdit eden önemli riskler söz konusu. *** Ülkemizin en önemli sera üretim merkezi olan Antalya’da domates tohumları sarraf terazilerinde tartılıyor. Üretici bir kamyon dolusu domates satarak ancak serasına ekebileceği domatesin ya da fidenin tohumunu alabiliyor. Bu domateste böyle olduğu gibi salatalık, kabak, patlıcan vb. diğer sebzelerde de böyle. Tohum tekelleri laboratuvar ortamında elde ettikleri tohumları yüksek fiyattan üreticiye satarken tatlı kârın tadını çıkarıyor. Ancak üretici bu tohumlardan tekrar üretim yapamıyor. Çünkü bu bitkilerden elde edilen tohumlar ürün vermiyor. Buraya kadar her şey normal gibi gözükse de -alan memnun, satan memnun gibi- asıl sorun bundan sonra başlıyor. Genleriyle oynanan ürünler şekil olarak daha düzgün göze hitap eden özellikte. Tıpkı fabrikada imal edilmiş gibi birbirine benziyor. Tat ve kokuları da tohum türüne göre ayrılıyor. Dahası oynanan genler sonrası ürünlerde renk değişimleri bile mümkün. Meselâ mor ya da sarı domates, kırmızı muz vb. buna benzer renk değişimleri sözkonusu. Buraya kadar olan kısmı işin pazara, ticarete hitap eden yönü. Ancak işin bir de endüstri yönü var. Türkiye’de mısır, soya ve pamuk gibi endüstri ürünlerinin üretiminde giderek daha fazla GDO esaslı tohum kullanma eğilimi artıyor. Bu tohumları kullandığımızda iki sorun karşımıza çıkıyor. Birincisi Bu tohumla tarım yapılırsa, tarladan 5-10 km çevreye yayılan polenler o alandaki her türlü bitkiyi etkiliyor, bitkiler kısırlaşıyor. Yani ürün vermez hale geliyor. İkincisi ise Bu tohumlarla üretilen mısır ve soya ve de pamuğun yağı değişik gıda ürünlerinde kullanılıyor. Margarin ve yağlar doğrudan evlerimize giriyor. Özellikle çocuk mamalarında kullanıldığında, insan vücudunun dengesini bozuyor. İnsan vücudu fıtrî olarak gıdaları tanırken GDO’lu ürünleri tanıyamıyor. Vücutda tanınmayan bu gıdalar depo ediliyor. Bu da obezite ve fazla kiloya bağlı çeşitli hastalıklara dâvetiye çıkarıyor. İşte bu sebeple, dünyada her ülke GDO’lar konusunda “halkını koruyucu” tedbirler almaya yönelmiş durumda. Hatta GDO’lu pamuktan üretilmiş giysilerin insan sağlığına zarar verip vermediğini araştıran çalışmalar da var... *** Danıştay 10. ve 13. Daireleri Müşterek Heyeti önceki gün hükümetin yayınladığı GDO’lu ürünlerle ilgili yönetmeliğin bazı maddelerinin yürütmesini durdurdu. Hükümetin yayımladığı yönetmeliğe göre, GDO’lu ürünler meselâ GDO’lu mısır, soya, pamuk yağı ve bunlar ile üretilen gıda maddeleri bundan böyle Türkiye’ye girebilecekti. Satılabilecekti. Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, konuya ilişkin yaptığı açıklamada kanunî düzenleme sinyali verdi. Türkiye’de şimdilik GDO’lu tohum ithalatı ve GDO’lu tohumdan üretim yok. Zaten Türkiye’de böyle bir teknoloji de yok. Şimdilik en azından böyle olduğu söyleniyor. Fakat yakın gelecekte “dışarıdan bu ürünleri ithal ediyoruz, neden biz üretmeyelim?” denilip üretim yapılırsa buna da şaşmamak gerekir. Yani yabancı tohum tekelleri tarım yatırımı altında Türkiye’de bu tür yatırımlarda bulunmak isteyebilir. Bursa’da Gargil Firması Mısır’dan şeker üretimi yapmıştı. Bu konu uzun zaman tartışılmıştı. Bu konu bir başka yazının konusu. Yönetmelikte dikkat çeken bir başka nokta ise şu: Bir ürünün içinde binde 9’a kadar GDO’lu madde varsa, bunun etikete yazılmasına gerek yok. Halkımızın bilmeden GDO’lu ürünü afiyetle yememesi için bir engel yok! Bu da insan sağlığının hiçe sayıldığını gözler önüne seren vahim bir hata. Bu hataya vakit geçirmeden “dur!” denilmeli. İçinde oranı ne olursa olsun GDO içeren bütün ürünlerin üzerine “Bu ürün GDO içerir ibaresi” yazılmalı. Türkiye’de gıda terörü estiği bir vakıa. Gıda terörüne “dur!” demenin vakti gelmedi mi? Ülkemizde sahte ballar yapılıyor. Sahte bal fruktozdan, fruktoz da mısırdan yapılıyor. Mısır, GDO’lu mısır. Burada hiç bilmediğiniz bir unsuru bilmeyerek kullanıyoruz. Güya bal yiyoruz. Ancak yediğimiz bal değil fruktoz şurubu! Bir başka konu soya. GDO’lu soyadan yapılmış sucuk, sosis, salam yiyoruz. Bunlarla ilgili hiçbir müeyyide, kontrol, denetim yok. Biz vatandaş olarak bu yönden çok büyük endişeler taşımamız normal. İnsan sağlığını doğrudan ilgilendiren gıda konusunda denetim yetkisi Tarım Bakınlığında. Oysa Sağlık Bakanlığı bu konuda daha etkin olabilir. Türkiye olarak belli müeyyideler, belli bir altyapıyla, analiz, kontrol denetim ve teşkilât yapımızla gıdalarımızı iyi denetleyebilecek, kontrol edebilecek mekanizmalar kurmanız gerekir. Bakanlığın ve devletin bunları kontrol edebilecek, denetleyebilecek, denetleyebilmesi için de çok iyi mevzuat ve laboratuvar ve eleman altyapısına sahip bir sistemi kurması şart. Yeni çıkarılacak mevzuatta ticaret yapan iş adamının menfaati değil, halk sağlığı öne çıkarılmalı. Zira sağlık olmadan hiçbir şeyin kıymeti yok.
MUSTAFA GÖKMEN - [email protected] |
05.12.2009 |