Yetmiş yedi yaşındaki Habibe Anayı çoğunuz tanımazsınız. Esasında biz de yakın zamana kadar tanımıyorduk onu.
Yeni Şafak gazetesinin Pazar ilavesinde "Anneler günü" vesilesiyle çıkan bir yazıyı okuyunca haberdar olduk kendisinden.
Meğerse, bu ileri yaşına rağmen yine de harıl harıl çalışan fedakâr anne Habibe Teyze, aynı zamanda "son şahitler"den Dr. Asaf Dişçi'nin öz kızı ve hayatta olan tek evlâdı imiş...
Söz konusu gazete yazısında anlatılanlandan yola çıkarak, bir an evvel gidip onu görmek, yakînen tanımak, onunla alâkadar olmak ve hatıralarını da bizzat kendi ağzından dinlemek istedik.
Evvelki gün akşam üstü arkadaşımız Faruk Çakır, Halil Doğan ve genç kameraman Cüneyt ile birlikte Beyoğlu Tarlabaşı'na doğru yola çıktık.
Polis karakolunun arka taraflarında, dik bir bayırda ve çok dar bir sokakta bulduk Habibe Teyzenin adresini.
Eski mi eski, harabeye dönmüş, su ve elektirik tesisatı belli belirsiz veziyetteki bu binanın üst katlarında üstelik kiraya oturuyorlarmış. Hem de bakıma, yardıma, tedâviye muhtaç küçüklü büyüklü tam dokuz nüfusla birlikte...
Evin hali, tam bir bakımsız müze manzarasını andırıyor. Habibe Ananın kendisi yaşlı, ona sığınmak zorunda kalan kızı kalp hastası, torunları ise henüz öğrenci. Bu yaşlı büyük anne ile damadı karınca kararınca çalışarak evi, aileyi geçindirmeye çılışıyor. Allah yardımcıları olsun.
* * *
Sokağa atılan kâğıtları, kartonları toplayıp satarak torunlarını okutan Habibe Ana, o akşam üstü bize randevü verdiği için eve erken gelmiş. Yoksa, gece geç saatlere kadar çalışmaya, kâğıt toplamaya devam ediyormuş.
Sorularımız üzere, dram yüklü, trajedi yüklü hayat mâcerasını bize şöyle anlattı:
"1931 Erzurum doğumluyum. Annemin ismi Hasibe, babam ise Erzurumlu Dervişoğlulları'ndan Dr. Asaf Dişçi.
"Babam, genç bir teğmen olarak Birinci Dünya Harbine katıldı. Kafkas Cephesinde çarpışırken Ruslar'a esir düştü. Bize anlattığına göre, Sibirya'daki esirler kapmında Bediüzzaman Hazretleriyle görüşüp tanışmış. Anı yerde aylarca birlikte kalmışlar. Orada samimi dost ve arkadaş olmuşlar.
"Esirler, Said Nursî'ye çok büyük saygı, sevgi duyarlarmış. Babam hafızdı. Günde ortalama yedi cüz okuduğunu söylerdi. Bediüzzaman ise, oradaki bütün esirlere hem imamlık yapar, hem de onları kendi yaptırmış olduğu mescide toplayarak nasihatlerde bulunurmuş. Yaşanan musibeti sabırla karşılamalarını, çekilen sıkıntıya tahammül göstermelerini bilhassa tavsiye edermiş. Mâlum, hele o zamanki esaret hayatı çekilir gibi değilmiş...
"Babam, 22 aylık esaret hayatının sonunda, Rusya'daki karışıklıktan ve kamp nöbetçisinin bir anlık uygu gafletinden istifa ile firar etti, geldi. Şark'ta bir müddet muallimlik yaptı. Sonra da hekimliğe merak salarak okudu ve diş hekimi oldu.
"1943 senesinde, ailecek İstanbul'a göç ettik. Fatih'e yerleştik. Babam orada bir muayenehane açtı. Ben henüz 12 yaşındaydım. Henüz 9 yaşında iken Kur'ân'ı hatmetmiştim; ancak, babam 'Kız çocuğu okutulmaz' diyerek beni okula göndermedi. Bir gün muayenehaneye Şeyh Arvasî geldi ve beni okutmayan babama: 'Sen suçlusun. Madem ki kızcağız okumak istiyordu, onu neden okutmadın?' diyerek çıkıştı.
"18 yaşına geldiğimde, saf kalpli babam, sırf namaz kılıyor diye beni bir aileye gelin verdi. Ancak, hiç geçinemedik; bir kız çocuğu dünyaya getirdiğim halde 9 ay sonra ayrılmak ve kızımla birlikte baba evine dönmek zorunda kaldım.
"Gel zaman git zaman, yıllar sonra Çengelköy'e taşındık. Fatih'ten sonra orada da bir evimiz olmuştu. Durumumuz gayet iyiydi. 1957'de annem ölünce, evimizin direği de yıkılmış oldu. Babam iyi bir hanımla tekrar evlendi. Ancak, bir süre sonra o da vefat etti.
"Yine babamın saflığı sebebiyle, Fatih Malta'daki dairemiz maalesef hiç karşılıksız şekilde elimizden çıktı, gitti. Hasta yatağında olan babamın ağzından girip burnundan çıkan oradaki bir müezzin efendi, noter kanalıyla bir dolap çevirerek o daireyi üzerine geçirdi. Sonra, o da bir trafik kazası sonucu bütün aile efradıyla birlikte hayatını kaybetti. Mülk, yine başkasına kaldı.
"Babam Asaf Dişçi, 1971'de vefat etti. Ben yalnız ve kimsesiz kaldım. Evli kızımın ailevî derdiyle, sıkıntısıyla uğraşırken, bir de öğrendik ki, Çengelköy'deki evimiz başkasının üzerine geçirilmiş. İşin içinde mafya falan vardı. O zamanki polis şefi S. Tantan bile başedemedi onlarla.
"Son olarak işte bu tarafa gelip Kasımpaşa, Beyoğlu taraflarına sığındık. Önce kağıt, karton, bakalit ayırma işinde çalıştık. Sigortamızı tam yatırmışlar biliyorduk, meğerse öyle değilmiş.
"Hasılı, ne bababamdan bana bir miras kaldı, ne de başka bir yerden... Ama, yine yılmadım, pes etmedim. Kızıma ve torunlarıma bakmaya, onları okutmaya devam ettim. Topladığımız kâğıt ve kartonları götürüp hurdacıya satıyoruz. Bir ton kâğıda 50 lira veriyorlar. Eh, üç ayda bir aldığım 200 lira civarında bir yaşlılık maaşımız var. Şükürler olsun, az çok geçinip gidiyoruz. En büyük sıkıntımız ise şudur: Ameliyat olması gereken kızımın sağlık masrafını karşılayamıyoruz. Torunlar okula gidiyor. Dersleri iyi, fakat kaldığım ev hiç rahat değil. Üstelik, sular idaresi borcumuz var diye gelip suyu da kestiler, saatı çıkarıp götürdüler. Bakalım halimiz ne olacak. Şükürler olsun, yfarzları ifâ edebiliyorum. İnşaallah, ölünceye kadar de öyle devam ederim. Sağolun, varolun, geldiğiniz için..."
15.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|