|
|
Âyet-i Kerime Meâli
İman eden kimse, "Ey kavmim," dedi. "Peygamberlerini yalanlayan toplulukların başına gelen güne benzer bir azabın size de gelmesinden korkarım. Tıpkı Nuh kavmi, Âd, Semud ve onlardan sonrakilerin halleri gibi."
Mü'min Sûresi: 30-31
|
15.05.2008
|
|
Marifetullah her yerde
Hayatın herbir ânı çeşitliliklerle doludur. Yaratan, kompleks bir yapı içinde hem mükemmel bir düzen, hem de sonsuz çeşitlilik derc etmiştir. Herbir mahlûk birbirinden farklı yaratılmıştır; türler, cinsler, familyalar vs. hepsi de birbirinden farklıdır. Benzerlikleriyle beraber, muhteşem bir ilmi gösteren sonsuz çeşitliliğe haizdirler.
Akıp giden zaman mefhumu uzerindeki herbir nokta birbirinden farklıdır, ortak noktaları olmakla beraber hiçbir ‘an’, hiçbir ‘an’ın aynısı değildir.
Anadolu’dan ayrılıp da bu uzak diyarlara yola çıktığım anlarda ‘Acaba gittiğim yer nasil bir yerdir?’ diye düşünüp duruyordum. İlk günün ardından, çevreyi dolaşmaya başladım. Annemi aradım, hâl hatır sormamdan sonra ‘Oğlum oralar nasıl yerler?’ sorusuyla karşılaştım. Kafamı kaldırıp etrafıma bakarak cevap aradım: Kuşların cıvıldayışının, rüzgârın ensemi okşayışının ve ağaçların gölgesinin altında bulunduğum ânın etkisiyle “Anne, bizim oralardan (Karadeniz’in köylerinden) pek farkı yok buraların. Kuşların sesi biraz değişik olsa da, ağaçların boyları biraz daha uzun olsa da ve zemin biraz daha düz olsa da aynı Hakîm ve Kudret elinden çıktığı çok belli oluyor” dedim. Bu cevap ruhumu öyle bir okşadı ki, o anda üzerimdeki yabancılığı atıverdim. Çünkü yine O’nun mülkündeydim.
O anda fikrime gelen bu tefekkür gözlüğüyle mahlukatın hepsine bakmaya çalıştım. Aman Rabbim, bu ne büyük bir ilimdi. Üzerinde oturduğum otlardan tutun, yaslandığım ağaçtan tâ seyyarelere kadar herşey birbirinden farklı, fakat birbiriyle uyum içerisindeydi. Toprağın altındaki mahlukattan, toprağın üstündeki mahlukata kadar herşey ama herşeyde kendine ‘has’lık vardı. Bu nasıl bir ilimdi? Hayretler içerisinde kalmamak elde değil.
Nerede olursam olayım, O benimleydi, ben O’nun mülkündeydim. İsminin önüne hangi sıfatlar konulursa konulsun, herşey en başta O’nun bir mahlukuydu. Yani herşey O’nun tarafindan yaratılmıştı.
Mahlukata muhabbetin sebebi de, sonucu da bu olmalıydı. O zaman gerçek samimiyet ortaya çıkıyordu.
Sonra hedefimi bu çerçeveye aldım. O en büyük ilmin sahibini tanımaya çalışmak, ilimlerin de en büyüğü olmalıydı. İsimleri, sıfatları okunmalı, mahlukatla ‘gerçek bir iletişim’ kurulmalıydı.
‘Sıfır noktası’ tam da burasıydı. Bu noktayı es geçip başka mülahazalar üzerine bina edilen bir hedef, boştu.
Başka dilleri öğrenmek, O’nu başka dillerle anmaya vesile olmalıydı.
Çünkü Marifetullah her yerdeydi.
|
Said HAFIZOĞLU
15.05.2008
|
|
Rengârenk bir TEFEKKÜR KUŞAĞI
Zemherinin yüreğinde dinlendirdiği ümidin akisleridir, baharın evveli. Kışın, gönlünde dillendirdiği bir şiir dalıdır… Ya da kâinat radyosunda çalan bir tel-i musikî. Zira baharın telleri misâli varlıklar, güzel bir nağme gibi dokunur lâtifelere...
Bir kitaptır bahar… Sayfaları kuşlardan, çiçeklerden, ağaçlardan oluşan bir kitaptır. Her sayfada ayrı kitaplar saklıdır. Her bir çiçeğin üzerinde, Cenâb-ı Hakkın isimleri nazarlara sunulur. Zaten çiçeğin, tohumunda sakladığı niyeti de budur. “Nebâtâtın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir. Hem meselâ, kavun, kalbinde, nüveler sûretinde bin niyet eder ki, ‘Yâ Hâlıkım! Senin Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını yerin birçok yerlerinde ilân etmek isterim.’”1
Her bahar farklıdır. Bahar bir yenileniştir, bir teneffüstür. Rûy-i zemin, kışın aldığı berrak nefesi, baharda yemyeşil bir şekilde soluklanır.
Bahar ve yaz aylarında insanı bir rehâvet sarabilir. Rehâvetin sonu atalettir. İnsanda bir uyuşukluk hali olabilir. Bu gaflet, insanın şahsî gayretine, işlerine hatta ibadetine de yansıyabilir. Buna müsaade etmeden üzerimizdeki bezginliği kırmalıyız. Bu da gafleti izale eden, tefekkür ile mümkün.
Cenâb-ı Hakkın lûtfettiği nimetlere mukabil, kulundan istediği üç şeyden biri de fikir… Başta Allah’ı anmak, âhirde Allah’a hamd ve şükür etmek. Ortada bu kıymettar nimetlerin, hazine-i rahmetin sahibi Rabbimizden, bize sunulan bir hediye olduğunu düşünmek. Peygamber Efendimiz (asm) tefekkürü çokça yapardı. “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten daha hayırlıdır” hadisinde de tefekkürün ehemmiyetini daha iyi anlarız. Tefekkür, basit bir zihin egzersizi değildir. Kalbi, ruhu, aklı ve duyguları canlı ve uyanık tutan faaliyettir. Geniş çaplı bir fikir çalışmasıdır. Kalp ve akıl, ne vakit boş kalırsa; malayani düşüncelerle, vesveselerle meşgul olur. Bu kuruntulara mahal vermemek için tefekkürü huy edinebilmeliyiz. Ki bu çalışma şekli ile insan mânâ pencerelerini aralayabilir.
Tefekkür, imanı kuvvetlendirir. Marifetullaha ulaştırır. Rabbimize olan muhabbetimizi arttırır. Faydalı bir tefekkür için okuma eylemi de elzem. Rabbimizin âyetlerini okumalıyız. Risâle-i Nur okumalıyız… Risâle-i Nur, tefekkür ufkumuzu aydınlatır.
Nevbahar, rengârenk bir tefekkür kuşağıdır. İçinde gökkuşağının renklerini taşır. Baharı tefekkür etmekle baharın ne kadar muntazam bir şekilde yaratıldığını görmek… Bir bayram havasındaki çiçeklerin, kuşların eğlendiklerini hissetmek… Her bir mahlûkun üzerinde, Yaratıcının birlik mührünü okumak… Bu duygular insandaki yaşama sevincini ziyadeleştirir. İnsanı biteviye, kuru düşüncelerden uzaklaştırır.
Bahar kitabında haşri de okur insan. Her kış kaybolup, baharda hayata dönen varlıklar bunu anlatır bize. Yaratıcımız hiçbir şeyi başıboş ve hikmetsiz yaratmamıştır. Tefekkür ile Rabbimizi tesbih ederiz. Yani “Allah bütün noksan sıfatlardan uzaktır” deriz.
Tefekkür sadece bahara özgü değildir. Yaratılan her varlık ya da her mevsim ayrı bir tefekkür kuşağıdır. Baharda tefekkür ufkumuz daha bir açılır. Baharı bir fırsat bilip; okumalı doyasıya.
Velhâsıl okunası bir kitaptır bahar. Okundukça kâtibini gösteren bir kitap... Bu yüzden özlemle beklenir nevbahar. Sabırla beklenir kışın soğuğu. Her kışın bir baharı vardır. Sabrın sonu selâmettir. Zemherirde, sabırla bekleyen beşere; Rahmânî bir lütuftur, selâmetli bahar. Nice baharlara selâmetle erme duâsıyla…
Dipnotlar:
1- Sözler, 24. Söz
|
Fatma ALTUNER
15.05.2008
|
|
Şu dâr-ı dünyadaki musîbetler...
Eğer desen: “Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor.”
Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekàisin esâsı adem olduğu delildir.
Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.
Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun”demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin”diyebilir mi?
İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.
Sözler, 26. Söz, 4. Mebhas
***
Yirmi Altıncı Sözde sırr-ı kadere dair beyan edildiği gibi, musibet ve hastalıklarda insanların şekvâya üç vecihle hakları yoktur.
Birinci Vecih: Cenâb-ı Hak, insana giydirdiği vücut libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder, muhtelif esmâsının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor, ve hâkezâ...
İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.
Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.
Lem’alar, 2. Lem’a, 2. Nükte
Esmâ-i Hüsna: Allah'ın güzel isimleri.
nukuş: Nakışlar, resimler.
hasen: Güzel.
dâr-ı dünya: Dünya yurdu.
beliyye: Felâket, keder, tasa.
cerh: Çürütmek, yaralamak.
hayr-ı mahz: Tam bir hayır.
|
15.05.2008
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|